Dokuzuncu Lem'a'da vahdetü'l-vücud için verilen "Güneş" ve "Ayna" örneğini açar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
Vahdet-i vücud: Kelime olarak, varlığı birlemek demek olup, Allah’ın varlığı ve birliğinde bir istiğrak halidir. Yani Allah’ın varlığından başka varlıkları yok sayma ve inkâr etme halidir. Allah’tan başka mevcut yoktur, varlık, sadece Allah’a ait bir durumdur demektir. Bu fikre göre masiva ve mahlûkat diye bir şey yoktur, sadece Allah vardır.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet, eşyanın hakikati sabittir, diyerek mahlukatın vücudunu kabul etmişler. Bu yüzden bu meslek, halî ve vicdanî bir cezbe ve coşkunluk halidir, ilmî ve hakiki bir surete çevrilemez, çevrilirse çok imani problemler ortaya çıkar. Mesela, "Allah’tan başka varlık yok." denildiğinde; ahiret, melekler, peygamberler gibi mahluk olan varlıkların da inkârı ortaya çıkar ki, bu çok tehlikeli bir durumdur.
Ama İbn-i Arabi gibi zâtlar bu manaları düşünmeden, sadece Allah’ın varlık mertebesini düşünüp cezbeye gelerek; “Allah’tan başka mevcut yoktur.”, demişler. Bu söz, cezbesiz, uyanık iken ve muhakeme tarzında söylenemez.
Bunların durumu, güneşin ışığından gözü kamaşan bir adamın sair zayıf ışıkları fark edememesi gibidir. İbn-i Arabi Hazretleri Allah’ın varlık güneşinden gözü kamaştığı için, sair zayıf varlıkları görememiştir. Bundan dolayı da “Allah’tan başka mevcut yok.” demiştir. Ama kendine geldiği zaman, yani gözündeki kamaşma gittiği zaman, sair varlıkları kabul etmiştir. Bu sebepten dolayı Ehl-i Sünnet âlimleri İbn-i Arabi’yi mazur saymışlardır.
Kalbi Allah sevgisi ile dolu olmayan ve maddeciliğe müptela olan birisi vahdet-i vücuttan dem vurursa, kâinat ve madde namına Allah’ı inkâr eder. Felsefedeki panteizm ve monizm ekolünün iddia ettiği; varlık tektir, lakin varlık sadece şu âleme münhasırdır deyip, Allah’ın ezelî ve ebedî vücudunu inkâr eder. Bu zaman insanları böyle maddeye müptela olduğu için, vahdet-i vücuttan dem vuramaz. Zira madde sevgisi iliklerine işlemiş olan bu zaman insanlarının maddeyi tamamı ile inkâr edip, sadece Allah’a hasrı nazar etmesi çok zor bir durumdur.
Bu fikre girmelerinin önemli bir sebebi mahlûkat ve masivanın huzuru bozmasıdır. Yani nazarını Allah’a tevcih etmiş olan bu Allah dostları, masiva ve mahlûkatı bu tevcihe bir engel görmüşler. Bu sebepten dolayı huzura zarar gelmemesi için masivayı inkâr etmişler. Denebilir ki, Allah namına kâinatı feda etmişler.
Vahdet-i şühûd: Allah’tan başka her şeyi unutmak ve sadece Allah’ın varlığına hasr-ı nazar etmektir. Masiva ve kâinatı tamamı ile inkâr etmek yerine, unutmak ve görmezlikten gelmek tarzı ile huzur-u İlahiyi temin etmektir. Allah’ın haricindeki bütün masivayı, yani eşyayı, nisyan perdesine sarıp, bir kenara atmak ve bir daha akla ve nazara getirmemektir. Eskiden gemilerde kürek cezaları vardı. Esirler ceza olarak gemilerde kürek odasına konulur ve unutulurmuşlar.
Aynı bunun gibi, vahdetu’ş- şuhûd salikleri de masivayı nisyan odasına atıyorlar. Allah’a olan huzuru ancak eşyayı nisyana atmak ile temin ediyorlar. Ama eşyanın vücudunu da inkâr etmiyorlar, sadece nisyan zindanına hapsediyorlar. Yani Allah’ı unutturacak her şeyi unutuyorlar.
Bu meşrepte eşyanın vücudu inkâr edilmediği için, vahdet-i vücutta olduğu gibi mahzurlu ve riskli değildir, lakin bu maddeci asırda tatbiki çok zordur.
Vahdetü’l-vücudda eşya tamamen inkâr ediliyor; vahdetu’ş-şuhûdda ise, sadece unutmak ve hatıra getirmemek esası var. Vahdetü’l-ücudda mahv ve sekir, yani kendini tamamen yok saymak ve manevi olarak kendinden geçme hali hâkimdir. Vahdetu’ş-şuhudda ise, sahve ve fark, yani kendi varlığının şuurunda olmak ve Allah’ın varlığı ile eşyanın varlığını fark etme durumu hâkimdir.
Bir de her şeyde ve her mevcudatta Allah’a açılan marifet pencerelerini görüp, o pencereden bakarak hakiki tevhid ve hakiki huzuru elde eden, tevhid-i hakiki mesleği olan sahabe mesleği vardır ki, bu iki meslekten de yüksek ve daha nuranî bir meslektir, hiçbir riski ve zorluğu yoktur. Bu meslekte ne mevcudatın inkâr edilmesi ne de unutulması söz konusudur. Bilakis her şeyde tecellî eden isim ve sıfatlar vasıtası ile hakiki huzuru kazanmak vardır. Risale-i Nur mesleği de bu minval üzere gidiyor. Risale-i Nurların tahkiki imanı ders veren bütün tefekkürî dersleri, diğer iki meslekten de üstün ve tesirlidir. Her şey üstünde Allah’ın varlığını ve birliğini gösterip ispat ederek tam huzuru ve marifeti kazandırıyor.
"Mesela, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsufudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misalini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.(...)"
"İşte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadır. Her mevcudatın mahiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız aynalık ve zarfiyet cihetinde ve aynadaki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün'akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, 'Lâ mevcûde illâ Hû' diyerek, yanlış etmişler. 'Hakàiku'l-eşyâi sâbitetün' kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler." (Lem'alar, Dokuzuncu Lem'a.)
İbn-i Arabi Hazretleri kâinat aynasında tecellî eden isim ve sıfatların nakışları olan mevcudata varlık unvanı vermiyor. Bu varlıkları, yani fotoğrafa yansımış olan şeyleri yok sayıyor. Aynadaki misali olan tecellileri de Allah’ın isim ve sıfatları ile aynı görüyor.
Allah’ın bütün isim ve sıfatları, kâinat ve mevcudat aynasında tecellî ile görünürler. Bu görünmek ise, hayali ve vehmi olmayı kabul etmez. Zira, hakiki olan isim ve sıfatlar, hakiki bir aynada, hakiki olarak görünmek isterler.
Kâinat ve mevcudat aynasında tecellî ile görünen isim ve sıfatların, kendileri ile tecellileri farklıdır. Ayna, bir zarf, içindeki güneşin görüntüsü ise, bir tecellisi ve yansımasıdır, zatı değildir. Zira aynada yansıyan güneşin görüntüsü, ayna içinde bir varlık kazanıyor, zarfın içine giriyor. Güneş'ten farklı olarak, bir varlık oluyor. Ayna içindeki görüntüyü de resme aktarsak, ayrı ikinci bir varlık oluyor. Yani, ortada üç ayrı varlık vardır. Biri, Güneş'in kendi zatı ve sıfatları. Diğeri o sıfatların mahalli ve aynası olan mevcudat. Üçüncüsü ise, sıfatların aynada ve mevcudatta kendine has görüntüleri ve yansımalarıdır.
İşte, hüküm bakımından, Güneş'in kendi zatı ve sıfatlarını, aynadaki görüntüsü ile aynıdır, aynı şeylerdir demek, doğru değildir.
Akis ile aks edeni karıştırmak ve ikisi de aynıdır demek, buna benzer. Ama aynadaki görüntünün varlığı ve devamı güneşe bağlıdır. Güneş olmasa, o ayna ve görüntü de yok olur. Allah’ın isim ve sıfatları, kâinat ve mevcudat aynasında parlak bir şekilde tecellî ile görünürler. Aynada görünen tecellî ile isim ve sıfatları ayrıdırlar. İkisini aynı kabul etmek olmaz. İsim ve sıfatların mevcudat aynasındaki tecellileri, arızidir, hâdisdir ve çok gölgelerden geçmiş zaif birer görüntüdürler. İsim ve sıfatlar ise ezelîdir, ebedîdir ve hakikîdir. Mevcudatın devamı, isim ve sıfatların kayyumiyeti iledir.
İşte İbn-i Arabi'nin inkâr ettiği, aynada görünen varlık mertebeleridir. İnkârını da ayna içindeki görüntüyü, görünen ile aynı saymasından dolayıdır. İbni Arabî, mevcudat aynasında görünen, Allah’tan başkası değildir, demiş; arızi ve hâdis olan eşyanın hakikatini inkâr etmiştir. "Her şey odur." demiştir. Kâinat aynasında Allah’ın isim ve sıfatları çok şiddetli tecellî ettiği için, İbn-i Arabi gibi zâtlar, bu kuvvetli işarete binaen, mahlûkatı, “O” diye tarif etmişler. Yani, “Heme ost”, her şey odur demişler. Zaif ve hâdis olan mevcudatın varlık mertebesini yok saymış ve hata etmişler.
Hakikat şu ki, varlıklar, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir ve her an onun tedbir ve tasarrufundadırlar. Cenab-ı Hak her an nice mahlûkat yaratmakta, tedbir ve terbiye etmektedir. Ayetin beyanıyla Allah, her an kâinatta bir iş ve tasarruf içindedir. Hiçbir şeyi kendi haline bırakmış değildir; buna, kâinattaki hassas mizan, nizam, tazelenmek, tedbir ve tedvir gibi fiiller delildir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü