Mİ’RACIN HİKMETİ
“Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor; o kadar derindir ki, ona yetişemiyor; o kadar incedir ve latîftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor.”(1)
Hikmet; “fayda, gaye, hak ve maslahat” gibi mânalara geliyor.
Bir atoma, bir hücreye yahut bir çekirdeğe konulan hikmetler ayrı birer ilim dalı olarak ortaya çıkmış, her birisi hakkında nice kitaplar yazılmıştır. En küçük varlığa kadar her şeye bu kadar hikmetler takan Cenâb-ı Hak, elbette mi’rac gibi en büyük bir hâdiseyi gayesiz, faydasız kılmaz.
Mi’racın hikmetinin insan idrakinin ulaşamayacağı kadar yüksek ve derin olduğu beyan edildikten sonra şöyle deniliyor:
“Fakat bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücudları bildirilebilir.”
Bir şeyin var olduğunu bilmek başka, onun hakikatini idrak etmek daha başkadır. Meselâ, ruhumuzun varlığını kesin olarak biliriz, ama hakikatine ancak bazı işaretlerle, yani bedenimizde icra ettiği faaliyetlerle uzaktan bakabiliriz. Haritada bir şehrin isminin yazılması o şehrin varlığını bildirir, ama o küçük noktada ve işarette şehrin hakikatini bilmek, azametini anlamak mümkün değildir. Üstadımız, mi’racın hikmetine dair yazdığı bu çok harika dersin, onun hakiki hikmeti yanında ancak bir işaret kadar kaldığını ifade etmekle, kalpleri o büyük mucizeye hayret etmeğe ve hayran olmaya sevk etmiş oluyor.
“Akıl kendi başıyla göremiyor.” ifadesi şu hakikat dersini hatırlatıyor:
"Ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler.”(2)
Gaybî bir hâdise olan mi’rac da ancak Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesi ve Allah Resûlünün (asm.) izah etmesiyle bilinir ve anlaşılır.
Dersin devamında mi’racın hikmeti üç ana madde halinde şöyle nazara veriliyor:
"Şu kâinatın Hàlıkı, şu kesret tabakàtında nur-u Vahdetini ve tecellî-i Ehadiyetini göstermek için, kesret tabakàtının müntehâsından ta mebde-i Vahdete bir hayt-ı ittisâl sûretinde bir Mi’rac ile bir ferd-i mümtazı bütün mahlûkat hesâbına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makàsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i Rubûbiyetini müşâhede etmek ve ettirmektir.”(3)
Bu üç hikmet üzerinde kısaca duralım:
- “Şu kâinatın Hàlıkı, şu kesret tabakàtında nur-u Vahdetini ve tecellî-i Ehadiyetini göstermek için, kesret tabakàtının müntehâsından ta mebde-i Vahdete bir hayt-ı ittisâl sûretinde bir Mi’rac ile...”
Kesret çokluk, vahdet ise birlik demektir. Cenâb-ı Hak kesrete bir vahdet vermekle birliğini gösterir. Mesela, beş parmak kesrettir, bunlar bir ele takılmakla vahdet meydana gelir, el kimin sanatı ise her parmak da yine onun eseridir. Karıncadan kaplana, balıktan insana kadar bir milyonu aşkın canlılar kesreti ifade ederler, onların tamamı canlı olmakta birleşirler. Bir böceğe kim hayat vermiş ise bütün canlılara hayat ihsan eden ve hayatın lâzımları olan görmeyi, işitmeyi veren de O’dur.
Bu kâinat da bir ağaç gibidir.
“Kâinat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir."(4)
Bu kesret âlemi bir ağaç olmakta birleşirler ve o ağacın en mükemmel meyvesi olan insanda vahdete ererler. Hepsi insanın hizmetindedir, hepsi ona göre yapılmış, onun ihtiyaçlarına göre terbiye ve tanzim edilmişlerdir. Bütün âlemlerin terbiyeleri Rabbü’l-âlemîn isminde vahdete ererler. Tümünü terbiye eden ancak bütün sıfatları sonsuz kemâlde olan Allah’tır.
“Kesret tabakàtının müntehâsı” insandır, “mebde-i Vahdet” ise bütün varlık âleminde hükmeden İlâhî sıfatlar ve o sıfatlara sahip olan Zât-ı İlâhîdir. Ve mi’rac, kesret tabakasının en ileri meyvesi, en büyük temsilcisi, en mükemmel insan ve en mümtaz peygamber olan Hazreti-Muhammed aleyhisselatü vesselamın Zât-ı ilâhîye muhatap olma yolculuğudur.
- “Bir ferd-i mümtazı bütün mahlûkat hesâbına, kendine muhatap ittihaz ederek,”
Peygamber Efendimiz (asm.) İlâhî huzura bütün mahlûkatı temsilen çıkmış oluyor. Allah, kâinat ağacının o en mükemmel meyvesini ve insanlık âleminin o en mümtaz ferdini muhatap ittihaz ederek; “Makàsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek” irade etmiştir.
“Ben cinleri ve insanları (başka bir gaye için değil) ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariat, 51/56)
mealindeki âyet-i kerîmenin kat’i hükmüyle makasıd-ı ilâhîye insanların ve cinlerin ibadet etmeleri, yani Allah’ın razı olduğu sıfatlarla, hallerle donanmaları ve razı olduğu işleri yapmalarıdır.
- "Ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir."
İlâhî maksatlar içerisinde tefekkürün özel bir yeri vardır. Buna göre bütün insanlar ve cinler Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkat ayinelerinde tecelli ettirdiği cemâl ve kemâlini seyrederek tekbir, hamd ve tesbih etmekle vazifelidirler. Bu görevi en mükemmel olarak yerine getirenler başta peygamberler ve onlar içerisinde de bütün enbiyanın reisi ve bütün evliyanın seyyidi olan Resûllulah Efendimizdir (asm.).
Buna göre, mi’racın önemli bir hikmeti, Allah Resûlünün bu temaşası, tefekkürü, hamdi ve tesbihidir.
Cenâb-ı Hakk’ın kendi “cemâl-i san’atını ve kemâl-i rububiyetini” Peygamberimiz (asm)'in nazarıyla müşahede etmesi meselesine gelince, burada Üstad Hazretlerinin şu çok önemli tesbitini nazara almak gerekiyor:
"Hem İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir."(5)
Kur’an ayetleri için söylenen bu hakikat, kâinat kitabının temaşa ve tefekküründe de aynen geçerlidir. Yani, O Zâtın (asm.) bu âlemi temaşa keyfiyeti insan idrakinin çok ötelerindedir. Onun (asm.) bir temaşası bir peygamberin bütün ömrü boyunca yaptığı temaşalara denk gelebilir. Cenâb-ı Hakk’ın kendi cemâl ve kemâlini göstermek istemesi, en ileri derecesiyle Allah Resûlünde (asm.) tahakkuk etmiştir. Onun bu temaşa ve tefekkürünü de yaratan Allah olduğuna göre, kendi cemâl ve kemâlini o en büyük resûlünün nazarıyla da temaşa etmiş oluyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas.
(2) bk. Kastamonu Lahikası, 120. Mektup.
(3) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas.
(4) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
(5) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz.