Nokta Risalesindeki "Saadet-i Ebediyeye Muktazi Vardır" bölümündeki medarları farkları ile izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"BİRİNCİ MEDAR: Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahât-ı ihtiyar ve lemeât-ı kast görünür. Hattâ, her şeyde bir nur-u kast, her şe'nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem'a-i ihtiyar, her terkipte bir şule-i hikmet, semerâtının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor."
"İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt ve niseb, hebâ olup gider. Demek, nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyleyse, nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor."
Bu medarda, kâinattaki düzenin ve intizamın sonsuz mutluluğa, yani ahiret alemine şahitliği işleniyor. Sağlam bir düzen ve intizam ancak ceza ve mükafat temelinde durur. Bir düzenin ceza ve mükafat olgusu yok ise, o düzen önemsiz ve vahi bir seviyede kalır. Yani neticesi ve sonucu olmayan kısır bir döngüye çevrilir.
Güneş'in bir intizam içinde dönmesinde ahiret aleminin büyük bir katkısı var. Zira bu kainat ahiret aleminin bir vitrini gibidir. Vitrindeki nizam ve intizam da arkasındaki asıl maksada işaret ve hizmet eder. Yani mağazadaki vitrinin güzel ve ahenkli olması, arkasındaki asıl malları pazarlamak içindir, yoksa sırf müşteriye bir hava olsun diye vitrine bir nizam ve ahenk verilmez.
"İKİNCİ MEDAR: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet, inâyet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlâhiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanıyla, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe sabit olan hikmetleri, faydaları mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen burada ihtisar ederiz."
İkinci medar, varlıkların yaratılışında gözlenen hikmet ve faydaların sonsuz mutluluğa, yani ahiret alemine şahitliği işleniyor.
Hakîm: Hikmetle muttasıf olan, mevcudatın hakikatine ve hikmetlerine vâkıf olan, iş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan demektir. Bu ismin ana noktası her şeyin hikmetli ve faydalı yaratılmasıdır. Allah bu isminin gereği olarak bütün kainatı ve mahlukatı hikmet ve faydalar ile donatmıştır. Bir ağaca dalları ve çiçekleri adedince menfaat ve faydalar takmıştır. Bir azaya yüzlerce vazife ve hikmetler takarak Hakim isminin manasını ve gereğini şuur sahiplerine izhar ve ilan ediyor.
Sonsuz hikmeti, eserleri ile sabit olan Allah’ın, ahiret yurdunu kurmayıp, insanları yokluk ve hiçlik kuyusuna atması Hakim ismi ve hikmetle bağdaşmaz. Yani Hakim ismi ve hikmet manası ahiret yurdunun kurulmasını iktiza edip istiyor. Ahiretsizlik hikmetsizliktir, Allah ise hikmetsiz iş yapmaktan mukaddes ve münezzehtir.
Allah bu dünyayı tanzim ederken, ahiretin gerekliliğine ve ona işaret olacak bir şekilde tanzim etmiştir. Dünya ahirete bir vitrin ve numune olmasından, Allah’ın isim ve sıfatlarına sadece işaret ediyor, tam mazhar olamıyor. Dünyada tecelli eden isim ve sıfatlar kurgu ve vazife olarak kemaldedir, ama bütünü ile tecelli etme noktasında kemalde değildir. Zira isim ve sıfatlar tecelli ederken, kendi sonsuz mana ve kemalini gösterme meylinde iken, başka bir isim onu mizana çeker, genel maksadı ve gayeyi bozdurmadan onu sınırlandırır. Bu da o isimlerin kemali ile tecelli edeceği bir saha ister ki, bu saha ancak ahiret hayatıdır.
Hakim isminin tecellisi olan hikmeti genel intizam içinde değerlendirirsek, kemaldedir, ama sadece kendi manası açısından bakarsak ahirete nispeten tam tecellisinin görünmediği yerler vardır. Gerçi o da başka bir hikmete bakar; mesela ebedi yaşama arzusunu insanın fıtratına hikmet takmış, ama ölümü de yaratmış. Sadece bu açıdan bakacak olursak, ya da ahireti hariç tutarsak, hikmetsiz bir tablo gibi durur, ama genel intizamın tamamı açısından bakarsak, yani diğer isimlerin de işin içinde olduğunu düşünürsek, hikmetin kemalde olduğunu anlarız.
Tabiri caiz ise, bir yatırımcı bütün sermaye ve birikimini vitrin ve numuneye yatırmaz, asıl işi için harcar; ama asıl işini iyi tanıtacak ve reklamını tam yapacak bir vitrini de mükemmel olarak tanzim eder. Allah dünyayı ahretin bir vitrini şeklinde tanzim ettiği için, dünyadaki bütün sistem ve işler ahretin tanıtımı ve reklamı için düzenlenmiştir. Öyle ise isim ve sıfatlar bu dünya vitrininde kafi derecede tecelli ederken, asıl yeri ahiret de ise tam tecelli edecektir. Hakim ismine de bu nazarla bakarsak, her şeyi hikmet ile yaratan Allah her hikmeti ile ahirete işaret ediyor diyebiliriz.
Mesela, beka duygusunu verip, bu duyguyu tatmin edecek ahireti icat etmemek Allah’ın sonsuz hikmeti ile bağdaşmaz. Öyle ise Hakim ismi ahireti gerektirir denilebilir. Bu ölçüyü diğer bütün hikmet ve duygulara da tatbik edebiliriz. Gözü verip gözün göreceği manzaraları yaratmamak nasıl hikmetsizlik ise, gözün fena ve zevale mahkum olması da aynı derecede hikmetsizlik olur. Hikmete uygun olan ise, gözün cennette ebedi manzaralara ebedi bir şekilde entegre olması ile mümkündür...
"ÜÇÜNCÜ MEDAR: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehadetleriyle sabit olan hilkat-i mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder."
"Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin, her şeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sureti ve en güzel keyfiyeti ihtiyar ve intihap etmesidir ve bazan bir şeyi yüz vazifeyle tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gayeleri takmasıdır. Madem israf yok ve abesiyet olmaz. Elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, her şeyi abes eder, her şey israf olur."
"Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menâfiü'l-âzâ şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir."
"Öyleyse, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzet olduğunu kat'î olarak ilân eder."
"Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı mâneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudatın hilâfına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden, kısa kesiyoruz."(1)
Allah, kainatta hiçbir şeyi hikmetsiz ve gayesiz yaratmamıştır. Her şeye bir plan ve program dahilinde, gaye ve menfaatler takmıştır.
Mesela; gözün hikmet ve gayesi görmektir. Görmek için görüntü alemi gerekir ki; Allah bu alemi göz için yaratmıştır. Kulağın hikmet ve gayesi duymaktır. Allah bu hikmetin abes ve boş kalmaması için, sesler alemini yaratmıştır vs. Allah kainatta her bir şeye bir hikmet ve gaye taktığı gibi, bunlara cevap ve karşılık olacak alemleri de yaratmıştır. Şayet gözü yaratıp, görüntü alemini yaratmasa idi, bu abes ve israf olurdu. Kulak yaratılıp, sesin yaratılmaması da hakeza aynıdır. İşte kainattaki bu ilişkiler, Allah’ın sonsuz hikmet sahibi olduğunu bize ilan ediyor.
Buradan yola çıkarak, insan mahiyetinde bu dünyaya yerleşmeyen ve bu dünya hayatı ile tatmin olmayan sayısız hissiyat ve cihazlar işareti ile, başka daimi ve ebedi bir alemin olduğuna intikal ediyoruz.
Mesela; insandaki aşkı beka, yani ebedi yaşama arzusu önemli bir hissiyattır. Bu hissiyat dünya hayatına sığıp yerleşmiyor. Zira dünya hayatı çok defi ve ani bir hayattır, her şeyi ile fenaya ve yokluğa mahkumdur. Öyle ise bu hissiyat, sadece bu dünya için insanın mahiyetine takılmamıştır. Bu hissiyatın yüzü başka bir aleme bakıyor ve bize o alemi gösteriyor.
Şayet başka ve daimi bir alem olmazsa, bu hissiyat boşta kalıp abes olacak. Halbuki yukarıda ifade edildiği gibi, Allah sonsuz hikmet sahibidir, ondan abes bir iş çıkmaz. Demek bu hissiyatın tatmin edileceği bir alemi, Allah’ın insanlara ihzar ettiği mantıken zaruridir. Tıpkı gözün görme alemi ile olan zaruri gerekliliği gibi, bu hissiyatla ahiret alemi arasında da zaruri bir gereklilik vardır. Şayet bu gerekliliğin şartları oluşmaz ise, yani biri varken, diğeri olmaz ise, bu abesle iştigal ve israf olur ki; Allah bundan münezzeh ve mukaddestir.
"DÖRDÜNCÜ MENBA: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî vücud-u haricî giyseydi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde, ölmeyerek bâki kalır."(2)
Üstad Hazretleri burada bitkilerin de bir kanunları olduğunu söylüyor ve bu kanunların baki ve devamlı olduğuna vurgu yapıyor. Hatta bitkilerin oluşumunda hükümferma olan bu kanunlar bir çeşit bitkilerin ruhu hükmündedir. Şayet bu kanunlara harici bir vücut giydirilse ve başına da şuur takılsa, bunlar da insan olabilir bir mahiyettedir. Halbuki bitkiler ve ruhu hükmünde olan kanunlar insanın çok altında ve basit oldukları halde böyle devamlılığa ve bekaya mazhar oluyorlar ise, elbette ondan daha mükemmel olan insan ve ruhu bekaya ve devamlılığa daha çok layıktırlar denilerek ruhun bekası ispat ediliyor.
"BEŞİNCİ MEDAR: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdut istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüt eden gayr-ı mütenâhi efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor. ..."
Beşinci Medar'da genel hatları ile insanın yaratılışındaki sonsuz mutluluk isteğinin, sonsuz mutluluğa ve sonsuz hayata şahit olduğu izah ediliyor.
İnsandaki bu aşk-ı beka duygusu sanki mükemmel bir akıl ve mana gibi, ebedi alemin vücuduna delil ve burhan oluyor. Yani bu duygunun izlerini takip eden birisi, ebedi yurt olan cennet ve cehennemi bulabilir. Her şeyi hikmetle donatan ve hikmetini kati olarak ispat eden Allah, aşk-ı beka duygusunu verip, onun mukabili olan ebed yurdunu vermemesi hikmetsizlik olacağı için, bu duygu şuurlu bir şekilde bekaya delil oluyor ve ebedi alemlere işaret ediyor.
İnsanın bütün maddi ve manevi cihazlarının keyfiyetine bakıldığında, kısacık ve geçici olan bu dünya için yaratılmadıkları anlaşılır. Yani insanın manevi latife ve duygularının genişliği ve ebediyeti istemesi bu dünya çuvalına sığmıyor. Ancak ahiret gibi ebedi ve geniş bir alem ile mutmain olur. İnsan duygularının bu ortak tavrı ve vasfına Üstad Hazretleri, ebediyeti isteyen ve ona özlem duyan sanki şuurlu bir sırr-ı insani adını veriyor.
Midenin açlığı ve acıkması, insanlık için yemek yemenin büyük bir ihtiyaç olduğunun en büyük bir ispatı ve şahididir. Yani midenin açlığı yemek ve rızkın şahididir. Gözün görmek için tasarlanması ve görme kabiliyeti, görüntü aleminin ispatı ve şahididir. Burnun koklamaya kabil olması kokular aleminin şahididir vs...
Kayısı çekirdeğinin fıtratı, yani plan ve programı, hal dili ile "Ben kayısı ağacı olacağım." der ve Allah’ın izni ile kaysı ağacı olur. Erik çekirdeği erik ağacı, karpuz çekirdeği karpuz olacağını söyler, asla şaşmaz...
İnsanın fıtratında da benzer durumlar var. Mesela, insandaki aşk-ı beka duygusu bir plan ve program gibi beka yurduna şahitlik ediyor ve oraya sadık bir levha gibidir. Kalbin baki muhabbet hissi ise baki bir cemale işaret ediyor. Her bir duygu ve aza ihtiyaç ve fıtrat dili ile bir aleme kati şahitlik ediyor. İnsanın külli fıtratı dikkatle okunursa, her bir aleme bir gönderme ve levhalık yönlerini görebiliriz.
"ALTINCI MEDAR: Rahmân-ı Rahîm olan şu mevcudatın Sâni-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nıkmetlikten halâs eden ve mevcudatı firak-ı ebedîden hasıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe’nindendir ki, beşerden esirgemesin."
Allah’ın sonsuz şefkati ebedi bir yurdun tesis edilmesini iktiza ediyor. Zira sonsuz şefkat sonsuz ölüm ve yokluğu kabul etmez. Allah’ın sonsuz şefkati insanların dirilmemek üzere ebedi yok olmalarına müsaade etmez.
"YEDİNCİ MEDAR: Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizâbat, bütün iştiyâkat, bütün terahhumat birer mânâdır, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyedir ki, şu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinin lütuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarure, bilbedâhe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor."
İnsanlara sonsuz lütuf ve ihsanda bulunan bir Zat elbette en büyük lütuf ve ihsan olan bekayı onlardan esirgemez. Lütuf ve ihsan belki şefkat ile aynı gibi durabilirler, ama farklı manalara gelip ve farklı isimlere dayanıyorlar. Lütuf, Latif ismine, İhsan Mün’im’e bakar, şefkat ise Rahman ve Rahim isimlerine bakarlar.
"SEKİZİNCİ MEDAR: İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, 'Ebed, ebed!' sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin Hâtimesi bu hakikati göstermiştir."
İnsanın iç dünyasını temsil eden vicdanın ahreti iktiza etmesine işaret ediyor. İncizap, çekilmeye müsait olma halidir. Yani insan vicdanında çekilmeye müsait haller ve duygular vardır demektir ki, bu haller birer pencere, birer delik mesabesindedirler. Bu delikler hem ahreti gösterirler, hem de iktiza ederler.
Cazib ise, çekilmeye müsait olan o latife ve duyguları kendine çeken şey anlamındadır. Yani ahiretin sonsuz cemal ve kemali bir cazibe kaynağıdır. İnsanın mahiyetindeki bütün duyguları kendine çekiyor demektir. Bu çekme ve çekilme ilişkisi ahiret hayatının vücudunu iktiza ediyor.
"DOKUZUNCU MEDAR: Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarıdır. Evet, o zâtın (a.s.m.) sözleri saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun (a.s.m.) kelâmları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zaten bütün enbiyanın (aleyhimüsselâm) icmâını ve bütün evliyanın tevatürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvâları, tevhid-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba şu kuvveti sarsacak birşey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati şu hakikati pek zâhir bir surette göstermiştir."
Hazreti Peygamber Efendimiz (asm)'in tevhitten sonraki en büyük duası ve davası, haşir ve saadet-i ebedi olmuştur. Onun için felekleri yaratan Allah, elbette yine onun için haşir ve saadet-i ebediyeyi yaratır. Üstelik onun bu dua ve davasına binlerce peygamber, milyonlarca evliya iştirak edip amin diyorlar. Böyle bir duanın sonsuz rahmet ve kerem sahibi olan Allah tarafından geri çevrilmesi kabil ve mümkün değildir.
"ONUNCU MEDAR: On üç asırda yedi vecihle i'câzını muhafaza eden ve, Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet envâ-ı i'câzıyla mucize olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın ihbârât-ı kat'iyesidir. Evet, o Kur'ân'ın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlâk-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftahıdır."(3)
Haşrin olacağına ve olması gerektiğine en büyük şahit ve en büyük delil, Allah’ın kelam-ı ezelisi olan Kur’an-ı Kerim'dir. Evet, yedi yönü ile mucize olan Kur’an, binlerce ayeti ile haşrin olacağını haber vermiş ve muktazilerini ayetleri ile ilan etmiştir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.
(2) bk. a.g.e.
(3) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat, 5-10. Medar.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü