ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler.

Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alperen

Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar.

1971'de işte böyle bir zatı kaybetmiştik. İstanbul Fatih Camii'nde on bini aşmış insanın kıldığı cenaze namazından sonra, eller ve başlar üzerinde Eyüb Sultan Kabristanı'na kadar götürülüp, buraya defnedilmişti.

Bu müstesna Kur'ân talebesi Ermenekli Mehmed Ziver Gündüzalp'ti. Üstad Bediüzzaman, Ziver, yani süs mânâsındaki ismi, büyük sahabilerden Zübeyir b. Avvam Hazretlerinin mukaddes ve mübarek ismiyle değiştirmişti.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alperendi.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisi idi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı, Kafkas Kartalı İmam Şamil'in ruh ve edâsı ile dolu idi. Zaten neseben de kendileri Kafkasyalıydı. İstiklâl Harbinin acı günlerinden sonraki Mütareke günlerinde Ermenek'te dünyaya gelen bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana:

"Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur."

Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan Malazgirt'e, Niğbolu'ya, Mohaç'a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa'ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta'nın güller dünyasında, Emirdağ'ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa'da kalmıştı. 27 Mayıs'tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa'dan Ankara'ya gitmiş, bilahare son on yılını İstanbul'da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur'ân'ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu.

1964'ün sonbaharında Eskişehir'de muhterem Abdülvahid Tabakçı'nın nur kokan hanesinde tanımıştım bu azizi. Lütufkâr alâkalarıyla üç gün misafiri olmakla şerefyâb olmuştum.

Açık alnı yılların izini taşıyan alın çizgileri ve yanlardan dökülmüş saçları.

Ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehre.

Tane tane, sert ve yol gösteren kelimeler ve konuşmalar.

İslâm'ın yüce tarihindeki meseleleri, nurlardaki bahislerle birleştirilerek anlatışlar.

İslâm'ın dertlisi

Feregat ve fedakârlığın doruk noktasını ifade eden, şu mısraları müteaddit defalar, iri harflerle bana yazdırarak, odasına bir levha halinde asmıştı:

"Muarradır, feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan,
Bize dad-ı ezeldir, zîrden, bâlâdan istiğna.
Çekildik, neşve-i ümitten, tûl-u emellerden,
Öyle mecnunuz ki; ettik vuslat-ı leyladan istiğna."

Kara sevda

Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:

"Ben Risale-i Nurlarla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda 'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?"

diye sorular yöneltiyordu.

Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut.

Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi.

Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır.

Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu.

Bahtsız insanların, Kur'an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimlerin, Sinanların edası içinde, İstanbul'daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki... Bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!

Üstad'ın hizmetinde

Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülasa her şeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti.

Günün birinde, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber Şah'ı, Emirdağ'dan yolcu etmek için; bu zatla birlikte on kilometre kadar yola iştirak ettikten sonra, Ekber Şah'la vedalaşırken, karşı istikametten gelen başka bir arabadan da, sevgili Kur'an talebesi Zübeyir Gündüzalp çıkagelmişti nurlu Üstad'ın yanına. Bu esnada Üstad şunları ifade ediyordu:

"Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz!"

Bu vedâ ve mülakattan sonra ise nurlu Üstad: "Hayır hayır, ben Zübeyir'i karşılamaya geldim!" diye düşüncelerini dile getiriyordu.

İki ermişin latifesi

Kur'ân'a hizmet yolunun gönüllü erlerinden olduğumuz günlerde, İstanbul Fatih-Çarşamba-Beyceğiz semtindeki bir Nur meclisinde cereyan eden tatlı bir hatırayı da, Mehmet Kaya namındaki gönül dostu, Nur talebesi şöyle anlatmaktadır:

Toplanan genç cemaatte Albay İbrahim Hulusi Yahyagil ve Zübeyir Gündüzalp ve Mustafa Sungur da bulunmaktadır. Merhum Hulusi Bey yapılan dersi hatıralarla izah ederken, Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimiz de kapının yanında, her zamanki haliyle, diz üstü oturmuş, derin bir sessizlik ve huşu içinde Nur albayının derslerini dinliyordu. Ders esnasında Hulusi Bey, kendilerine dönerek:

"Hazret! Vaziyetin ve haletin ermişlere benziyor..." diye latif bir şaka yapınca, anında Zübeyir Gündüzalp, Albay Hulusî Beye şu latifeyle cevap veriyordu:

"Efendim, ermiş konuşuyor..."

Gerçek büyüklerin şaka ve latifeleri bile büyük ve latif olmaktadır. Çünkü ermişlerin bahçesi Kur'ân kokusu ve Medine sürmesiyle sürmelenmiştir.

"Yanmayan, yakamaz!"

Konuştuğu zamanlarda gür ve tok sesiyle, kesin ve keskin cümleler kullanırdı. Sözler ağzından vecizeler halinde dökülürdü. Muhatabını ikna eden, ona yön veren, hedef gösteren cümle ve fikirler serdederdi.

İstanbul-Süleymaniye'nin aydınlık dershanesinde, Kirazlı Mescid'in saadet dünyasına, dünyanın çeşitli belde ve ülkelerinden birçok alim insanlar gelirdi. Bunlara tesadüf ettiğim üç insan tercümanlık yaparlardı. Bazen merhum Gündüzalp Ağabey öyle ateşli ve âhenkli bir şekilde anlatırdı ki; gelen yabancılar, Türkçe bilmedikleri halde, tercümanlar da, daha tercüme etmedikleri halde, gülerek, Zübeyir Gündüzalp, anlatmak istediği o ateşîn cümle ve mânâları anladıklarını söylerlerdi. Artık tercümeye lüzum olmadığını ifade ederlerdi. En ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm alimleri yanından sevinçlerle, ümit ve şevkle ayrılırlardı. Hazret-i Mevlânâ'nın veciz bir ifadesini duymuştum. Büyük Celaleddin Rumi Hazretleri, çok büyük bir gerçeği veciz şeklinde ifade buyurmuş.

İşte, Kafkasları'ın bu alperen insanı, Kafkas insanın Mücahid ruhunu alan bu insan, inandığı kesin hakikatın Kur'ân gerçeğini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı. Kalbindeki iman ateşiyle konuştuğu kimseleri hemen yakardı.

Hayatı İslâm'ın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur'ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.

"Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah!" diyen sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi her şeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden bir zat-ı alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp'iydi bu yiğit adam.

Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun 'Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur'ân yolunda hizmet etmek isteyenlere her şeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.

Zübeyir Gündüzalp'in kısaca hayatı

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler. Baba tarafından dedesinin lâkabı Zeyvergil, ana tarafından dedesinin lâkabı ise Hurşit Çavuşlar. Hurşit Çavuşlar yedi kardeşmişler, Rus istilâ ve belâsından sonra, bu kardeşler bir daha birbirlerini görmeden ebediyete göçmüşler. Zübeyir Gündüzalp'in ailesi Ermenek'te Zeyvergil diye tanınmaktadır.

Zübeyir Gündüzalp, İstiklâl Harbi'nin en buhranlı günlerinde, Ermenek'in Zaviye Mahallesinede -yeni ismi Taşbaşı- hayata gözlerini açmıştı.

Ezan sesiyle kulağına ismini Zeyver diye koymuşlar. Sonradan Üstadı bu ismi Zübeyir diye değiştirmiş.

Mehmed Efendi ile Seyyide Hanım'ın dört evlâdı vardır. Bunlardan ikisi erkek, ikisi kız. Babaları 1968'de, anneleri ise 1975'de vefat etmiştir.

Merhum Zübeyir Gündüzalp, ilkokul tahsilini Ermenek'te tamamlar. Küçükken çabuk sinirlenir, kardeşlerini ve komşu çocukları dövermiş. Annesi küçüklüğünde yaramaz olduğunu, ele avuca sığmadığı ve çok cesur olduğunu anlatmıştı.

Ermenek Postahanesi'nde birkaç sene memur olarak çalışır. Bu sırada teftişe gelen bir müfettiş, çok genç olan Zübeyir Gündüzalp'in mors alfabesiyle telgraf alışını çok beğenmiş. Kendisine biraz daha tahsil yapmasını, ileride tahsili olmayanların meslekte yükselemeyeceklerini hatırlatmıştır. Bunun üzerine , Ermenek'te ortaokul bulunmadığı için Silifke'ye gider. 1939 senesinde ortaokulu Silifke'de bitirerek memleketine döner. Daha sonra Konya'da açılan bir imtihana girer ve imtihanı kazanarak Ermenek'te postahane memurluğuna tekrar başlar. Bir müddet burada çalıştıktan sonra askere gider. Balıkesir'in Susurluk kazasında askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Konya Postahanesi'nde telgraf muhabere memuru olarak çalışır.

Risale-i Nur'u tanıması

İşte, İslâm kahramanı merhum Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur Külliyatı'nı bu memurluğu sırasında tanımak şerefine nail olur. Konya'nın tanınmış tüccarlarından Feyzi, Mehdi ve Şehid Tayyarece Ömer Beyin babaları Sabri Halıcı vasıtasıyla Nur Risalelerini okumaya başlamış. 1944 senelerini takip eden yıllarda Konya'da Zübeyir Gündüzalp'le beraber münevver ve imanlı bir gençlik grubu, Nur Risalelerini tanır. Bu zatlardan tesbit edebildiğimiz isimler şunlardır: Muhsin Alev, Ziya Arun, Ziya Nur Aksun, Kâmil Öztürk, Ahmet Atak, Feyzi, Mehdi ve Ömer Halıcı kardeşler.

Merhum Zübeyir Gündüzalp'in küçük kardeşi Haydar Bey, 1945 senesinde Konya'ya gittiği zaman, ağabeyinin Muhsin Alev'le bir evde beraber kaldıklarını ve kendisine Nurlardan bahsettiğini, Üstad'ının büyük bir İslam âlimi olduğunu anlattığını ifade etti.

Üstadı ilk ziyareti

Gündüzalp, Üstad'ını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstad'ının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış, tekrar Üstad'ın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstad'ına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum." demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma." demiş.

Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış.

Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burada Üstad'ıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstad'ından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâm’ın bu kahraman fedaisi, Üstad'ıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş.

Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve nihayet büyük kısmı İstanbul'da dinî hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiştir.

Üstad'dan hatıralar

"Birgün Emirdağ'da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin birkaç hizmetkârıyla bir çınar ağacına gittik. Üstad çınar ağacına çıktı. 'Burası benim medresemdir, ders okuyun' dedi. Biz de okuduk. 'Duymuyorum' diyerek faytonda olan iple üç kişi belimizden ağacın gövdesine bağladı ve bize iki-üç saat ders yaptı."

"Umumî bir vasıta ile bir gün Eskişehir'e gidiyoruz. Yanımızda da bir yabancı vardı. Sigara içiyordu. Ben de hiddetlenmiştim. Adama tokat vursam veya lâf söylesem Üstad Hazretleri kızacak diye düşünürken, baktım, Üstad Hazretlerinin yanında bir kişilik yer açıldı. Kalktım, oraya oturdum. Üstadımız ise hiçbir şey söylemedi, sükût etti."

"Bir gün otomobille büyük bir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, 'Ekmeği sizin, tefekkürü benim.' dedi.

* * *

"Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Hz. Üstadımız her ne zaman olursa olsun, çaya ve limon konulacak yemeklere limon damlatırdı. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öğle vakti pek az, birkaç lokma bir taam alırdı. İkindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Ancak akşam namazından sonra okuyacağı esnada limonlu bir bardak çay içerdi.

"Yatsı namazından sonra Resul-i Ekreme (a.s.m.) imtisalen hemen yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokmacık taam yerdi. Sonra 'Âyete'l-Kürsî' yi okur, yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar, evradını okurdu, sabah namazından evvel veya sonraya kadar. Sabah namazını erken edâ ederek yanında bulunan hizmetkârlarına, basılan kitaplardan ders yaptırır, kendisi de eski hurufla yazılı aslından takip ederdi.

"Üstad Hazretleri çorba olarak pirinç ve şehriye yerdi. İçine yumurta kırdırırdı. (Bunu 75 yaşından sonra yerdi. Yemeğin üzerine 4-5 habbe üzüm yerdi. Her habbeyi yiyişinde Besmele okurdu. 75-80 yaşlarında ömrünün sonuna kadar gördüğüme göre, kabuklarını soyar, çekirdeklerini çıkarır, yanındaki hizmetkârlarına lütfederdi.

* * *

"Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bir âyet-i kerimeye mânâ vererek, bir camide vaaz veriyor. Camide bulunan âlimler, şeyhler, ahali öyle müessir ve emsalsiz tefsiri, kütüb-ü İslâmiyede ve Kur'ân tefsirlerinde göremiyorlar. Çok hayran olup Üstadımıza minnettar oluyorlar. Fakat kıskanç bir şeyh, iki mürîdine emrediyor. 'Bediüzzaman'ı, sık sık gelip geçtiği şu tenha geçitte akşam namazından sonra mavzerle vurun!' diyor. Şeyhin müridleri aynı günde akşam namazından sonra, mezkûr geçitte Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin oradan geçmesini bekliyorlar. Hazreti Üstad geçide yaklaşınca o iki mavzerli müridleri görüyor. O iki mürid de Hazreti Üstadı görür görmez mavzerleri hemen kaldırıp Üstada ateş etmek üzere iken, kolları felç tutmuş gibi oluyor, mavzerler yere düşüyor. Merhum Üstad-ı Pâkimiz o iki müridin omuzlarına mübarek kollarını koyuyor ve 'Kabahat sizin değildir, ben size hakkımı helâl ediyorum' diyerek yoluna devam edip tek başına gidiyor.

"Bu harikulade hâdise o gün şâyi oluyor. Merhum Üstad o zamanlar çok genç olduğundan, yaşlı ve büyük bazı âlim ve şeyhler, Üstad'ın 'Bediüzzaman' lâkabını benimseyemiyorlardı. Fakat bu hâdiseden sonra hakikaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerinin 'Bediüzzaman' olduğunu tasdik ve takdir ediyorlar."

Zübeyir Gündüzalp'in notlarından seçmeler

Kur'ân nurlarından sadık talebesi, İslâmiyetin fedakâr hizmetkârı, rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dersinden, sohbet ve nasihatlarından zaman zaman istifade edip feyiz alırdık. Yazılacak bir makalede kâğıt kullanma şeklinden, Üstada ait herhangi bir hatıraya kadar birçok mevzuların üzerinde ciddiyetle durur; gayet net ve keskin ifadelerle, yaptığı izahlarla muhatabını aydınlatırdı. İlk günkü görüşmemizden en son görüştüğümüz günlere kadar daima yazmanın ehemmiyet ve faydalarını anlatırdı. Zaman zaman da "müellif efendi" diye takılarak, lâtife yapardı. Küçük çocuklara öğretmek için hazırladığı kelimeler defteri, hadis mealleri ve İslâmî sözlerden derlediği birçok defterleri bulunmaktadır.

Bu notlardan bazılarını takdim ediyoruz:

Bilgili insan

"Bilgili insan güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır.

"Bir kimse bir saat ilim tahsil ederse, bir geceyi ihya etmekten daha hayırlıdır. Eğer bir gün ilim tahsil ederse, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır.

"Kim ilim meselelerinden bir mesele öğrenirse, öğrendiği ilmi başkalarına öğretirse, o kimseye yetmiş sıddık sevabı verilir.

İlim öğretmek

"İlim tâlimine, öğretimine memur olan insanların öğrettiği ilim ile ister amel edilsin, ister edilmesin; ücreti, ancak kabul olmuş bin rekât nafile namaz kılmaktan efdaldir. Eğer o kimsenin öğretmiş olduğu ilim ile amel edilirse, kıyamete kadar amellerin sevabı o kimsenin defterine yazılır.

Enbiya hakkında sohbet ayn-ı ibadettir

"Enbiyâ-yı izamdan (büyük peygamberlerden) her birinin gerek isimleri ve gerek ibadet ve ahlâklarından bahisler etmek, ayn-ı ibadettir. Kezâlik, salih, yani ehl-i takva denilen ve Sünnet-i Seniyyeden ayrılmayan ve bid'a ile amel etmeyen kimseleri sevmek, hallerinden bahsetmek keffâretü'z-zünûbtur (günahlara keffarettir).

Ey nefsim!

"Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır.

"Hem, erkek ve kadın için ilme çalışmak, cahillik bataklıklarında batmamak farzdır. Cenab-ı Hakk'ın ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin emridir.

"Her türlü belâlar, şer ve azaplar, dinimizi iyi bilmemezlikten, tahkikî iman ilminin nurundan ve feyzinden mahrum kalmaklıktan, cehalet karanlıklarından ileri gelir. Her nevi saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf güzellikler, tahkikî iman ilmi ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir.

İslâm büyüklerinin hayatı ve hatıraları genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın fırtınalı ve dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler. Hayatını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri ise, dünyada birer kutup yıldızı oldukları gibi, ukbâda da günahkârların şefaatçisi olurlar.

İman ilmi

"Ey genç kardeşim ve zamanlarını hayhuylu, başıboş yaratıklar gibi boşluklar içerisinde geçiren sersem nefsim! Bu yaşa geldin, çocukluktan çıktın. Çocuklar var ki, sen onlardan geçersin. Sakallı çocuk olmak, bir insan için maskaralık, çirkinlik ve kötülük alâmetidir.

"Halbuki sana yakışan, senin taze ve şirin gençliğine yaraşan, hoplayıp zıplamayı bırakıp, olgun ve yüksek bir Müslüman namzedi olarak ilm-i imana çalışmak, İslâmiyetin yüce bilgisiyle bilgin olmaya gayret etmektir. Allah'a ibadet ve itaat edip, namaz ve ibadete sarılıp, güzel gençliğini çirkinleşmekten, gençlik günlerini boşu boşuna öldürmekten kurtarmaktır.

"Kendini bir yokla. Ben seni görüyorum ki, sende parlak ve ebedî bir istikbali kazanmak kabiliyeti var. Bu istidat senin gençlik ruhunun nurundan fışkırarak, senin manevî ve maddî simanda ışıldamakta, gözlerinden okumaya ve Allah'a ibadete olan sevgi kıvılcımları pırıl pırıl pırıldamaktadır. Bu nurları karartmamayı, bu ışıkları söndürmemeyi aklın ve kalbin sana feryad ü figânla ihtar ediyor.

"Ruhun , derinliklerde 'Oku! Allah'ın bahtiyar bir kulu, cemiyetin gülü, İslâmiyetin bülbülü ol!' diye İlâhî bir sada ile sana sesleniyor. Bu sadaya kulak verip nur-u Kur'ân'la ilim ve irfan sahibi olarak iki cihadın saadetiyle mes'ud ol!

"Ah, nur kardeşim! Sözlerin, senin bu sevimli özleyişlerin, senin bu sevgi dolu tavsiyelerin beni iman, İslâm ve Kur'ân yolunu öğretmek yolunda nur-u Kur'ân, nuruna kaptırdı.

* * *

"Ya İlâhî ve Rabbî! Kusurlarımı affeyle! Beni Kendine kul kabul eyle. Beni nur-u imanla münevver eyle. Emanetinin alınma zamanına kadar beni emanette emin kıl.

Merhamet

"Merhametsizliğin bir alâmeti, nisyan-ı nefisle, kendi kusurlarını unutmakla din kardeşlerinin her birinde bir kusur bulmak, onlara karşı sevgisini ve merhametini kaybederek tenkid gözlüğünü takınmaktır. Kendi kusurlarına; yakını uzaklaştırıcı, sisli gösterici âletle bakıp, din kardeşinin kusurlarına ise mikroskopla bakmaktadır. Böyle fertlerden mürekkep yiğitler, kuvvetsiz cılızlardır. Kendi kusurlarını gören, ihvanlarınınkini örten; kendi kabahatini büyük, din ve dâvâ kardeşinin kabahatini küçük gören, hattâ görmeyen Müslümanlar, Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olan, yüksek ahlâklı, yüksek seciyeli Müslümanlardır, ehli iman nişanını taşıyan dindarlardır. Öyle fertlerden müteşekkil azlar, çoktur. Küçükler, büyüktür. Zaifler, kuvvetlidir.

"Merhametsizlikten, münekkitlikten kurtulma yolunda ilerle, ey kardeş! Aksi halde, ya yakında, ya uzakta, ya dünyada; ya Hakk'tan, ya halktan inmesin sana adem-i merhamet. Zira, "Men dakka dukka" (Eden bulur). Merhametsizlik etme, sonra merhametli dosttan dahi merhametsizlik görürsün. Eğer görmezsen dünyaya mukabil, ukbada görürsün muzaaf ceza, bunu bil.

"Merhametsizliği körükleyen, hürmetsizliği alevlendiren öfke zamanındaki hürmet ve muhabbet, cennetmekân kimselerin güzelliklerindendir.

"Öfke zamanında hürmet ve merhamet en güzel ahlâktır.

"Merhamet tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder.

"Güya kendisi kusurdan müberrâ olmuş, hata ve yanlışlardan kurtulmuş gibi, çoklarının ve içinde yaşadığı muhitteki ehl-i imanın kusurları ile fiilen, amelen ve hayalen uğraşmak merhametsizliktir. Bu fena huya sahip olanlar, bu tehlikeli merhametsizliği işleyenler, nisyan-ı nefs illetine tutulmuş ve nefsinin şımarmış olması ihtimalinden titresinler. Ef nefsim! Sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla, kendini tecessüs et; ancak nefsine müfettiş, nefs-i emmârene murakıp olmak yüksekliğine çık.

Sabır ve rıfk

"Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar: 'Faziletiniz nedir?' Onlar da, 'Zulme uğradığımız vakit saberderdik; bize kötülük edilince de rıfk ile davranırdık.' diye cevap verirler.

Hadis meâlleri

"Allahu Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği ecir, sevap ve mükâfatları, rıfk ve mülâyemete, yumuşaklığa verir. Rıfktan mahrum olan ev halkı, çok şeylerden mahrum olurlar.

"Rıfktan (şefkatten) mahrum olanlar, hayırdan, sevaplı amellerden mahrum kalırlar.

Hilm

"Hiddete getirilince kızmayıp, hilm ve sabır gösteren kimse, Allah sevgisine mazhar olur.

Sabır ve bağışlamak

"Peygamberimiz sorar:

"Allah Teâlâ'nın, şerefleri ne ile kıymetlendirdiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size bildireyim mi?'

"Ashab-ı Kiram, Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimize, 'Buyur, bildir, yâ Resulallah!' diye cevap verirler.

"Hazreti Fahr-i Kâinat Efendimiz ferman buyururlar ki:

"Sana karşı cahilâne hareket edildiği zaman, halim ve yumuşak olursun, sana zulmedenleri bağışlarsın, sana vermeyenlere sen verirsin ve senden alâkasını kesenlerle sen alâkalanırsın.'

Rıfk

"Resul-i Ekrem Efendimiz buyuruyor ki:

"Allah Teâlâ rıfk sahibidir. Her hayırlı işte rıfkı sever.'

Hiddet

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) kendisinden bir şey öğretmesini, lütfetmesini talep eden bir kimseye ferman etti:

"Hiddetlenme."

Dindar kadınlarımız

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, kadının din, namus, şeref ve hukukuna büyük ehemmiyet verirdi. Onlara rikkat ve şefkatle muamele buyururlardı. Kadınların hislerindeki inceliği, seriütteessür olduklarını, kalblerindeki hassasiyet ve merhameti çok iyi bildiğinden gönüllerini incitmemek için dikkat gösterir ve hanımların haksız yere kalplerinin kırılmaması hususlarında tavsiyelerde bulunurlardı.

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz buyurdu ki:

"Kadın, Allah'ın, kullarına en büyük hediyesidir. Allah'tan korkun, onlara zulüm ve eziyet etmeyin, onları ihmal eylemeyin.'

Kız evlâdı

"Anne ve baba, kız çocukları hakkında daha ziyade re'fetperver, şefkatli olmalıdır. Zira onların fıtratları, yaratılışları, zaif, nahif ve hassasedir. Kız çocukları daha ziyade merhamete, siyanet ve korunmaya muhtaçtır.

Üç kız evlâdı

"Hazreti Peygamber (a.s.m.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki:

"Üç kız çocuğuna nail olup da onlara, kendisine muhtaç olmayacakları zamana kadar infak ve ihsanda bulunan, nafakaların temin eden kimseye, Cenab-ı Hak cennetini vâcib kılmıştır. Meğerki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlemiş olsun veya böyle bir amelde bulunsun.'

Kız evlât

"Baba ve annenin kız evlâtları için en büyük iyilik ve en birinci vazifesi, en yüksek lütufları şudur ki, onlara iman ve İslâmiyet ilmini öğretmektir. İslâmiyete lâyık bir edep, terbiye ve ahlâkla büyütmektir. Kız yavruların insan ve cin şeytanların şerlerinden kendilerini koruyacak bir ilimle, bilgiyle yetiştirmektir. Böylece mânevî güzelliklerle ruhu parlayan bir ev kadını, bir hane hanımı olabilecek bir hâlde dünya ve âhirete hazırlanacaktır.

Ev kadını

"Bir İslâm kadını için yemek pişirmek, elbise dikmek, evinin nezafetine, temizliğine bakmak, çamaşır yıkamak, çocuğuna bakıp beslemek, erkeğinin hizmetini görmek büyük bir şereftir, iffet ve ismettir. Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden, Allah'ın emirlerini yerine getiren hanımların bütün dünyevî işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allahu Teâlâ Hazretleri kabul buyurur. Bu suretle geçici fâni ömürleri âhiret hesabına, bâki, daimî bir hayata tebdil edebilir, ebedî, sonsuz bir ömre çevirebilir.

Gaflet örneği

"En büyük gaflet örneklerinden:

"Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparlarken, herkes kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesi, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasıdır. Kendi fikirlğriyle yapılan işlerin zararlı ve iflasa doğru gittiğini hatırlatan en yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânlarının elinde bulunması, şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır. Müesseseye, sekiz-on işlerde şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden dolayı zararlar gelince de, birtakım teviller yapmak yoluna sapması, telâşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukukunu zâyi etmesidir.

"Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi; karşısındakinin izzetini kırması; İslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, 'Bana böyle dedi, şöyle dedi' gibi hiddetli mukabele etmesidir. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunmasıdır.

"Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup, iş yapmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı da anlaşılmış olur.

"Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur; münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri misilleme yapar. Birinci hareket edip kalp kırana sor: "Birinci bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim" der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.

"İslâm: muaşereti, edep ve terbiye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca 'Ben sebep oldum, özür dilerim' kâmilliğini yapmayarak, zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına yüklememelidir. Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes'eleye iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle ittiham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmamalıdırlar."

(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-III)

***

KAF­KAS ASIL­LI Zi­ver Gün­dü­zalp, 1920 Kon­ya Er­me­nek do­ğum­lu­dur. “Zü­bür’ümü kâi­na­ta de­ğiş­mem” di­yen Sev­gi­li Üs­tad’ı, kâi­na­ta be­del gördüğü bu ta­le­be­sinin adı­nı “Zü­be­yir” ola­rak de­ğiş­tir­miş­ti. Kon­ya Pos­ta­ha­ne­sin­de tel­graf me­mu­ru­y­ken, Sab­ri Ha­lı­cı ve Rı­fat Fi­li­zer Ağabey­ler ve­si­le­siy­le Nur­lar­la mü­şer­ref ol­muş­tur.

1946’da ilk de­fa Üs­tad Bediüzzaman Hazretlerini zi­ya­ret et­miş, 1948’de al­tı ay Af­yon hapishanesin­de Üs­tad Haz­ret­le­riyle be­ra­ber ha­pis yat­mış­tır. Af­yon mah­ke­me­si ken­di­si­ni yan­lış­lık­la tah­li­ye edin­ce, Üs­tad’ın­dan ay­rıl­ma­mak için bu yan­lış tah­li­ye­yi dü­zelt­tir­miş­tir. Daha son­ra­la­rı da ken­di­si­nin Nur ta­le­be­si ol­du­ğu­nu ih­bar ede­rek Üs­tad’ının ya­nın­da bu­lu­na­bil­me ça­re­le­ri­ni ara­mış­tır. 1971 yı­lın­da İstan­bul’da ve­fat eden Zü­be­yir Ağa­bey, he­nüz 51 ya­şın­da idi...

Zü­be­yir Ağa­be­yi ilk de­fa An­ka­ra’da gör­düm

Ve­fat­la­rın­dan bir se­ne ön­ce­si, ya­ni 1970 se­ne­siy­di. Bir pa­zar gü­nü, kal­dı­ğım Tan­do­ğan Me­bu­sev­ler ders­ha­ne­sin­den Ha­cı Bay­ram Ca­mii ya­nın­da­ki “27 Nu­ma­ra” isim­li Bay­ram Yüksel Ağa­be­yi­mi­zin kal­dı­ğı ders­ha­ne­ye git­miş­tim. Ni­ye­tim, Bay­ram Ağa­be­yi zi­ya­ret et­mek­ti. 27 Numaralı ders­ha­ne­de top­lam ye­di ve­ya se­kiz ki­şi ya var, ya yo­ktu.

Bak­tım or­ta­da­ki sa­lon­da bir­kaç ki­şi, kol­la­rı sı­va­lı, aya­küs­tü soh­be­ti ya­pı­yor­lar. Bay­ram Ağa­bey de­di: “Ömer Kar­deş, bak Zü­be­yir Ağa­bey; hiç gör­müş mü­y­dün?” İs­tan­bul’da oku­yan ağa­be­yim Abdülkadir Özcan, Zü­be­yir Ağa­be­yi ba­na çok an­lat­mış­tı. Zü­be­yir Ağa­be­yin Af­yon mü­da­fa­a­sı­na da hay­ran­dım. Bu se­bep­ler­den do­la­yı Zü­be­yir Ağa­be­yi çok me­rak edi­yor­dum. Henüz görmemiştim.

Bay­ram Ağa­be­yin sö­zün­den son­ra Zü­be­yir Ağa­be­ye tek­rar bak­tım. O an­da san­ki Üs­tad’ı gör­müş gi­bi ol­dum. O ka­dar çok ben­zi­yor­du ki, nut­kum tu­tul­muş, öy­le­ce do­na­kal­mış­tım. Epey şey­ler an­lat­tı­ğı hal­de hiç­bi­ri ak­lım­da kal­ma­dı! Sa­de­ce “Av­ru­pa ve Ame­ri­ka’nın ah­lâk­sızlık­la­rı­na kar­şı yal­nız, an­cak Ri­sa­le-i Nur’un kal’a ola­bi­le­ce­ği” ifa­de­le­ri hu­la­se­ten zih­nim­de kal­mış­tı.

Zü­be­yir Ağa­be­yin şa­hi­di ol­du­ğum bir ke­ra­me­ti

Na­ma­zı be­ra­ber eda et­tik­ten son­ra Bay­ram Ağa­bey, “Zü­be­yir Ağa­bey­le meş­ve­ret et­mek is­te­yen var­sa, Zü­be­yir Ağa­bey yan­da­ki oda­ya geç­ti, sı­ray­la gi­rin” de­di. Bir­den içi­me bir ateş düş­tü; Zü­be­yir Ağa­bey­le baş ba­şa ka­lıp ko­nuş­mak... Fa­kat ak­lı­ma bir tür­lü bir şey gel­mi­yordu! “Al­lah’ım, ben ne ko­nu­şa­yım!” di­ye kıv­ra­nır­ken, bir­den oku­lu­muz­da mes­cit ol­ma­dı­ğı­nı ha­tır­la­dım. Ha­ki­ka­ten na­maz­la­rı ol­ma­ya­cak yer­ler­de kı­lı­yor, zor­la­nı­yor­duk.

Bir­kaç ki­şi Zü­be­yir Ağa­bey­le gö­rü­şüp çık­tık­tan son­ra ka­pı­yı tık­la­dım, içe­ri gir­dim. Zübe­yir Ağa­bey yer­de diz çök­müş, ba­şın­da tak­ke­si ta­kı­lı, önün­de el­le­ri­ni koy­du­ğu bir rah­le var. Se­lâm ver­dim, ken­di­mi ta­nıt­tım. De­dim ki: “Ağa­bey, oku­lu­muz­da mes­cit yok. Bil­has­sa ikin­di na­maz­la­rı­nı kıl­mak­ta zor­la­nı­yo­ruz. Ne yap­ma­mız la­zım?” Zi­ya­re­ti­min su­nî­li­ğin­den ola­cak her­hal­de, na­maz­la­rı ak­sa­tı­yo­ruz gi­bi bir ma­na uyan­dır­mış­tım. Zü­be­yir Ağa­bey kaş­la­rı­nı çat­tı, sağ eli­ni şe­ca­at­le ile­ri doğ­ru bir yay çi­ze­rek sal­la­dı, “Kı­la­cak­sı­nız kar­de­şim! İm­za top­la­yın, ida­re­ci­le­ri­niz­le gö­rü­şün, mes­cit aç­tı­rın. Al­lah si­zi mu­vaf­fak ede­cek­tir.” de­di, Bu ma­na­da baş­ka müj­de­li şey­ler de söy­le­di. Te­şek­kür edip dı­şa­rı çık­tım.

Ha­ki­ka­ten hiç ak­lı­mı­za gel­mi­yor­du ida­re­ci­ler­le gö­rü­şüp mes­cit aç­tır­mak... Hal­bu­ki idare­ci­ler müs­pet in­san­lar­dı. Fa­kat o ta­rih­ler­de üni­ver­si­te­ler­de mes­cit aç­tır­mak, çok mü­him ve zor bir ha­di­sey­di. Bel­ki de baş­ka okul­lar­da da hiç yo­ktu.

Ney­se bil­has­sa Zü­be­yir Ağa­be­yin hemş­eh­ri­si ho­ca­mız Kon­ya­lı Ab­dul­lah Ni­şan­cı Bey’in sa­mi­mi gay­ret­le­riy­le re­vi­rin ya­nın­da bir mes­ci­di­miz ol­du.

Okul­da da öy­le bir Nur hiz­me­ti baş­la­dı ki, hem key­fi­yet­li, hem ke­mi­yet­li, mu­az­zam bir ce­ma­at çık­tı or­ta­ya... O za­man okul­da ya­tı­lı ka­lan Ma­la­tya­lı Bi­lâl, Cu­ma­li, Ha­cı Meh­met gi­bi kar­deş­le­rin çok bü­yük hiz­met­le­ri ol­du. Hat­ta ek­se­ri kar­deş­ler mo­tor bö­lü­mün­de ol­du­ğun­dan o se­ne­ler­de bö­lüm­ler ara­sı fut­bol tur­nu­va­sı için “mo­tor bö­lü­mü” ta­kım çı­ka­ra­ma­dı; çün­kü bö­lü­mün ço­ğu ehl-i ders­ha­ne ol­du. On­la­rın top oy­na­ya­cak va­kit­le­ri de yo­ktu ya­ni… Zü­be­yir Ağa­be­yin “Al­lah si­zi mu­vaf­fak ede­cek­tir” sö­zü­nü şah­sen hiç­bir za­man unut­mu­yor ve ma­nen kuv­vet bu­lu­yor­dum.

Tek­nik ilâ­hi­yat fa­kül­te­si!

O ta­rih­ler­de, 1970’li yıllarda anar­şi­nin, boy­kot ve iş­gal­le­rin üni­ver­si­te­le­ri sar­dı­ğı unu­tul­ma­ma­lı... Okulumuzda cema­at o ka­dar bü­yü­dü, o ka­dar be­re­ket­li hiz­met­ler yap­tı ki kar­deş­lere, mes­cit yet­me­me­ye başla­dı. Bir te­şeb­büs daha ya­pı­la­rak, ya­tı­lı ta­le­be­le­rin kal­dı­ğı kos­ko­ca B blo­ğu­nun al­tı ne­re­dey­se ca­mi bü­yük­lü­ğün­de bir mes­cit ol­du. Bil­has­sa Ra­ma­zan ay­la­rın­da ve di­ğer gün­ler­de dı­şa­rı­dan ağa­bey­ler ge­li­yor, ders­ler ya­pı­yor­lar­dı. Ar­tık oku­lun adı halk ara­sın­da “Tek­nik İlâ­hi­yat Fa­külte­si!” di­ye es­pri­li ola­rak anı­lı­yor­du. Bu hiz­met­ler Bay­ram Ağa­be­yin çok ho­şu­na gi­di­yor, kardeş­le­re il­ti­fat­lar edi­yor­du. Ve­fa­tı­na ka­dar da her gö­rüş­me­miz­de o eki­bin isimlerini sı­ray­la sa­yar, ha­lâ mem­nu­ni­ye­ti­ni be­lir­tir­di.

Ak­lım­dan Zü­be­yir Ağa­be­yin söz­le­ri hiç çık­mı­yor­du. Âde­ta bu hiz­met­ler­de Zü­beyir Ağa­be­yin ta­sar­ru­fu var­dı. Ve­fa­tın­dan ön­ce mu­vaf­fa­ki­yet müj­de­le­ri­ni ver­miş­ti. Şim­di bu not­la­rı yaz­dı­ğım 30 kü­sur se­ne son­ra da bu okul­da­ki hiz­met­le­rin bi­rin­ci­li­ği ko­ru­du­ğu söy­leni­yor.

Bir ku­yu­ya bir fa­re düş­se…

Zü­be­yir Ağa­be­yin bu­na ben­zer yıl­lar son­ra or­ta­ya çı­kan bir ke­ra­me­ti­ni Rah­mi Er­dem Ağabey’in ha­tı­ra­la­rın­da oku­muş­tum. Şöy­le ki:

Rah­mi Erdem, Zü­be­yir Ağa­be­ye “Ağa­bey seni bi­raz Şark’ta­ki med­re­se­le­ri gez­di­re­lim, kar­deş­le­re tak­vi­ye olur” di­ye tek­lif edi­yor. Zü­be­yir Ağa­bey di­yor: “Kar­de­şim! Be­nim gön­lüm Üs­tad aş­kıy­la dol­muş. Şark’ın ba­zı âlim­le­ri kıs­kanç olur, ‘Be­di­üz­za­man’ın ta­le­be­si gel­miş, şunu bir im­ti­han ede­lim; bir ku­yu­ya bir fa­re düş­se, kaç ko­va su çek­tik­ten son­ra te­miz olur?’ di­ye so­rar­lar...”

Rah­mi Ağa­bey an­la­tı­yor: “Zü­be­yir Ağa­bey ve­fat et­ti. Yıl­lar son­ra Şark’ta yap­tı­ğım bir der­sten son­ra bir âlim zat de­di, ‘Siz Be­di­üz­za­man’ın ta­le­be­le­ri âlim ol­muş­su­nuz, şim­di ben de se­ni bir im­ti­han ede­yim, bir so­ru so­ra­yım: Bir ku­yu­ya bir fa­re düş­se kaç ko­va su çek­tik­ten son­ra su te­miz sa­yı­lır?’ di­ye­rek Zü­be­yir Ağa­be­yin ke­ra­me­ti­nin mu­sad­dı­kı olu­yor­du!

Zü­be­yir Ağa­bey tam bir edep ve ah­lâk tim­sa­liy­di. Ders­ler­de tak­key­le otu­rur, na­maz kılar iba­det eder gi­bi hu­şû için­de ders din­ler­di. Daha ön­ce­le­ri, Fa­tiha’yı oku­duk­tan son­ra el­leri­mi­zi yü­zü­mü­ze sü­rer­dik. Ben ilk de­fa Zü­be­yir Ağa­bey­de Fa­tiha’nın ta­ma­mı­nı el­le­ri dua şeklin­de açık okur­ken gör­düm. Dik­ka­ti­mi çek­miş­ti...

Ri­sa­le-i Nur’da Zü­be­yir Ağa­bey

“...Ha­ki­kî fe­da­kâr Zü­be­yir, en lü­zum­lu ve hiz­me­te şid­det-i ih­ti­ya­cım za­ma­nın­da bu­ra­ya im­da­dı­ma gel­di. Yok­sa Is­par­ta’dan o sis­tem­de bi­ri­si­ni is­te­ye­cek­tim.” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II, 15)

“Zü­be­yir, ba­na mer­hum bi­ra­der­za­dem Ab­dur­rah­man ye­ri­ne ve Cey­lan, mer­hum bi­ra­der­za­dem Fu­at be­de­li­ne ve­ril­miş di­ye ma­ne­vî ih­tar al­dım...” (Şu­a­lar, 535)

“Şim­di ma­ne­vî ev­lat­la­rım, fe­da­kâr hiz­met­kâr­la­rım olan Zü­be­yir, Cey­lan, Sun­gur, Bayram, Hüsnü, Ab­dul­lah, Mus­ta­fa gi­bi ve has ve ha­lis Nur’un kah­ra­man­la­rı olan Hüs­rev ve Nazif, Ta­hi­ri, Mus­ta­fa Gül gi­bi zat­la­rın ne­za­re­tin­de o düs­tu­ru­mun mu­ha­fa­za edil­me­si­ni va­si­yet edi­yo­rum.” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II, 217)

“Zü­be­yir’in mah­ke­me­de oku­du­ğu mü­da­fa­a­sı gi­bi, par­lak met­hi­ye­si inş­aal­lah on­la­rı takdir ve tah­si­ne sevk et­miş ki ta­ac­cüp­le ka­rar­na­me­de yaz­mış­lar.” (Şu­a­lar, 444)

Ey­üp Ek­mek­çi Ağa­bey­den tes­pit­ler

Ey­üp Ek­mek­çi Ağa­bey, 1962-1971 se­ne­le­ri ara­sın­da fa­sı­la­sız ola­rak Zü­be­yir Gün­dü­zalp Ağa­be­yi­mi­zin do­kuz se­ne hiz­me­tin­de bu­lun­muş­tur. Ne­re­dey­se Zü­be­yir Ağa­be­yin ya­şa­dı­ğı her ha­di­se­nin en ya­kın şa­hi­di ve Zü­be­yir Ağa­be­yi en iyi ta­nı­yan­lar­dan bi­ri­si, bel­ki de bi­rin­ci­si­dir.

Ey­üp Ağa­bey­de, Aziz Üs­tad’ımı­zın “Ha­ya­tım, ha­ya­tın­la de­vam ede­cek” de­di­ği iki ağabey­den bi­ri­si olan Zü­be­yir Ağa­be­yin (di­ğe­ri Sun­gur Ağa­bey) sıb­ga­sı­nı his­se­di­yo­ruz. Ey­üp Ağa­bey­le be­ra­ber­li­ği­miz­den do­la­yı Zü­be­yir Ağa­bey­le çok ko­nuş­mu­şuz, ya­nın­da çok bu­lunmu­şuz his­si­ni ve­ri­yor bi­ze... Se­ne­ler­den be­ri ıs­rar­lı ta­lep­le­ri­miz üze­ri­ne çok cüz’î bir kıs­mı da ol­sa ha­zır­la­dı­ğı not­lar­dan is­ti­fa et­me­mi­ze mü­sa­a­de et­miş­tir:

Zü­be­yir Ağa­bey­den işit­ti­ği­miz ilk ha­tı­ra

Mu­az­zez Üs­tad’ımı­zın sa­dık ve sıd­dık hiz­met­kâ­rı Zü­be­yir Gün­dü­zalp Ağa­bey­den ilk işitti­ği­miz ha­tı­ra şu­y­du:

Üs­tad’ımız Be­di­üz­za­man Said Nur­sî Haz­ret­le­ri­nin za­man za­man Nur’un er­kâ­nı olan ağa­bey­le­re şu Nur’un Kur’anî mes­lek ve meş­re­bi no­kta­sın­da çok ehem­mi­yet­li der­si ver­dik­leri­ni nak­le­di­yor­lar­dı:

“Şah-ı Gey­lâ­nî, İmam-ı Rab­ba­nî gi­bi zat­lar da gel­se­ler, ‘Said, sen bu tarzda de­vam edersen şu bir­kaç bi­ça­re­den baş­ka şa­kir­din ol­ma­ya­cak; hem aç ka­la­cak­sın, ha­pis ya­ta­cak­sın. Fakat tar­zı­nı şöy­le bir par­ça de­ğiş­tir­sen -ya­ni si­ya­set­va­ri ve­ya ta­sav­vuf­va­ri- bü­tün mem­le­ket se­nin şa­kir­din ola­cak, hat­ta baş­ba­kan ve reis-i cum­hur da sa­na şa­kirt olup, ge­lip eli­ni öpe­cekler’ de­se­ler ben bu tar­zı­mı bı­rak­ma­ya­ca­ğım’ bu­yu­ru­yor­lar­dı.

“Üs­tad’ımız ba­zen ders ver­dik­ten son­ra bi­zi im­ti­han eder­ler­di: ‘Ba­na bir şey­ler ol­sa desem ki: ‘Kar­de­şim! Biz şim­di­ye ka­dar bu tarzda git­tik, fa­kat ben ya­nıl­mı­şım! Bun­dan son­ra şöy­le bir tarzda gi­de­ce­ğiz.’ Biz der­dik: ‘Üs­tad’ım, biz si­ze hür­met ede­riz, eli­ni­zi öpe­riz; fa­kat Ri­sa­le-i Nur, se­ra­pa de­lil ve bur­han­dır ve Kur’anî­dir. Biz Ri­sa­le-i Nur’dan ve tar­zın­dan vazgeç­me­ye­ce­ğiz.’”

“Ko­nuş­tuk­la­rı­mı­zın Ri­sa­le-i Nur’dan ye­ri­ni bu­lun”

Mer­hum Zü­be­yir Ağa­bey, soh­bet­le­ri­nin ek­se­ri­si­ni so­nun­da, “Kar­de­şim! Ko­nuş­tuk­la­rımı­zın Ri­sa­le-i Nur’dan ye­ri­ni bu­lun” der­di. De­mek Zü­be­yir Ağa­bey­den nak­le­di­len me­se­le­ler, söz­ler, Ri­sa­le-i Nur me­ha­zı­na uy­gun de­ğil­se yan­lış­tır ve­ya te­vil-i fa­sit ola­bi­lir. Ma­a­le­sef çok vak’a ce­re­yan et­miş­tir. Ha­len çok ga­lat ve yan­lış­lar var.

Mer­hum mu­az­zez ağa­be­yi­miz, “Ben na­kil­ciy­im, Üs­tad’ım­dan nak­le­di­yo­rum” bu­yu­rurlar­dı. Ve “Ben Üs­tad’ımın sö­zü­y­le ha­re­ket eder­sem, mu­vaf­fak ola­ma­sam da Üs­tad’ım be­ni kur­ta­rır. Fa­kat ka­fa­dan ha­re­ket eder­sem, be­ni kim kur­ta­ra­cak!” di­ye ib­ret­li mes’uli­yet ders­leri ve­rir­ler­di.

Bir kar­de­şe de, “Ka­fa­dan ha­re­ket et­me, ka­fa­nı ça­lış­tır!” di­ye bir ika­zı var.

Fı­rın­cı Ağa­be­yin ri­va­ye­tiy­le de, “Biz ba­zen ka­fa­dan ko­nuş­tu­ğu­muz za­man, ‘Sa­tır­dan kar­de­şim!’ di­ye Zü­be­yir Ağa­bey ‘nun’u tın­la­tır­dı…”

“Mes­le­ği­miz ci­had-ı ma­ne­vî­dir”

Yi­ne Zü­be­yir Ağa­bey­den nak­len: “Üs­tad’ımız şid­det­li bir ders ver­di­ği za­man ba­ka­rız hali­miz­de o der­se bi­zi mu­ha­tap et­me­ye se­bep bir yan­lış­lık var mı? Hal­de yok­sa ma­zi­ye dö­ne­riz; geç­miş­te de yok­sa is­tik­bal­de ba­şı­mı­za ge­le­cek bir ha­lin der­si­dir, ika­zı­dır.”

Da­va ada­mı, da­va­sı­nı ba­zen bir cüm­le­de ifa­de eder. Bu ne­vi­den ders ve söz­ler Üs­tad’ımı­zın ha­ya­tın­da ve Ri­sa­le-i Nur Kül­li­ya­tın­da pek çok var­dır. Fik­ri­ne faz­la gü­ve­nen bazı zat­lar var­dır. Bi­ri­si bir gün biz­zat Üs­tad’ımı­za: “Üs­tad’ım! Daha ge­niş ça­lış­ma­mız lâ­zım” di­ye bir ne­vi iti­raz­da bu­lu­nu­yor. Üs­tad’ımız ise ya­nın­da bu­lu­nan Nur er­kâ­nı ağa­bey­le­re be­di’ mü­reb­bi­li­ği iti­ba­rıy­la ba­zen şid­det kul­lan­dı­ğı hal­de Zü­be­yir Ağa­be­yin ifa­de­le­riy­le, ba­zen varta­ya dü­şen bir ta­le­be­yi kur­tar­mak için o Aziz Üs­tad, o ta­le­be­nin kar­şı­sın­da “Ev­lâ­dım! Yavrum!” di­ye­rek ik­na­ya ça­lı­şır­ken âde­ta te­zel­lül ha­li­ne gi­rer­ler­di.

O esn­ada Fı­rın­cı Ağa­bey ge­li­yor. Üs­tad’ımız, Fı­rın­cı Ağa­be­ye dö­ne­rek: ‘Kar­da­şım Fı­rıncı! Se­ni ha­kem tu­tu­yo­rum. Ben di­yo­rum ki, bu hiz­met Ri­sa­le-i Nur’un neş­ri med­re­se-i Nu­riye­ler­le ola­cak. Bun­lar baş­ka tarzlar arı­yor­lar; sen ne der­sin?”

Hat­ta mer­hum Zü­be­yir Ağa­bey son za­man­la­rın­da, “Mes­le­ği­miz ci­had-ı ma­ne­vî ol­du­ğuna dair ba­his­ler Hiz­met Reh­be­ri’ne az gir­miş. Siz Kül­li­yat’tan bu mev­zu­da bir tah­şi­ye ya­pın” di­ye tav­si­ye et­miş­ler­di.

Al­tı bin sa­y­fa Kül­li­yat’ta üç bin kü­sur sa­y­fa­da iman ha­ki­kat­le­ri­ni, ma­ri­fe­tul­la­hı ve mu­hab­be­tul­la­hı ders ve­rir­ler­ken üç bin sa­y­fa­­ya ya­kın, ta­rih­çe, lâ­hi­ka ve mü­da­fa­atın­da mah­za Kur’anî olan mes­­lek ve meş­re­bi­ni ders ver­miş­ler­dir. Ne­cip ve Mu­al­la Üs­tad’­ı­mı­­zın Kur’anî olan mes­lek meş­re­bi­ne dair bü­tün tah­şi­dat­la­rı bu “ci­had-ı ma­ne­vî” üze­ri­ne­dir.

Ahir za­man­da ge­le­cek za­tın üç va­zi­fe­si mev­zu­un­da; bi­rin­ci va­zi­fe doğ­ru­dan doğ­ru­ya bu “ci­had-ı ma­ne­vî” mes­le­ği­dir ve yüz se­ne son­ra ge­le­cek o zat da­hi şim­di gel­se si­ya­set âle­minde­ki va­zi­ye­tin­den fe­ra­gat ede­cek ve iman hiz­me­ti­ni esas ya­paca­ğı­na dair lâ­hi­ka­lar­da çok bahis­ler var. Di­ğer iki va­zi­fe ise, ne­ti­ce ola­rak mü­ta­lâa edi­li­yor. Al­lah’ın va­zi­fe­si­dir, de­ni­li­yor ve ka­der pro­gra­mı­na ha­va­le edi­lip za­ma­na bı­ra­kı­lı­yor.

Hat­ta Mus­ta­fa Sun­gur Ağa­be­yi­mi­zin bu me­yan­da ha­tı­ra­la­rı var. Mea­len: “Üs­tad’ımız bir gün ‘Zü­be­yir, Sun­gur, Hüs­rev, Nur’­dan yük­se­len üç sü­tun­dur’ bu­yur­du­lar. O an­da be­nim ak­lı­ma gel­­di ki, Hüs­rev Ağa­be­yin hiz­me­ti Is­par­ta’ya ba­kı­yor; Zü­be­yir Ağa­­be­yin İs­tan­bul’a… Üs­tad be­ni de daha zi­ya­de An­ka­ra’ya gön­de­rir­di. O an­da An­ka­ra’da­ki hiz­met mu­hi­tin­de ol­ma ar­zu­su ben­de uyan­dı.

“Üs­tad’ımız, ‘Sun­gur, Men­de­res se­ni An­ka­ra’ya ça­ğır­sa, ‘Gel Ri­sa­le-i Nur’u dev­let eliy­le bü­tün dün­ya­ya neş­ret’ de­se, se­nin bu­ra­da bu­lun­man daha mü­him­dir. Ger­çi o va­zi­fe-i İlâ­hi­yedir’ bu­yur­muş­tur.”

Ci­had-ı ma­ne­vî­nin en bü­yük şar­tı, va­zi­fe-i İlâ­hi­ye­ye ka­rış­ma­mak­tır ki, bi­zim va­zi­fe­miz hiz­met­tir, ne­ti­ce Ce­nab-ı Hakk’a ait­tir. Biz va­zi­fe­mi­zi yap­mak­la mec­bur ve mü­kel­le­fiz.

“Üs­tad’ımı­zın emir­le­ri­ne akıl ve man­tık ka­rış­tı­rıl­ma­ma­lı”

Zü­be­yir Ağa­bey şunları an­lat­mış­tı:

“Hiz­met­te en mü­him bir hu­sus, Üs­tad’ın emir ve iş­le­ri­ne ken­di ak­lını ka­rış­tır­ma­mak­tır. Bir gün Üs­tad Haz­ret­le­ri, yaz­dı­ğı bir di­lek­çe­yi ba­na ver­di ve ‘Git bu­nu kay­ma­ka­ma ver’ de­di. Şim­di ben ak­lı­mı ve man­tı­ğı­mı ka­rış­tır­sam şöy­le dü­şün­mem la­zım:

“‘Kay­ma­kam bu sa­at­te ya­tı­yor­dur, ya­rın na­sıl ol­sa dai­re­si­ne ge­le­cek, ben de er­ken­den ge­ti­rip di­lek­çe­yi ve­ri­rim...’

“Hal­bu­ki Üs­tad’ımı­zın emir­le­ri­ne akıl ve man­tık ka­rış­tı­rıl­ma­ma­lı. Ben di­lek­çe­yi al­dım ve he­men kay­ma­ka­ma git­tim. Adam ka­pı­yı açar aç­maz bin bir kü­für ve ha­ka­ret­ler sa­vur­ma­ya baş­la­dı. Ben Üs­tad’ın em­ri­ni ye­ri­ne ge­tir­mek için sü­kû­net­le bek­le­dim ve ‘Bu, Üs­tad’ımı­zın dilek­çe­si­dir’ de­dim, uzat­tım. Adam, ‘Ney­se hay­di ver’ de­di ve di­lek­çe­yi al­dı. Me­ğer son­ra­dan an­la­şıl­dı ki adam er­te­si gün iz­ne ay­rı­la­cak­mış...”

“Be­di­üz­za­man, ye­ryü­zün­de üç ce­ma­atin üs­ta­dı­dır”

“Bir za­ta so­ru­yor­lar: ‘Be­di­üz­za­man Haz­ret­le­ri hak­kın­da ne di­yor­su­nuz?’ O ehl-i ilim muh­te­rem zat: ‘Kar­de­şim! Be­di­üz­za­man Said Nur­sî Haz­ret­le­ri, ye­ryü­zün­de üç ce­ma­atin üs­tadı­dır. Bir: Ri­sa­le-i Nur’dan iman-ı tah­ki­ki, ma­ri­fe­tul­lah, mu­hab­be­tul­lah ders­le­ri ala­rak bu mem­le­ke­ti, son­ra âlem-i İs­lâm’ı, hat­ta şim­di kü­re-i ar­zı bir mek­teb-i Kur’anî ve ima­nî hükmü­ne ge­ti­ren ce­ma­atin üs­ta­dı­dır. İki: Mü’min­ler ma­bey­nin­de ima­nî uhuv­ve­ti te­sis et­me­siy­le âlem-i İs­lâm’ın Üs­tad’ıdır. Ve ye­ryü­zün­de mu­vah­hi­din ce­ma­ati­nin üs­ta­dı­dır. Ri­sa­le-i Nur’un has dai­re­sin­de ve sıh­hat­li ve şi­fa­bahş ha­ne­sin­de si­ya­se­ti terk ve ge­niş dai­re­yi me­dar-ı na­zar et­me­me­si, bü­tün ce­re­yan­la­rın fev­kin­de bir key­fi­ye­te ulaş­ma­sı­nın sır­rı­nı ta­şı­yor.’”

“Sey­yid ve­ya efen­di, hiz­met­kâr ve­ya ta­le­be­sini im­ti­han eder”

“Üs­tad, Ri­sa­le-i Nur’da, ‘İfa­de­le­rim mü­şev­veş ol­du, fi­lan­ca ta­le­bem tâ­dil ve­ya ıs­lah etsin’ gi­bi ifa­de­ler kul­la­nı­yor. Bu­nu ‘Bir sey­yid ve­ya efen­di­nin hiz­met­kâr ve­ya ta­le­be­sinin sa­daka­ti­ni ölçmek için bir im­ti­ha­nı­dır’ di­ye dü­şün­mek la­zım­dır.”

“Üs­tad’ımız, ‘Kar­de­şim! Ben âlim de­ğil, hiz­met­kâr ye­tiş­tir­dim’ de­miş­ti.”

“Eğer ben Be­di­üz­za­man’ın hiz­met­çi­si­yim ve­ya ta­le­be­siy­im di­ye ken­di­me bir pa­ye ve­rirsem kar­deş­le­rim, şim­di­den hak­kı­mı he­lâl edi­yo­rum, da­ma­rım­dan şı­rın­gay­la bir ze­hir zerk edi­ve­rin!”

“Ders­ler­de üç şey­den bah­se­di­lir”

“Biz ders­ler­de ya Ri­sa­le-i Nur oku­ruz, ya Üs­tad ve Ri­sa­le-i Nur­lar­dan bah­se­de­riz ve­ya ha­va­dis-i Nu­ri­ye­ler­den an­la­tı­rız. Bu­nun dı­şın­da her tür­lü müs­pet ve men­fî gün­lük si­ya­sî içti­maî me­se­le­ler­den bah­set­mek sa­da­kat­siz­lik­tir, bid’at­tir.”

“Ka­lem­le­ri­ni­zi ça­lış­tı­rın”

“Üs­tad’ımı­za ve Ri­sa­le-i Nur­la­ra taar­ruz edil­di­ği za­man ga­ze­te li­sa­nıy­la ce­vap ve­ril­meme­li. Ken­di dai­re­miz­de lâ­hi­ka­lar neş­re­de­rek ce­vap ve­ril­me­li­dir. Böy­le du­rum­lar­da ka­lem­le­rini­zi ça­lış­tı­rın...”

“Ben Ri­sa­le-i Nur’u oku­duk­tan son­ra…”

Bir kar­de­şi­miz bir gün he­ye­can­la gel­di, or­ta­da bir me­se­le var­mış gi­bi, Zü­be­yir Ağa­be­ye, “Ben şa­hi­dim, Üs­tad ga­ze­te­le­ri si­ze oku­tu­yor­du!” de­yin­ce, ben öm­rüm­de Zü­be­yir Ağa­be­yin o ka­dar hid­det­len­di­ği­ni gör­me­miş­tim. “Otur kar­de­şim!” de­di. Ba­na “Sen de otur, yaz bun­la­rı!” de­di. “Evet kar­de­şim, Üs­tad ga­ze­te­le­ri ba­na oku­tu­yor­du; fa­kat ben Ri­sa­le-i Nur oku­duk­tan son­ra bir tek ya­zı, ma­ka­le, ga­ze­te­yi is­ti­fa­de ni­ye­tiy­le oku­ma­mı­şım. Ne­re­de bir iğne, bir çu­valdız, bir plân, bir taar­ruz var, onu an­la­mak için oku­rum.”

Çocuk ter­bi­ye­si­ne çok önem ve­rir­di

Zü­be­yir Ağa­bey çocuk ter­bi­ye­si­ne çok önem ve­rir­di. Şu söz­ler ona ait:

“Çocuk­lar ve­li-yi na­sih­ten zi­ya­de, gü­zel ör­nek­le­re muh­taç­tır­lar.”

“Çocuk ter­bi­ye­si ha­ka­ik-i ima­ni­ye­dir.”

“Mes­le­ği­miz ci­had-ı ma­ne­vî ol­du­ğun­dan, mu­vaf­fak olan­lar tec­rü­be­le­ri­ni yaz­sa­lar ha­vadis-i Nu­ri­ye hük­mü­ne ge­çer.”

Ben bir gün çocuk­la­ra bi­raz sert­çe dav­ran­mı­şım. Zü­be­yir Ağa­bey he­men ikaz et­ti, “Bu çocuk­la­ra sert dav­ran­ma. Biz ir­şa­dı Ri­sa­le-i Nur’a bı­rak­mı­şız. İm­ti­zaç, şef­kat, mü­sa­maha lazım…” de­di.

(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)

***

Üstad Bediüzzaman Said Nursi

Nur Risalelerinin müellifi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’dir. Bu Zât-ı nuranî, büyük bir insan-ı kâmil, dâhi bir İslâm müellifidir. Misli benzeri pek ender olan namdar bir İslâm mütefekkiridir. Şarkî Anadolu afakında parlayan bir ateşpare-i zekadır. Envar-ı Kur’aniyenin fem-i mübareklerinden fışkırdığı bir hazine-i ulûmdur. Fart-ı zeka ve hafızaya malik ve meşhur olan bir nadire-i hilkattir. Harika bir iradeye, ruhî bir kuvve-i kudsiyeye, Kur’an-ı Hakim’in feyz-i dersiyle, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) talimiyle, âdeta fevkalbeşer diyebileceğimiz bir ikna, bir irşad, tenvir ve teshir kudretine mazhar bir mana adamı, bir muallim-i ekber ve bir hatib-i umumîdir.

Evet, O Bediüzzaman ki; tek başıyla dünya dinsizliğine meydan okuyan, harikulade bir iman kuvvetinin timsalidir.
Evet, O Bediüzzaman ki; Peygamber-i Zişanımız, İki Cihan Serveri Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu asırda ef’al, ahval ve akvaliyle, eserleri, ilim ve hizmetiyle, bir varis-i peygamberî olduğu aşikâr bir sûrette görünen bir Zâttır.
Bediüzzaman ki; din düşmanları, gaddar zalimlerin karşısında iman ve İslâmiyet’i, emsalsiz bir celadet, şecaat ve şehametle müdafaa eden, cihad-ı mukaddesenin serdarlığını ifa etmiş bulunan bir mücahid-i ekberdir.
Bediüzzaman ki; Yüce Peygamberimiz Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) senasına mazhar Türk Milletinin ve millet-i İslâm’ın medar-ı iftiharıdır. Nesilden nesile intikal eden, Kur’anî hizmetiyle ve eserleriyle, Türk ve İslâm tarihini şan ve şereflerle donatan tarihî bir insan-ı ekmeldir. Bu asırda bir serdar-ı İslâm ve bir sertac-ı insandır.
Bediüzzaman ki; bin seneden beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapan şanlı ve namlı milletimizin, Nur Risaleleri’yle münevver bir önderidir, en mütekâmil, en mutemet ve mustakim bir mürşiddir. Bu hakikat, İslâm ordusunun sevgi, hürmet ve tâzimle kalbinde yaşattığı nuranî bir varlıktır. Eserleriyle, milyonlarca mü’minin gönlünde yüksek bir mevki ihraz etmiş bulunan müessir bir Mürşid-i Âzam’dır.
Bediüzzaman ki; yüz binlerce bu mübarek vatan evladının okuduğu Nur Risaleleri’nin ilmî kuvvet ve rüchaniyetiyle, eserleri en çok okunan ve cihanpesendane bir revaca nail olan bir İslâm müellifidir. Bütün varlık halitası Kur’an’ın nuruyla nurlanmış, kalbi İslâmî cevherlerle donanmış, dimağı, Kur’anî ve ledunnî ilimlerle tenvir edilmiş, manevî mevcudiyeti iman ve Kur’an hakikatleriyle teçhiz edilmiş bir ilim, irfan ve iman timsalidir.
Bediüzzaman ki; bütün maddî kuvvet ve imkânlara sahip olan zalim din düşmanlarının İslâmiyet’i yok etmek icraatları karşısında harikulade bir iman kudret ve şehametiyle şahlanarak, cihad-ı mukaddes bayrağını açan manevî bir kahraman-ı âzamdır. Din düşmanlarını mağlubiyet vadilerine, hezimet gayyalarına yuvarlayan bir esedullah, bir seyfullah ve bir saykal-ı İslâmiyet’tir.
O Bediüzzaman ki; deniz gibi engin ve zengin bir ilimle manevî servetlerin şahikasına yükselmiş hikmetfeşan bir hakîm-i İslâm ve beliğ bir bediü’l-beyandır.
Bediüzzaman ki; manevî, hikemî, irfanî, gül-ü Muhammdî (a.s.m.) ile dolu bir gülistanda Kur’anî hakikatleri terennüm eden bir bülbül-ü şeydadır. Ruhları teshir ve maneviyatı tehyiç eden ezvak-ı tayyibeyi müheyyiç kılan, akl-ı selimi zenginleştiren, kelâm-ı İlâhiyi füsunkâr nağmeler ile ilân eden, güzeller güzeli, güzelim, şakrak bir andelib-i yektadır.
En azgın ölümler ona zincir vuramamıştır. O, volkanlar gibi coşkundur. Âdeta yalçın kayalardan örülen şahikalardan aşmıştır. Onun eğilmeyen dağlar gibi dik başı, mahvolmak hengamında bile dinsizlere serfüru etmemiştir. Gül yüzlü melekler gibi rikkatle gülümser. Kar kış dememiş, üzülüp acı duyup yeise düşmemiştir. Güneş sönse, ay batsa, gökler yıkılıp çökse, en sarp uçurumlar civarını sarsa, o dâvâsından ve mücahede-i diniyesinden dönmeyecek bir yaradılışta idi. Ruhunda imanla yanan meş’ale sönmemiş ve söndürülememiştir. Kalbinde yanardağ gibi haşmet ve azamet saçan mukaddes bir iman vardı.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi, tarihte misli görülmemiş işkence ve zulmün envaına giriftar edilmiştir. Barbarca ve hunharca muameleler yapılmıştır. Başlı başına birer facia olan gaddarane işkenceler içinde bırakılmıştır. Vahşi bir kavmin dahi yapamayacağı gayet vahşiyane icraatlar yapılmış, imanî hizmetinin önüne geçilmeye ve durdurulmasına çabalanmıştır. Onun öz vatanındaki esaret hayatı acı hakikatlerle doludur.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, cihad-ı ekber-i diniyenin pişdarı, rehberi ve öncüsüdür.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin dinsizlere karşı kahramanca mücadelesi, zalimlerin taarruzlarına karşı göğüs germesi, işkence ve zulme karşı sabır ve metaneti, imanı kuvvetleştirmek ve kökleştirmek kuvvetini kendine bahşeden, yine ondaki iman kuvveti olmuştur.
Cenab-ı Hak, Üstad'ım Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’ni ender ve camii bir ayine ve küllî ve daimî bir ubûdiyeti eda edecek ulvî bir mahiyette yaratmıştır. Harikulade bir şecaat, cesaret ve fedakârlık seciye-i âliyesine mazhar kılmıştır. Nazirsiz bir akıl ve farlı zekâ, bahr-i umman misillü bir ilim ve irfan ihda eylemiştir.
Üstadım Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semasının güneşleri, ayları, yıldızları olan enbiya ve evliyanın bu asırda ümmet-i Muhammed’in ve beşerin imdadına gönderilen, yekta bir varis-i Nebevî ve ferd-i ferit makamında bir serdar-ı velidir. Buna 90 senelik harikulade ilmi, manevi şahsiyeti, Nur Risaleleri’yle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedeki gayet müessir ve müdavim hizmet-i Kur’aniye ve imaniyesi vukuat halinde bir şahid-i sadıktır.
O, parlak ve cevval bir zekâya malikti.
Hazret-i Şah-ı Ekber Bediüzzaman Said Nursi, bir halaskâr-ı İslâm’dır.
Kategorileri:
Z
Okunma sayısı : 19.661
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...