ZÜBEYİR GÜNDÜZALP
Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler.
Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alperen
Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar.
1971'de işte böyle bir zatı kaybetmiştik. İstanbul Fatih Camii'nde on bini aşmış insanın kıldığı cenaze namazından sonra, eller ve başlar üzerinde Eyüb Sultan Kabristanı'na kadar götürülüp, buraya defnedilmişti.
Bu müstesna Kur'ân talebesi Ermenekli Mehmed Ziver Gündüzalp'ti. Üstad Bediüzzaman, Ziver, yani süs mânâsındaki ismi, büyük sahabilerden Zübeyir b. Avvam Hazretlerinin mukaddes ve mübarek ismiyle değiştirmişti.
Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alperendi.
Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisi idi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı, Kafkas Kartalı İmam Şamil'in ruh ve edâsı ile dolu idi. Zaten neseben de kendileri Kafkasyalıydı. İstiklâl Harbinin acı günlerinden sonraki Mütareke günlerinde Ermenek'te dünyaya gelen bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana:
"Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur."
Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan Malazgirt'e, Niğbolu'ya, Mohaç'a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa'ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta'nın güller dünyasında, Emirdağ'ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa'da kalmıştı. 27 Mayıs'tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa'dan Ankara'ya gitmiş, bilahare son on yılını İstanbul'da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur'ân'ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu.
1964'ün sonbaharında Eskişehir'de muhterem Abdülvahid Tabakçı'nın nur kokan hanesinde tanımıştım bu azizi. Lütufkâr alâkalarıyla üç gün misafiri olmakla şerefyâb olmuştum.
Açık alnı yılların izini taşıyan alın çizgileri ve yanlardan dökülmüş saçları.
Ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehre.
Tane tane, sert ve yol gösteren kelimeler ve konuşmalar.
İslâm'ın yüce tarihindeki meseleleri, nurlardaki bahislerle birleştirilerek anlatışlar.
İslâm'ın dertlisi
Feregat ve fedakârlığın doruk noktasını ifade eden, şu mısraları müteaddit defalar, iri harflerle bana yazdırarak, odasına bir levha halinde asmıştı:
"Muarradır, feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan,
Bize dad-ı ezeldir, zîrden, bâlâdan istiğna.
Çekildik, neşve-i ümitten, tûl-u emellerden,
Öyle mecnunuz ki; ettik vuslat-ı leyladan istiğna."
Kara sevda
Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:
"Ben Risale-i Nurlarla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda 'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?"
diye sorular yöneltiyordu.
Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut.
Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi.
Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır.
Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu.
Bahtsız insanların, Kur'an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimlerin, Sinanların edası içinde, İstanbul'daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki... Bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!
Üstad'ın hizmetinde
Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülasa her şeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti.
Günün birinde, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber Şah'ı, Emirdağ'dan yolcu etmek için; bu zatla birlikte on kilometre kadar yola iştirak ettikten sonra, Ekber Şah'la vedalaşırken, karşı istikametten gelen başka bir arabadan da, sevgili Kur'an talebesi Zübeyir Gündüzalp çıkagelmişti nurlu Üstad'ın yanına. Bu esnada Üstad şunları ifade ediyordu:
"Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz!"
Bu vedâ ve mülakattan sonra ise nurlu Üstad: "Hayır hayır, ben Zübeyir'i karşılamaya geldim!" diye düşüncelerini dile getiriyordu.
İki ermişin latifesi
Kur'ân'a hizmet yolunun gönüllü erlerinden olduğumuz günlerde, İstanbul Fatih-Çarşamba-Beyceğiz semtindeki bir Nur meclisinde cereyan eden tatlı bir hatırayı da, Mehmet Kaya namındaki gönül dostu, Nur talebesi şöyle anlatmaktadır:
Toplanan genç cemaatte Albay İbrahim Hulusi Yahyagil ve Zübeyir Gündüzalp ve Mustafa Sungur da bulunmaktadır. Merhum Hulusi Bey yapılan dersi hatıralarla izah ederken, Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimiz de kapının yanında, her zamanki haliyle, diz üstü oturmuş, derin bir sessizlik ve huşu içinde Nur albayının derslerini dinliyordu. Ders esnasında Hulusi Bey, kendilerine dönerek:
"Hazret! Vaziyetin ve haletin ermişlere benziyor..." diye latif bir şaka yapınca, anında Zübeyir Gündüzalp, Albay Hulusî Beye şu latifeyle cevap veriyordu:
"Efendim, ermiş konuşuyor..."
Gerçek büyüklerin şaka ve latifeleri bile büyük ve latif olmaktadır. Çünkü ermişlerin bahçesi Kur'ân kokusu ve Medine sürmesiyle sürmelenmiştir.
"Yanmayan, yakamaz!"
Konuştuğu zamanlarda gür ve tok sesiyle, kesin ve keskin cümleler kullanırdı. Sözler ağzından vecizeler halinde dökülürdü. Muhatabını ikna eden, ona yön veren, hedef gösteren cümle ve fikirler serdederdi.
İstanbul-Süleymaniye'nin aydınlık dershanesinde, Kirazlı Mescid'in saadet dünyasına, dünyanın çeşitli belde ve ülkelerinden birçok alim insanlar gelirdi. Bunlara tesadüf ettiğim üç insan tercümanlık yaparlardı. Bazen merhum Gündüzalp Ağabey öyle ateşli ve âhenkli bir şekilde anlatırdı ki; gelen yabancılar, Türkçe bilmedikleri halde, tercümanlar da, daha tercüme etmedikleri halde, gülerek, Zübeyir Gündüzalp, anlatmak istediği o ateşîn cümle ve mânâları anladıklarını söylerlerdi. Artık tercümeye lüzum olmadığını ifade ederlerdi. En ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm alimleri yanından sevinçlerle, ümit ve şevkle ayrılırlardı. Hazret-i Mevlânâ'nın veciz bir ifadesini duymuştum. Büyük Celaleddin Rumi Hazretleri, çok büyük bir gerçeği veciz şeklinde ifade buyurmuş.
İşte, Kafkasları'ın bu alperen insanı, Kafkas insanın Mücahid ruhunu alan bu insan, inandığı kesin hakikatın Kur'ân gerçeğini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı. Kalbindeki iman ateşiyle konuştuğu kimseleri hemen yakardı.
Hayatı İslâm'ın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur'ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.
"Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah!" diyen sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi her şeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden bir zat-ı alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp'iydi bu yiğit adam.
Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun 'Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur'ân yolunda hizmet etmek isteyenlere her şeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.
Zübeyir Gündüzalp'in kısaca hayatı
Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler. Baba tarafından dedesinin lâkabı Zeyvergil, ana tarafından dedesinin lâkabı ise Hurşit Çavuşlar. Hurşit Çavuşlar yedi kardeşmişler, Rus istilâ ve belâsından sonra, bu kardeşler bir daha birbirlerini görmeden ebediyete göçmüşler. Zübeyir Gündüzalp'in ailesi Ermenek'te Zeyvergil diye tanınmaktadır.
Zübeyir Gündüzalp, İstiklâl Harbi'nin en buhranlı günlerinde, Ermenek'in Zaviye Mahallesinede -yeni ismi Taşbaşı- hayata gözlerini açmıştı.
Ezan sesiyle kulağına ismini Zeyver diye koymuşlar. Sonradan Üstadı bu ismi Zübeyir diye değiştirmiş.
Mehmed Efendi ile Seyyide Hanım'ın dört evlâdı vardır. Bunlardan ikisi erkek, ikisi kız. Babaları 1968'de, anneleri ise 1975'de vefat etmiştir.
Merhum Zübeyir Gündüzalp, ilkokul tahsilini Ermenek'te tamamlar. Küçükken çabuk sinirlenir, kardeşlerini ve komşu çocukları dövermiş. Annesi küçüklüğünde yaramaz olduğunu, ele avuca sığmadığı ve çok cesur olduğunu anlatmıştı.
Ermenek Postahanesi'nde birkaç sene memur olarak çalışır. Bu sırada teftişe gelen bir müfettiş, çok genç olan Zübeyir Gündüzalp'in mors alfabesiyle telgraf alışını çok beğenmiş. Kendisine biraz daha tahsil yapmasını, ileride tahsili olmayanların meslekte yükselemeyeceklerini hatırlatmıştır. Bunun üzerine , Ermenek'te ortaokul bulunmadığı için Silifke'ye gider. 1939 senesinde ortaokulu Silifke'de bitirerek memleketine döner. Daha sonra Konya'da açılan bir imtihana girer ve imtihanı kazanarak Ermenek'te postahane memurluğuna tekrar başlar. Bir müddet burada çalıştıktan sonra askere gider. Balıkesir'in Susurluk kazasında askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Konya Postahanesi'nde telgraf muhabere memuru olarak çalışır.
Risale-i Nur'u tanıması
İşte, İslâm kahramanı merhum Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur Külliyatı'nı bu memurluğu sırasında tanımak şerefine nail olur. Konya'nın tanınmış tüccarlarından Feyzi, Mehdi ve Şehid Tayyarece Ömer Beyin babaları Sabri Halıcı vasıtasıyla Nur Risalelerini okumaya başlamış. 1944 senelerini takip eden yıllarda Konya'da Zübeyir Gündüzalp'le beraber münevver ve imanlı bir gençlik grubu, Nur Risalelerini tanır. Bu zatlardan tesbit edebildiğimiz isimler şunlardır: Muhsin Alev, Ziya Arun, Ziya Nur Aksun, Kâmil Öztürk, Ahmet Atak, Feyzi, Mehdi ve Ömer Halıcı kardeşler.
Merhum Zübeyir Gündüzalp'in küçük kardeşi Haydar Bey, 1945 senesinde Konya'ya gittiği zaman, ağabeyinin Muhsin Alev'le bir evde beraber kaldıklarını ve kendisine Nurlardan bahsettiğini, Üstad'ının büyük bir İslam âlimi olduğunu anlattığını ifade etti.
Üstadı ilk ziyareti
Gündüzalp, Üstad'ını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstad'ının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış, tekrar Üstad'ın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstad'ına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum." demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma." demiş.
Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış.
Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burada Üstad'ıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstad'ından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâm’ın bu kahraman fedaisi, Üstad'ıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş.
Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve nihayet büyük kısmı İstanbul'da dinî hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiştir.
Üstad'dan hatıralar
"Birgün Emirdağ'da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin birkaç hizmetkârıyla bir çınar ağacına gittik. Üstad çınar ağacına çıktı. 'Burası benim medresemdir, ders okuyun' dedi. Biz de okuduk. 'Duymuyorum' diyerek faytonda olan iple üç kişi belimizden ağacın gövdesine bağladı ve bize iki-üç saat ders yaptı."
"Umumî bir vasıta ile bir gün Eskişehir'e gidiyoruz. Yanımızda da bir yabancı vardı. Sigara içiyordu. Ben de hiddetlenmiştim. Adama tokat vursam veya lâf söylesem Üstad Hazretleri kızacak diye düşünürken, baktım, Üstad Hazretlerinin yanında bir kişilik yer açıldı. Kalktım, oraya oturdum. Üstadımız ise hiçbir şey söylemedi, sükût etti."
"Bir gün otomobille büyük bir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, 'Ekmeği sizin, tefekkürü benim.' dedi.
* * *
"Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Hz. Üstadımız her ne zaman olursa olsun, çaya ve limon konulacak yemeklere limon damlatırdı. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öğle vakti pek az, birkaç lokma bir taam alırdı. İkindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Ancak akşam namazından sonra okuyacağı esnada limonlu bir bardak çay içerdi.
"Yatsı namazından sonra Resul-i Ekreme (a.s.m.) imtisalen hemen yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokmacık taam yerdi. Sonra 'Âyete'l-Kürsî' yi okur, yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar, evradını okurdu, sabah namazından evvel veya sonraya kadar. Sabah namazını erken edâ ederek yanında bulunan hizmetkârlarına, basılan kitaplardan ders yaptırır, kendisi de eski hurufla yazılı aslından takip ederdi.
"Üstad Hazretleri çorba olarak pirinç ve şehriye yerdi. İçine yumurta kırdırırdı. (Bunu 75 yaşından sonra yerdi. Yemeğin üzerine 4-5 habbe üzüm yerdi. Her habbeyi yiyişinde Besmele okurdu. 75-80 yaşlarında ömrünün sonuna kadar gördüğüme göre, kabuklarını soyar, çekirdeklerini çıkarır, yanındaki hizmetkârlarına lütfederdi.
* * *
"Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bir âyet-i kerimeye mânâ vererek, bir camide vaaz veriyor. Camide bulunan âlimler, şeyhler, ahali öyle müessir ve emsalsiz tefsiri, kütüb-ü İslâmiyede ve Kur'ân tefsirlerinde göremiyorlar. Çok hayran olup Üstadımıza minnettar oluyorlar. Fakat kıskanç bir şeyh, iki mürîdine emrediyor. 'Bediüzzaman'ı, sık sık gelip geçtiği şu tenha geçitte akşam namazından sonra mavzerle vurun!' diyor. Şeyhin müridleri aynı günde akşam namazından sonra, mezkûr geçitte Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin oradan geçmesini bekliyorlar. Hazreti Üstad geçide yaklaşınca o iki mavzerli müridleri görüyor. O iki mürid de Hazreti Üstadı görür görmez mavzerleri hemen kaldırıp Üstada ateş etmek üzere iken, kolları felç tutmuş gibi oluyor, mavzerler yere düşüyor. Merhum Üstad-ı Pâkimiz o iki müridin omuzlarına mübarek kollarını koyuyor ve 'Kabahat sizin değildir, ben size hakkımı helâl ediyorum' diyerek yoluna devam edip tek başına gidiyor.
"Bu harikulade hâdise o gün şâyi oluyor. Merhum Üstad o zamanlar çok genç olduğundan, yaşlı ve büyük bazı âlim ve şeyhler, Üstad'ın 'Bediüzzaman' lâkabını benimseyemiyorlardı. Fakat bu hâdiseden sonra hakikaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerinin 'Bediüzzaman' olduğunu tasdik ve takdir ediyorlar."
Zübeyir Gündüzalp'in notlarından seçmeler
Kur'ân nurlarından sadık talebesi, İslâmiyetin fedakâr hizmetkârı, rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dersinden, sohbet ve nasihatlarından zaman zaman istifade edip feyiz alırdık. Yazılacak bir makalede kâğıt kullanma şeklinden, Üstada ait herhangi bir hatıraya kadar birçok mevzuların üzerinde ciddiyetle durur; gayet net ve keskin ifadelerle, yaptığı izahlarla muhatabını aydınlatırdı. İlk günkü görüşmemizden en son görüştüğümüz günlere kadar daima yazmanın ehemmiyet ve faydalarını anlatırdı. Zaman zaman da "müellif efendi" diye takılarak, lâtife yapardı. Küçük çocuklara öğretmek için hazırladığı kelimeler defteri, hadis mealleri ve İslâmî sözlerden derlediği birçok defterleri bulunmaktadır.
Bu notlardan bazılarını takdim ediyoruz:
Bilgili insan
"Bilgili insan güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır.
"Bir kimse bir saat ilim tahsil ederse, bir geceyi ihya etmekten daha hayırlıdır. Eğer bir gün ilim tahsil ederse, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır.
"Kim ilim meselelerinden bir mesele öğrenirse, öğrendiği ilmi başkalarına öğretirse, o kimseye yetmiş sıddık sevabı verilir.
İlim öğretmek
"İlim tâlimine, öğretimine memur olan insanların öğrettiği ilim ile ister amel edilsin, ister edilmesin; ücreti, ancak kabul olmuş bin rekât nafile namaz kılmaktan efdaldir. Eğer o kimsenin öğretmiş olduğu ilim ile amel edilirse, kıyamete kadar amellerin sevabı o kimsenin defterine yazılır.
Enbiya hakkında sohbet ayn-ı ibadettir
"Enbiyâ-yı izamdan (büyük peygamberlerden) her birinin gerek isimleri ve gerek ibadet ve ahlâklarından bahisler etmek, ayn-ı ibadettir. Kezâlik, salih, yani ehl-i takva denilen ve Sünnet-i Seniyyeden ayrılmayan ve bid'a ile amel etmeyen kimseleri sevmek, hallerinden bahsetmek keffâretü'z-zünûbtur (günahlara keffarettir).
Ey nefsim!
"Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır.
"Hem, erkek ve kadın için ilme çalışmak, cahillik bataklıklarında batmamak farzdır. Cenab-ı Hakk'ın ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin emridir.
"Her türlü belâlar, şer ve azaplar, dinimizi iyi bilmemezlikten, tahkikî iman ilminin nurundan ve feyzinden mahrum kalmaklıktan, cehalet karanlıklarından ileri gelir. Her nevi saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf güzellikler, tahkikî iman ilmi ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir.
İslâm büyüklerinin hayatı ve hatıraları genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın fırtınalı ve dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler. Hayatını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri ise, dünyada birer kutup yıldızı oldukları gibi, ukbâda da günahkârların şefaatçisi olurlar.
İman ilmi
"Ey genç kardeşim ve zamanlarını hayhuylu, başıboş yaratıklar gibi boşluklar içerisinde geçiren sersem nefsim! Bu yaşa geldin, çocukluktan çıktın. Çocuklar var ki, sen onlardan geçersin. Sakallı çocuk olmak, bir insan için maskaralık, çirkinlik ve kötülük alâmetidir.
"Halbuki sana yakışan, senin taze ve şirin gençliğine yaraşan, hoplayıp zıplamayı bırakıp, olgun ve yüksek bir Müslüman namzedi olarak ilm-i imana çalışmak, İslâmiyetin yüce bilgisiyle bilgin olmaya gayret etmektir. Allah'a ibadet ve itaat edip, namaz ve ibadete sarılıp, güzel gençliğini çirkinleşmekten, gençlik günlerini boşu boşuna öldürmekten kurtarmaktır.
"Kendini bir yokla. Ben seni görüyorum ki, sende parlak ve ebedî bir istikbali kazanmak kabiliyeti var. Bu istidat senin gençlik ruhunun nurundan fışkırarak, senin manevî ve maddî simanda ışıldamakta, gözlerinden okumaya ve Allah'a ibadete olan sevgi kıvılcımları pırıl pırıl pırıldamaktadır. Bu nurları karartmamayı, bu ışıkları söndürmemeyi aklın ve kalbin sana feryad ü figânla ihtar ediyor.
"Ruhun , derinliklerde 'Oku! Allah'ın bahtiyar bir kulu, cemiyetin gülü, İslâmiyetin bülbülü ol!' diye İlâhî bir sada ile sana sesleniyor. Bu sadaya kulak verip nur-u Kur'ân'la ilim ve irfan sahibi olarak iki cihadın saadetiyle mes'ud ol!
"Ah, nur kardeşim! Sözlerin, senin bu sevimli özleyişlerin, senin bu sevgi dolu tavsiyelerin beni iman, İslâm ve Kur'ân yolunu öğretmek yolunda nur-u Kur'ân, nuruna kaptırdı.
* * *
"Ya İlâhî ve Rabbî! Kusurlarımı affeyle! Beni Kendine kul kabul eyle. Beni nur-u imanla münevver eyle. Emanetinin alınma zamanına kadar beni emanette emin kıl.
Merhamet
"Merhametsizliğin bir alâmeti, nisyan-ı nefisle, kendi kusurlarını unutmakla din kardeşlerinin her birinde bir kusur bulmak, onlara karşı sevgisini ve merhametini kaybederek tenkid gözlüğünü takınmaktır. Kendi kusurlarına; yakını uzaklaştırıcı, sisli gösterici âletle bakıp, din kardeşinin kusurlarına ise mikroskopla bakmaktadır. Böyle fertlerden mürekkep yiğitler, kuvvetsiz cılızlardır. Kendi kusurlarını gören, ihvanlarınınkini örten; kendi kabahatini büyük, din ve dâvâ kardeşinin kabahatini küçük gören, hattâ görmeyen Müslümanlar, Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olan, yüksek ahlâklı, yüksek seciyeli Müslümanlardır, ehli iman nişanını taşıyan dindarlardır. Öyle fertlerden müteşekkil azlar, çoktur. Küçükler, büyüktür. Zaifler, kuvvetlidir.
"Merhametsizlikten, münekkitlikten kurtulma yolunda ilerle, ey kardeş! Aksi halde, ya yakında, ya uzakta, ya dünyada; ya Hakk'tan, ya halktan inmesin sana adem-i merhamet. Zira, "Men dakka dukka" (Eden bulur). Merhametsizlik etme, sonra merhametli dosttan dahi merhametsizlik görürsün. Eğer görmezsen dünyaya mukabil, ukbada görürsün muzaaf ceza, bunu bil.
"Merhametsizliği körükleyen, hürmetsizliği alevlendiren öfke zamanındaki hürmet ve muhabbet, cennetmekân kimselerin güzelliklerindendir.
"Öfke zamanında hürmet ve merhamet en güzel ahlâktır.
"Merhamet tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder.
"Güya kendisi kusurdan müberrâ olmuş, hata ve yanlışlardan kurtulmuş gibi, çoklarının ve içinde yaşadığı muhitteki ehl-i imanın kusurları ile fiilen, amelen ve hayalen uğraşmak merhametsizliktir. Bu fena huya sahip olanlar, bu tehlikeli merhametsizliği işleyenler, nisyan-ı nefs illetine tutulmuş ve nefsinin şımarmış olması ihtimalinden titresinler. Ef nefsim! Sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla, kendini tecessüs et; ancak nefsine müfettiş, nefs-i emmârene murakıp olmak yüksekliğine çık.
Sabır ve rıfk
"Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar: 'Faziletiniz nedir?' Onlar da, 'Zulme uğradığımız vakit saberderdik; bize kötülük edilince de rıfk ile davranırdık.' diye cevap verirler.
Hadis meâlleri
"Allahu Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği ecir, sevap ve mükâfatları, rıfk ve mülâyemete, yumuşaklığa verir. Rıfktan mahrum olan ev halkı, çok şeylerden mahrum olurlar.
"Rıfktan (şefkatten) mahrum olanlar, hayırdan, sevaplı amellerden mahrum kalırlar.
Hilm
"Hiddete getirilince kızmayıp, hilm ve sabır gösteren kimse, Allah sevgisine mazhar olur.
Sabır ve bağışlamak
"Peygamberimiz sorar:
"Allah Teâlâ'nın, şerefleri ne ile kıymetlendirdiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size bildireyim mi?'
"Ashab-ı Kiram, Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimize, 'Buyur, bildir, yâ Resulallah!' diye cevap verirler.
"Hazreti Fahr-i Kâinat Efendimiz ferman buyururlar ki:"Sana karşı cahilâne hareket edildiği zaman, halim ve yumuşak olursun, sana zulmedenleri bağışlarsın, sana vermeyenlere sen verirsin ve senden alâkasını kesenlerle sen alâkalanırsın.'
Rıfk
"Resul-i Ekrem Efendimiz buyuruyor ki:
"Allah Teâlâ rıfk sahibidir. Her hayırlı işte rıfkı sever.'
Hiddet
"Resul-i Ekrem (a.s.m.) kendisinden bir şey öğretmesini, lütfetmesini talep eden bir kimseye ferman etti:
"Hiddetlenme."
Dindar kadınlarımız
"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, kadının din, namus, şeref ve hukukuna büyük ehemmiyet verirdi. Onlara rikkat ve şefkatle muamele buyururlardı. Kadınların hislerindeki inceliği, seriütteessür olduklarını, kalblerindeki hassasiyet ve merhameti çok iyi bildiğinden gönüllerini incitmemek için dikkat gösterir ve hanımların haksız yere kalplerinin kırılmaması hususlarında tavsiyelerde bulunurlardı.
"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz buyurdu ki:
"Kadın, Allah'ın, kullarına en büyük hediyesidir. Allah'tan korkun, onlara zulüm ve eziyet etmeyin, onları ihmal eylemeyin.'
Kız evlâdı
"Anne ve baba, kız çocukları hakkında daha ziyade re'fetperver, şefkatli olmalıdır. Zira onların fıtratları, yaratılışları, zaif, nahif ve hassasedir. Kız çocukları daha ziyade merhamete, siyanet ve korunmaya muhtaçtır.
Üç kız evlâdı
"Hazreti Peygamber (a.s.m.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki:
"Üç kız çocuğuna nail olup da onlara, kendisine muhtaç olmayacakları zamana kadar infak ve ihsanda bulunan, nafakaların temin eden kimseye, Cenab-ı Hak cennetini vâcib kılmıştır. Meğerki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlemiş olsun veya böyle bir amelde bulunsun.'
Kız evlât
"Baba ve annenin kız evlâtları için en büyük iyilik ve en birinci vazifesi, en yüksek lütufları şudur ki, onlara iman ve İslâmiyet ilmini öğretmektir. İslâmiyete lâyık bir edep, terbiye ve ahlâkla büyütmektir. Kız yavruların insan ve cin şeytanların şerlerinden kendilerini koruyacak bir ilimle, bilgiyle yetiştirmektir. Böylece mânevî güzelliklerle ruhu parlayan bir ev kadını, bir hane hanımı olabilecek bir hâlde dünya ve âhirete hazırlanacaktır.
Ev kadını
"Bir İslâm kadını için yemek pişirmek, elbise dikmek, evinin nezafetine, temizliğine bakmak, çamaşır yıkamak, çocuğuna bakıp beslemek, erkeğinin hizmetini görmek büyük bir şereftir, iffet ve ismettir. Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden, Allah'ın emirlerini yerine getiren hanımların bütün dünyevî işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allahu Teâlâ Hazretleri kabul buyurur. Bu suretle geçici fâni ömürleri âhiret hesabına, bâki, daimî bir hayata tebdil edebilir, ebedî, sonsuz bir ömre çevirebilir.
Gaflet örneği
"En büyük gaflet örneklerinden:
"Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparlarken, herkes kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesi, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasıdır. Kendi fikirlğriyle yapılan işlerin zararlı ve iflasa doğru gittiğini hatırlatan en yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânlarının elinde bulunması, şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır. Müesseseye, sekiz-on işlerde şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden dolayı zararlar gelince de, birtakım teviller yapmak yoluna sapması, telâşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukukunu zâyi etmesidir.
"Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi; karşısındakinin izzetini kırması; İslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, 'Bana böyle dedi, şöyle dedi' gibi hiddetli mukabele etmesidir. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunmasıdır.
"Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup, iş yapmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı da anlaşılmış olur.
"Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur; münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri misilleme yapar. Birinci hareket edip kalp kırana sor: "Birinci bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim" der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.
"İslâm: muaşereti, edep ve terbiye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca 'Ben sebep oldum, özür dilerim' kâmilliğini yapmayarak, zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına yüklememelidir. Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes'eleye iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle ittiham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmamalıdırlar."
(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-III)
***
KAFKAS ASILLI Ziver Gündüzalp, 1920 Konya Ermenek doğumludur. “Zübür’ümü kâinata değişmem” diyen Sevgili Üstad’ı, kâinata bedel gördüğü bu talebesinin adını “Zübeyir” olarak değiştirmişti. Konya Postahanesinde telgraf memuruyken, Sabri Halıcı ve Rıfat Filizer Ağabeyler vesilesiyle Nurlarla müşerref olmuştur.
1946’da ilk defa Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etmiş, 1948’de altı ay Afyon hapishanesinde Üstad Hazretleriyle beraber hapis yatmıştır. Afyon mahkemesi kendisini yanlışlıkla tahliye edince, Üstad’ından ayrılmamak için bu yanlış tahliyeyi düzelttirmiştir. Daha sonraları da kendisinin Nur talebesi olduğunu ihbar ederek Üstad’ının yanında bulunabilme çarelerini aramıştır. 1971 yılında İstanbul’da vefat eden Zübeyir Ağabey, henüz 51 yaşında idi...
Zübeyir Ağabeyi ilk defa Ankara’da gördüm
Vefatlarından bir sene öncesi, yani 1970 senesiydi. Bir pazar günü, kaldığım Tandoğan Mebusevler dershanesinden Hacı Bayram Camii yanındaki “27 Numara” isimli Bayram Yüksel Ağabeyimizin kaldığı dershaneye gitmiştim. Niyetim, Bayram Ağabeyi ziyaret etmekti. 27 Numaralı dershanede toplam yedi veya sekiz kişi ya var, ya yoktu.
Baktım ortadaki salonda birkaç kişi, kolları sıvalı, ayaküstü sohbeti yapıyorlar. Bayram Ağabey dedi: “Ömer Kardeş, bak Zübeyir Ağabey; hiç görmüş müydün?” İstanbul’da okuyan ağabeyim Abdülkadir Özcan, Zübeyir Ağabeyi bana çok anlatmıştı. Zübeyir Ağabeyin Afyon müdafaasına da hayrandım. Bu sebeplerden dolayı Zübeyir Ağabeyi çok merak ediyordum. Henüz görmemiştim.
Bayram Ağabeyin sözünden sonra Zübeyir Ağabeye tekrar baktım. O anda sanki Üstad’ı görmüş gibi oldum. O kadar çok benziyordu ki, nutkum tutulmuş, öylece donakalmıştım. Epey şeyler anlattığı halde hiçbiri aklımda kalmadı! Sadece “Avrupa ve Amerika’nın ahlâksızlıklarına karşı yalnız, ancak Risale-i Nur’un kal’a olabileceği” ifadeleri hulaseten zihnimde kalmıştı.
Zübeyir Ağabeyin şahidi olduğum bir kerameti
Namazı beraber eda ettikten sonra Bayram Ağabey, “Zübeyir Ağabeyle meşveret etmek isteyen varsa, Zübeyir Ağabey yandaki odaya geçti, sırayla girin” dedi. Birden içime bir ateş düştü; Zübeyir Ağabeyle baş başa kalıp konuşmak... Fakat aklıma bir türlü bir şey gelmiyordu! “Allah’ım, ben ne konuşayım!” diye kıvranırken, birden okulumuzda mescit olmadığını hatırladım. Hakikaten namazları olmayacak yerlerde kılıyor, zorlanıyorduk.
Birkaç kişi Zübeyir Ağabeyle görüşüp çıktıktan sonra kapıyı tıkladım, içeri girdim. Zübeyir Ağabey yerde diz çökmüş, başında takkesi takılı, önünde ellerini koyduğu bir rahle var. Selâm verdim, kendimi tanıttım. Dedim ki: “Ağabey, okulumuzda mescit yok. Bilhassa ikindi namazlarını kılmakta zorlanıyoruz. Ne yapmamız lazım?” Ziyaretimin sunîliğinden olacak herhalde, namazları aksatıyoruz gibi bir mana uyandırmıştım. Zübeyir Ağabey kaşlarını çattı, sağ elini şecaatle ileri doğru bir yay çizerek salladı, “Kılacaksınız kardeşim! İmza toplayın, idarecilerinizle görüşün, mescit açtırın. Allah sizi muvaffak edecektir.” dedi, Bu manada başka müjdeli şeyler de söyledi. Teşekkür edip dışarı çıktım.
Hakikaten hiç aklımıza gelmiyordu idarecilerle görüşüp mescit açtırmak... Halbuki idareciler müspet insanlardı. Fakat o tarihlerde üniversitelerde mescit açtırmak, çok mühim ve zor bir hadiseydi. Belki de başka okullarda da hiç yoktu.
Neyse bilhassa Zübeyir Ağabeyin hemşehrisi hocamız Konyalı Abdullah Nişancı Bey’in samimi gayretleriyle revirin yanında bir mescidimiz oldu.
Okulda da öyle bir Nur hizmeti başladı ki, hem keyfiyetli, hem kemiyetli, muazzam bir cemaat çıktı ortaya... O zaman okulda yatılı kalan Malatyalı Bilâl, Cumali, Hacı Mehmet gibi kardeşlerin çok büyük hizmetleri oldu. Hatta ekseri kardeşler motor bölümünde olduğundan o senelerde bölümler arası futbol turnuvası için “motor bölümü” takım çıkaramadı; çünkü bölümün çoğu ehl-i dershane oldu. Onların top oynayacak vakitleri de yoktu yani… Zübeyir Ağabeyin “Allah sizi muvaffak edecektir” sözünü şahsen hiçbir zaman unutmuyor ve manen kuvvet buluyordum.
Teknik ilâhiyat fakültesi!
O tarihlerde, 1970’li yıllarda anarşinin, boykot ve işgallerin üniversiteleri sardığı unutulmamalı... Okulumuzda cemaat o kadar büyüdü, o kadar bereketli hizmetler yaptı ki kardeşlere, mescit yetmemeye başladı. Bir teşebbüs daha yapılarak, yatılı talebelerin kaldığı koskoca B bloğunun altı neredeyse cami büyüklüğünde bir mescit oldu. Bilhassa Ramazan aylarında ve diğer günlerde dışarıdan ağabeyler geliyor, dersler yapıyorlardı. Artık okulun adı halk arasında “Teknik İlâhiyat Fakültesi!” diye esprili olarak anılıyordu. Bu hizmetler Bayram Ağabeyin çok hoşuna gidiyor, kardeşlere iltifatlar ediyordu. Vefatına kadar da her görüşmemizde o ekibin isimlerini sırayla sayar, halâ memnuniyetini belirtirdi.
Aklımdan Zübeyir Ağabeyin sözleri hiç çıkmıyordu. Âdeta bu hizmetlerde Zübeyir Ağabeyin tasarrufu vardı. Vefatından önce muvaffakiyet müjdelerini vermişti. Şimdi bu notları yazdığım 30 küsur sene sonra da bu okuldaki hizmetlerin birinciliği koruduğu söyleniyor.
Bir kuyuya bir fare düşse…
Zübeyir Ağabeyin buna benzer yıllar sonra ortaya çıkan bir kerametini Rahmi Erdem Ağabey’in hatıralarında okumuştum. Şöyle ki:
Rahmi Erdem, Zübeyir Ağabeye “Ağabey seni biraz Şark’taki medreseleri gezdirelim, kardeşlere takviye olur” diye teklif ediyor. Zübeyir Ağabey diyor: “Kardeşim! Benim gönlüm Üstad aşkıyla dolmuş. Şark’ın bazı âlimleri kıskanç olur, ‘Bediüzzaman’ın talebesi gelmiş, şunu bir imtihan edelim; bir kuyuya bir fare düşse, kaç kova su çektikten sonra temiz olur?’ diye sorarlar...”
Rahmi Ağabey anlatıyor: “Zübeyir Ağabey vefat etti. Yıllar sonra Şark’ta yaptığım bir dersten sonra bir âlim zat dedi, ‘Siz Bediüzzaman’ın talebeleri âlim olmuşsunuz, şimdi ben de seni bir imtihan edeyim, bir soru sorayım: Bir kuyuya bir fare düşse kaç kova su çektikten sonra su temiz sayılır?’ diyerek Zübeyir Ağabeyin kerametinin musaddıkı oluyordu!
Zübeyir Ağabey tam bir edep ve ahlâk timsaliydi. Derslerde takkeyle oturur, namaz kılar ibadet eder gibi huşû içinde ders dinlerdi. Daha önceleri, Fatiha’yı okuduktan sonra ellerimizi yüzümüze sürerdik. Ben ilk defa Zübeyir Ağabeyde Fatiha’nın tamamını elleri dua şeklinde açık okurken gördüm. Dikkatimi çekmişti...
Risale-i Nur’da Zübeyir Ağabey
“...Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacım zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’dan o sistemde birisini isteyecektim.” (Emirdağ Lâhikası-II, 15)
“Zübeyir, bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine ve Ceylan, merhum biraderzadem Fuat bedeline verilmiş diye manevî ihtar aldım...” (Şualar, 535)
“Şimdi manevî evlatlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyir, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve halis Nur’un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahiri, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası-II, 217)
“Zübeyir’in mahkemede okuduğu müdafaası gibi, parlak methiyesi inşaallah onları takdir ve tahsine sevk etmiş ki taaccüple kararnamede yazmışlar.” (Şualar, 444)
Eyüp Ekmekçi Ağabeyden tespitler
Eyüp Ekmekçi Ağabey, 1962-1971 seneleri arasında fasılasız olarak Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimizin dokuz sene hizmetinde bulunmuştur. Neredeyse Zübeyir Ağabeyin yaşadığı her hadisenin en yakın şahidi ve Zübeyir Ağabeyi en iyi tanıyanlardan birisi, belki de birincisidir.
Eyüp Ağabeyde, Aziz Üstad’ımızın “Hayatım, hayatınla devam edecek” dediği iki ağabeyden birisi olan Zübeyir Ağabeyin (diğeri Sungur Ağabey) sıbgasını hissediyoruz. Eyüp Ağabeyle beraberliğimizden dolayı Zübeyir Ağabeyle çok konuşmuşuz, yanında çok bulunmuşuz hissini veriyor bize... Senelerden beri ısrarlı taleplerimiz üzerine çok cüz’î bir kısmı da olsa hazırladığı notlardan istifa etmemize müsaade etmiştir:
Zübeyir Ağabeyden işittiğimiz ilk hatıra
Muazzez Üstad’ımızın sadık ve sıddık hizmetkârı Zübeyir Gündüzalp Ağabeyden ilk işittiğimiz hatıra şuydu:
Üstad’ımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin zaman zaman Nur’un erkânı olan ağabeylere şu Nur’un Kur’anî meslek ve meşrebi noktasında çok ehemmiyetli dersi verdiklerini naklediyorlardı:
“Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbanî gibi zatlar da gelseler, ‘Said, sen bu tarzda devam edersen şu birkaç biçareden başka şakirdin olmayacak; hem aç kalacaksın, hapis yatacaksın. Fakat tarzını şöyle bir parça değiştirsen -yani siyasetvari veya tasavvufvari- bütün memleket senin şakirdin olacak, hatta başbakan ve reis-i cumhur da sana şakirt olup, gelip elini öpecekler’ deseler ben bu tarzımı bırakmayacağım’ buyuruyorlardı.
“Üstad’ımız bazen ders verdikten sonra bizi imtihan ederlerdi: ‘Bana bir şeyler olsa desem ki: ‘Kardeşim! Biz şimdiye kadar bu tarzda gittik, fakat ben yanılmışım! Bundan sonra şöyle bir tarzda gideceğiz.’ Biz derdik: ‘Üstad’ım, biz size hürmet ederiz, elinizi öperiz; fakat Risale-i Nur, serapa delil ve burhandır ve Kur’anîdir. Biz Risale-i Nur’dan ve tarzından vazgeçmeyeceğiz.’”
“Konuştuklarımızın Risale-i Nur’dan yerini bulun”
Merhum Zübeyir Ağabey, sohbetlerinin ekserisini sonunda, “Kardeşim! Konuştuklarımızın Risale-i Nur’dan yerini bulun” derdi. Demek Zübeyir Ağabeyden nakledilen meseleler, sözler, Risale-i Nur mehazına uygun değilse yanlıştır veya tevil-i fasit olabilir. Maalesef çok vak’a cereyan etmiştir. Halen çok galat ve yanlışlar var.
Merhum muazzez ağabeyimiz, “Ben nakilciyim, Üstad’ımdan naklediyorum” buyururlardı. Ve “Ben Üstad’ımın sözüyle hareket edersem, muvaffak olamasam da Üstad’ım beni kurtarır. Fakat kafadan hareket edersem, beni kim kurtaracak!” diye ibretli mes’uliyet dersleri verirlerdi.
Bir kardeşe de, “Kafadan hareket etme, kafanı çalıştır!” diye bir ikazı var.
Fırıncı Ağabeyin rivayetiyle de, “Biz bazen kafadan konuştuğumuz zaman, ‘Satırdan kardeşim!’ diye Zübeyir Ağabey ‘nun’u tınlatırdı…”
“Mesleğimiz cihad-ı manevîdir”
Yine Zübeyir Ağabeyden naklen: “Üstad’ımız şiddetli bir ders verdiği zaman bakarız halimizde o derse bizi muhatap etmeye sebep bir yanlışlık var mı? Halde yoksa maziye döneriz; geçmişte de yoksa istikbalde başımıza gelecek bir halin dersidir, ikazıdır.”
Dava adamı, davasını bazen bir cümlede ifade eder. Bu neviden ders ve sözler Üstad’ımızın hayatında ve Risale-i Nur Külliyatında pek çok vardır. Fikrine fazla güvenen bazı zatlar vardır. Birisi bir gün bizzat Üstad’ımıza: “Üstad’ım! Daha geniş çalışmamız lâzım” diye bir nevi itirazda bulunuyor. Üstad’ımız ise yanında bulunan Nur erkânı ağabeylere bedi’ mürebbiliği itibarıyla bazen şiddet kullandığı halde Zübeyir Ağabeyin ifadeleriyle, bazen vartaya düşen bir talebeyi kurtarmak için o Aziz Üstad, o talebenin karşısında “Evlâdım! Yavrum!” diyerek iknaya çalışırken âdeta tezellül haline girerlerdi.
O esnada Fırıncı Ağabey geliyor. Üstad’ımız, Fırıncı Ağabeye dönerek: ‘Kardaşım Fırıncı! Seni hakem tutuyorum. Ben diyorum ki, bu hizmet Risale-i Nur’un neşri medrese-i Nuriyelerle olacak. Bunlar başka tarzlar arıyorlar; sen ne dersin?”
Hatta merhum Zübeyir Ağabey son zamanlarında, “Mesleğimiz cihad-ı manevî olduğuna dair bahisler Hizmet Rehberi’ne az girmiş. Siz Külliyat’tan bu mevzuda bir tahşiye yapın” diye tavsiye etmişlerdi.
Altı bin sayfa Külliyat’ta üç bin küsur sayfada iman hakikatlerini, marifetullahı ve muhabbetullahı ders verirlerken üç bin sayfaya yakın, tarihçe, lâhika ve müdafaatında mahza Kur’anî olan meslek ve meşrebini ders vermişlerdir. Necip ve Mualla Üstad’ımızın Kur’anî olan meslek meşrebine dair bütün tahşidatları bu “cihad-ı manevî” üzerinedir.
Ahir zamanda gelecek zatın üç vazifesi mevzuunda; birinci vazife doğrudan doğruya bu “cihad-ı manevî” mesleğidir ve yüz sene sonra gelecek o zat dahi şimdi gelse siyaset âlemindeki vaziyetinden feragat edecek ve iman hizmetini esas yapacağına dair lâhikalarda çok bahisler var. Diğer iki vazife ise, netice olarak mütalâa ediliyor. Allah’ın vazifesidir, deniliyor ve kader programına havale edilip zamana bırakılıyor.
Hatta Mustafa Sungur Ağabeyimizin bu meyanda hatıraları var. Mealen: “Üstad’ımız bir gün ‘Zübeyir, Sungur, Hüsrev, Nur’dan yükselen üç sütundur’ buyurdular. O anda benim aklıma geldi ki, Hüsrev Ağabeyin hizmeti Isparta’ya bakıyor; Zübeyir Ağabeyin İstanbul’a… Üstad beni de daha ziyade Ankara’ya gönderirdi. O anda Ankara’daki hizmet muhitinde olma arzusu bende uyandı.
“Üstad’ımız, ‘Sungur, Menderes seni Ankara’ya çağırsa, ‘Gel Risale-i Nur’u devlet eliyle bütün dünyaya neşret’ dese, senin burada bulunman daha mühimdir. Gerçi o vazife-i İlâhiyedir’ buyurmuştur.”
Cihad-ı manevînin en büyük şartı, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.
“Üstad’ımızın emirlerine akıl ve mantık karıştırılmamalı”
Zübeyir Ağabey şunları anlatmıştı:
“Hizmette en mühim bir husus, Üstad’ın emir ve işlerine kendi aklını karıştırmamaktır. Bir gün Üstad Hazretleri, yazdığı bir dilekçeyi bana verdi ve ‘Git bunu kaymakama ver’ dedi. Şimdi ben aklımı ve mantığımı karıştırsam şöyle düşünmem lazım:
“‘Kaymakam bu saatte yatıyordur, yarın nasıl olsa dairesine gelecek, ben de erkenden getirip dilekçeyi veririm...’
“Halbuki Üstad’ımızın emirlerine akıl ve mantık karıştırılmamalı. Ben dilekçeyi aldım ve hemen kaymakama gittim. Adam kapıyı açar açmaz bin bir küfür ve hakaretler savurmaya başladı. Ben Üstad’ın emrini yerine getirmek için sükûnetle bekledim ve ‘Bu, Üstad’ımızın dilekçesidir’ dedim, uzattım. Adam, ‘Neyse haydi ver’ dedi ve dilekçeyi aldı. Meğer sonradan anlaşıldı ki adam ertesi gün izne ayrılacakmış...”
“Bediüzzaman, yeryüzünde üç cemaatin üstadıdır”
“Bir zata soruyorlar: ‘Bediüzzaman Hazretleri hakkında ne diyorsunuz?’ O ehl-i ilim muhterem zat: ‘Kardeşim! Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, yeryüzünde üç cemaatin üstadıdır. Bir: Risale-i Nur’dan iman-ı tahkiki, marifetullah, muhabbetullah dersleri alarak bu memleketi, sonra âlem-i İslâm’ı, hatta şimdi küre-i arzı bir mekteb-i Kur’anî ve imanî hükmüne getiren cemaatin üstadıdır. İki: Mü’minler mabeyninde imanî uhuvveti tesis etmesiyle âlem-i İslâm’ın Üstad’ıdır. Ve yeryüzünde muvahhidin cemaatinin üstadıdır. Risale-i Nur’un has dairesinde ve sıhhatli ve şifabahş hanesinde siyaseti terk ve geniş daireyi medar-ı nazar etmemesi, bütün cereyanların fevkinde bir keyfiyete ulaşmasının sırrını taşıyor.’”
“Seyyid veya efendi, hizmetkâr veya talebesini imtihan eder”
“Üstad, Risale-i Nur’da, ‘İfadelerim müşevveş oldu, filanca talebem tâdil veya ıslah etsin’ gibi ifadeler kullanıyor. Bunu ‘Bir seyyid veya efendinin hizmetkâr veya talebesinin sadakatini ölçmek için bir imtihanıdır’ diye düşünmek lazımdır.”
“Üstad’ımız, ‘Kardeşim! Ben âlim değil, hizmetkâr yetiştirdim’ demişti.”
“Eğer ben Bediüzzaman’ın hizmetçisiyim veya talebesiyim diye kendime bir paye verirsem kardeşlerim, şimdiden hakkımı helâl ediyorum, damarımdan şırıngayla bir zehir zerk ediverin!”
“Derslerde üç şeyden bahsedilir”
“Biz derslerde ya Risale-i Nur okuruz, ya Üstad ve Risale-i Nurlardan bahsederiz veya havadis-i Nuriyelerden anlatırız. Bunun dışında her türlü müspet ve menfî günlük siyasî içtimaî meselelerden bahsetmek sadakatsizliktir, bid’attir.”
“Kalemlerinizi çalıştırın”
“Üstad’ımıza ve Risale-i Nurlara taarruz edildiği zaman gazete lisanıyla cevap verilmemeli. Kendi dairemizde lâhikalar neşrederek cevap verilmelidir. Böyle durumlarda kalemlerinizi çalıştırın...”
“Ben Risale-i Nur’u okuduktan sonra…”
Bir kardeşimiz bir gün heyecanla geldi, ortada bir mesele varmış gibi, Zübeyir Ağabeye, “Ben şahidim, Üstad gazeteleri size okutuyordu!” deyince, ben ömrümde Zübeyir Ağabeyin o kadar hiddetlendiğini görmemiştim. “Otur kardeşim!” dedi. Bana “Sen de otur, yaz bunları!” dedi. “Evet kardeşim, Üstad gazeteleri bana okutuyordu; fakat ben Risale-i Nur okuduktan sonra bir tek yazı, makale, gazeteyi istifade niyetiyle okumamışım. Nerede bir iğne, bir çuvaldız, bir plân, bir taarruz var, onu anlamak için okurum.”
Çocuk terbiyesine çok önem verirdi
Zübeyir Ağabey çocuk terbiyesine çok önem verirdi. Şu sözler ona ait:
“Çocuklar veli-yi nasihten ziyade, güzel örneklere muhtaçtırlar.”
“Çocuk terbiyesi hakaik-i imaniyedir.”
“Mesleğimiz cihad-ı manevî olduğundan, muvaffak olanlar tecrübelerini yazsalar havadis-i Nuriye hükmüne geçer.”
Ben bir gün çocuklara biraz sertçe davranmışım. Zübeyir Ağabey hemen ikaz etti, “Bu çocuklara sert davranma. Biz irşadı Risale-i Nur’a bırakmışız. İmtizaç, şefkat, müsamaha lazım…” dedi.
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)
***
Üstad Bediüzzaman Said Nursi
Nur Risalelerinin müellifi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’dir. Bu Zât-ı nuranî, büyük bir insan-ı kâmil, dâhi bir İslâm müellifidir. Misli benzeri pek ender olan namdar bir İslâm mütefekkiridir. Şarkî Anadolu afakında parlayan bir ateşpare-i zekadır. Envar-ı Kur’aniyenin fem-i mübareklerinden fışkırdığı bir hazine-i ulûmdur. Fart-ı zeka ve hafızaya malik ve meşhur olan bir nadire-i hilkattir. Harika bir iradeye, ruhî bir kuvve-i kudsiyeye, Kur’an-ı Hakim’in feyz-i dersiyle, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) talimiyle, âdeta fevkalbeşer diyebileceğimiz bir ikna, bir irşad, tenvir ve teshir kudretine mazhar bir mana adamı, bir muallim-i ekber ve bir hatib-i umumîdir.