"Bazen tevazu, küfran-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur. Bazen de tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır." Bu ifadeleri misallerle izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Allah’ın insanlar üstünde sayısız nimetleri vardır. Bu nimetleri insan kendinden bilirse gurur ve kibir olur; inkâr edip gizlerse bu da küfran-ı nimet olur ki; her iki durum da manevi bir hastalıktır. Yani insanın ihsan edilen ve üstünde görünen nimetleri kendinden bilmesi nasıl caiz değilse, aynı şekilde o nimetleri yok sayıp inkâr etmesi de caiz değildir. Bu yüzden tahdis-i nimet dediğimiz; nimeti Allah’tan bilip, bu nimeti üzerinde izhar ve ilan etmektir.
Tahdis-i nimet ile kibir, zahirde birbirine benzerler; ama aralarında çok fark vardır. Tahdis-i nimet insanın üzerindeki nimet ve ikramların Allah’tan olduğunu bilip izhar ve ilan etmesi iken, kibir bu nimetlerin Allah’tan olduğunu inkâr edip, haksız yere sahiplenip temellük etmesidir. Üstad Hazretlerinin inayet ve kerametleri izhar etmesi bu kabildendir, yani tahdis-i nimettir.
"Madem i’câz-ı Kur’ân’ı bir derece beyan, Sözlerle oldu. Elbette, o i’câzın hesabına geçen ve onun reşehâtı ve berekâtı nevinden olan hizmetimizdeki inayatı izhar etmek, i’câza yardımdır ve izhar etmek gerektir." (Mektubat, 28. Mektup, Yedinci Risale)
Burada da inayetlerin Kur’an hesabına olmasından dolayı izhar edilmesinde bir mahsurun olmadığına işaret ediliyor. Yani inayet ve ikramlar şahsın meziyeti değil, vazifesinde bulunduğu iman ve Kur’an hizmetinin bir meziyetidir. Öyle ise izhar ve ilan edilmesi şahsa bakmaz, şahsın hizmet ettiği yola bakar ve onu yüceltir.
İnsan, eline geçen nimetlerin, malların, rütbe ve makamların Allah’ın bir lütfu ve ihsanı olduğunu bilmekle kibirden, gururdan kendini muhafaza eder. İnsan fıtrat olarak fahre meftun, şöhrete müptela ve medhe düşkündür. Hâlbuki insanın mazhar olduğu nimetler ve güzelliklerden dolayı gururlanmaya hiçbir hakkı yoktur. İnsana düşen ve yakışan fahr değil şükürdür, şöhret değil tevazudur, medih değil istiğfardır.
İnsan kendisindeki nimetleri, meziyetleri ve kemalatı Cenab-ı Hakk’ın ihsanı olarak görmelidir. Ne küfran-ı nimet etmeli ne de gurura kapılmalıdır.
Üstad Hazretleri o dehşetli ve sıkıntılı zamanlarda, Nur talebelerinin maneviyatlarını, mukavemetlerini ve şevklerini muhafaza etmek için mühim müjdeler ve beşaretlerde bulunmuştur. Çünkü mühim bir cematte, azim bir hizmette, yüce bir gayeye hizmet eden; fakat az ve zayıf olan dava mensuplarına; kaderin, böyle iltifat ve alakası mukadderdir ve sadece bu, Nur talebelerine ait bir iltifat değildir.
Hizmetteki bu muvaffakiyet sadece kumandana verilmez. Muvaffakiyet bütün hizmet eden insanların hakkıdır ve Allah’ın onlara bir lütfudur.
Demek Üstad Hazretleri mazhar olunan inayet ve ikramları kendi namına değil, cemaat namına ilan ediyor ki, cemaat içindeki herkes şevk ile hizmet etsin ve ne büyük bir kıymet içinde olduklarını bilsinler.
Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilan ve tahdis-i nimet etmek, bazen gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh, ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:"
"Her bir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür."
"İkinci veçhi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilan, in'âmını ifşa, esmasına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illa küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle manevi bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimaları var:"
"Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam 'Ne kadar güzel oldun.' dediğine karşı, 'Güzellik paltonundur.' dediği zaman, tevazuyla tahdis-i nimeti cem etmiş olur."(Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)
Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatları mutlak ve ezelî olmasından, tam manası ile idrak ve ihata edilmesi imkânsızdır. Bu yüzden insana birtakım vehmî ve farazî hisler, duygular ve cihazlar takılmış ki, onları vahid-i kıyasî yaparak Allah’ın mutlak ve sonsuz isim ve sıfatlarını bir derece idrak etsin.
Temellük hem çok ince ve derin bir mesele hem de bu meseleye taalluk etmesinden dolayı bir temsil ile akla yaklaştıralım.
Çok zengin ve muktedir bir zat, emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin birtakım lezzetlerini, kendi haşmet ve mehabetini anlatmak için fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Fabrikanın kendi namına, kendi prensiplerine göre idare edilmesini, süre dolunca da fabrikanın eksiksiz olarak geri verilmesini şart koşar..
İki işçiden biri, fabrikanın idaresini alır ve aynen o zatın şartlarına göre hareket eder. “Ben şu küçük tesisi idare ediyorum, o zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, o binlercesi ile alakadardır.” der. Ona karşı sevgisi, hürmeti artar, fabrikanın kendisine emanet edildiğini asla unutmaz. Bu güzel davranışı ile fabrika sahibinin teveccühünü kazanır ve büyük bir servetle mükâfatlandırılır.
Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez vaziyetini, vazifesini ve emanetçi olduğunu unutur. Hemen fabrikanın tabelasını indirir, kendi ismini asar; fabrikayı kendi hevesine göre idare eder, o zatın şartlarına uymaz. Demirbaş malzemeleri satar, haddini aşarak temellük davasına sapar. Fabrikanın sahibi de onu cezalandırır.
Aynen öyle de insanın vücudu da bir fabrika gibidir. O iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, Firavun-meşrep kâfirleri temsil eder.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Bir konu hakkında bilmeyi, özgüven ve gurur açısından değerlendiriyorum.
Bir konuyu bilince özgüven olmaması, aslında bilmemek anlamı taşıyor. Bildiğin şeye güvenmelisin.
Ama bu bilmeyi kendinden bilmemelisin.
Aslında burada "Öz güven" kelimesini İslami olarak düşünürsek, bu öz ;Allahın bilgisine güvenmek olabilir.
Bizim özümüz ne olabilirdi, iradeden başka ne var elimizde.
Evet ben güzelleştim ama bu güzellik(bilgi vs) benim malım değil diyebilmeliyiz.
Çünkü Özgüvenli olup, gururlu olmamak ancak bu şekilde olabilir.
Yoksa ilmi kendimizden bilirsek bu bilgi hem gurur olur, hem özgüven olur ama müsbet manada bir özgüven olamaz. Bilgiyi kendinden bilmenin getirdiği bir egoizm yada fahr olur.
Hatam varsa affola. Zihnimde özgüven ve gurur çelişiyordu, pasajınızı okuyunca ve Risaledeki manasıyla bütünleştirince bu şekilde tatmin oldum.
İnşallah yanlışım yoktur.