Bazıları Türkiye "dârülharp" diyerek cuma namazı kılmıyorlar. Üstad Risalelerde bu konuda ne diyor?
Değerli Kardeşimiz;
“Darü’l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadaa bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yer de Darü’l- Harb’tir.” (Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, C.lll, s.394.)
Sadece bu tarifler dahi dikkatle mütalaa edilirse Türkiye’nin Darü’l-İslâm olduğu ve bu vatana dârülharp diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.
Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerred iddia olmaktan ileri gidememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerred iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer’î ilimlerde de mes’elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır.
Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar “dârülislam”dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hattâ Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de “dârülharp” değildir. (bk. Bilmen, Ö.N. a.g.e., lll, 335)
Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkand, Kırım bile “dârülharp” değil, “dârülislam”dır. İmam-ı Şafiî’ye göre, bir diyarın “dârülharp” olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lazımdır.
Hanefî mezhebinde, bir “dârülharp”, ahkâm-ı İslam’ın bazısının icrası ile “dârülislam”a inkılap eder. (bk. Kuhistani, ll, 311)
İbn-i Âbidin’e göre, “Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine Darü’l-İslâm’dır.” (bk. İbn-i Âbidin, Dürrü’l-Muhtar Şerhi, lV, 175)
Memleketimiz -lillahilhamd- asırlardan beri “Diyar-ı İslâm”dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelata taalluk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlak ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir.
Kaldı ki muamelata taalluk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur:
Vaizler kürsülerden dini telkin etmekte, İslam’ı anlatmaktadır. Bütün vilayet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur’ân Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerde, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, vakit namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslami eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar evlatlarına istediği ismi koyabilmekte, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. İslam ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, bilhassa mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar kesret ve kesafet peyda etmektedir.
Üstad doğrudan bu konuya girmemiştir. Ancak aşağıdaki mektup bir yönüyle bu konuyu ele almaktadır. Mektubat'taki bu ifadelerden, bu beldelerin dârülislam olduğu açıkça anlaşılmaktadır:
"Birinci İşaret: Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senedleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebileri körükörüne taklidcilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki:
'Londra'da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer'î var ki, sükût ediliyor?'
"Elcevab: Bu kıyasın o kadar zahir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklid etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta 'Dâr-ı Harb'denilir. Dâr-ı Harbde çok şeylere cevaz olabilir ki, 'Diyar-ı İslâm'da mesağ olamaz."
"Hem Firengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer'iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından; bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiş; maânî için elfaz terkedilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise; muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor."
"An'ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar."
"Hattâ şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Firengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi?"
"Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir." (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım.)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü