Dört çeşit hastalıktan birincisi olan “yeis” hakkında bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Birinci Hastalık: “Ye's”tir.
"Arkadaş! Amele ve tâate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer. Böyle bir meyusun gözüne, dinî meselelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."
"Binaenaleyh a'male muvaffak olamayanlar, yeise düşmemek için şu âyete müracaat etsin:
قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ "
(1)
Üstad Hazretleri, ye’s’in kaynağını “amele muvaffak olamamak” şeklinde tespit etmiş oluyor. Meselâ, kötü alışkanlıklarını ve tembelliğini yenemeyip ömrünü haram işlemekle geçiren bir insan, namaz kılmaktan da gittikçe uzaklaşıyor. İş burada kalmıyor; Cenab-ı Hakk’ın onu ahsen-i takvimde yaratıp arza halife etmekle şereflendirmesinin bir şükrü olarak kendisine farz kıldığı bu ulvî ibadeti yerine getiremeyen insan, bu nankörlüğünün cezasız kalmayacağını vicdanen bildiği için azaptan korkmaya başlıyor.
Bu adamın önünde iki yol vardır: Birisi, tövbe ederek doğru yola girme iradesini göstermek; diğeri ise, “Ben ıslah olmam, benim kurtuluşum mümkün değil” diyerek yes’e, ümitsizliğe düşmek.
İşte bu ikinci yola giren kişiyi bekleyen büyük tehlikeyi Üstad Hazretleri şöyle nazara veriyor: "Böyle bir me’yusun gözüne, dinî mes'elelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan görünür."
Bu konu, İkinci Lem’ada güzelce işleniyor ve “Her bir günah içinde küfre giden bir yol var.” denilerek bu konuda üç ayrı misal veriliyor. Hülasa olarak şunu söyleyebiliriz:
Ümitsizliğe düşen ve ölüm ötesini “kabir azabı ve cehennem” olarak gören bir kişi, bu azaplara düşmek istemediğinden, nefis ve şeytan onu dinî meseleleri inkâr yoluna sokuyorlar. Mesela, ahiretin olmadığına dair çok zayıf bir emareyi, büyük bir delil olarak onun önüne koyuyorlar. “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sualini bu kişinin nefsi de demeye başlıyor ve ahiretin varlığının sonsuz delilleri varken onları dikkate almayarak, inkâra dair bazı vehimleri hakikat olarak kabul etme yoluna giriyor.
Bu gibi kimseler, ahiretin varlığı yanında, kader ve ruh konusunda da birçok sualler soruyorlar ve sanki muhatapları bunlara cevap veremeyince, kendileri iman ve ibadet mükellefiyetinden kurtulacaklarmış gibi tuhaf bir anlayışa kapılıyorlar.
"Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder."(2)
Ye’s, insanı küfre götürebilen çok mühim ve çok yaygın bir hastalıktır.
Ye’s, kısaca, “Allah’ın rahmetinden ümit kesmek.” olarak tarif edilir. Ye’s’e düşen kişi, “Bu kadar günah işledikten sonra, ben daha cennet yüzü göremem!” der. Böylece büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalır.
Bir şeyin çaresi varsa, kendi güçsüzlüğümüze bakarak ümitsizliğe düşmemiz doğru değildir. Biz sebeplere tam olarak riayet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder ve O’nun rahmetinden daima ümitli oluruz.
Bir şeyin de çaresi yoksa, yani o konuda bizim cüz’î irademize bir vazife düşmüyorsa, onu İlâhî bir takdir olarak değerlendirmeli ve kadere razı olarak gam ve kederden kurtulmalıyız. Aksine, feryat ve figan etmekle elimize bir şey geçmeyeceği gibi, ruhumuza elem çektiririz. Bu tip feryatlar, kadere itiraz noktasına varırsa insanın manevî hayatı için büyük bir tehlike arz edebilir.
Ahirete inanan, fakat İslâm’ı yaşama konusunda nefsine söz geçiremeyen ve birçok günahlar işleyen bir kişinin yakalanacağı ilk hastalık ümitsizliktir. Şeytan, günahkâr bir mü’mini tövbe kapısından uzaklaştırmak için onu yeise düşürür. Bu hastalığa düşen insan, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ümidini keser, O’nun keremini, ihsanını, affını hatırlayamaz. O’nun rahmetinin bütün günahları örtecek kadar geniş olduğunu düşünemez bir hale girer. Böylece, kendisini “mutlaka cehenneme gidecek birisi” olarak görme hastalığına tutulur.
Cenâb-ı Hak, nefislerinin ve şeytanın oyununa gelen bu gibi kullarına kurtuluş yolunu şöyle gösteriyor:
“De ki: Ey nefislerini israf etmiş (nefisleri aleyhine haddi aşmış) kullarım. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak, Allah bütün günahları affeder. Şüphesiz. O Ğafur ve Rahîm'dir.” (Zümer, 39/53)
Bu âyette geçen nefis kelimesi “zat” mânasınadır. Altıncı Söz’e konu olan “Muhakkak ki Allah mü’minlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın aldı.” mealindeki âyet-i kerimede de nefis kelimesi, ruh ve bedeni birlikte ifade etmektedir. Nitekim, o Söz’deki izahlar bunu göstermektedir.
Buna göre, “nefislerini israf edenler” denilince hem bütün organlarını, hem de bütün ruh dünyasını yanlış yolda kullanan kişiler anlaşılır. Gözünü, kulağını, dilini haram sahalarda kullanan, aklını yanlış şeylere sarfeden, hafızasına kötü şeyler dolduran kişi, nefsini, yani kendini israf etmiş demektir. Nitekim yine Altıncı Söz’de geçen şu cümle de konumuza ışık tutmaktadır: “En kıymetdar âletleri en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin!”
Bununla birlikte, âyette dikkat çeken çok ehemmiyetli bir kelime var. Bu gibi kimselere Cenab-ı Hak, yine “kullarım” diye hitap ediyor. Ve sonsuz rahmetiyle bu gibi kusurların, günahların hepsini affedeceğini müjdeleyerek, kişiyi yeis bataklığına düşmekten koruyor. Âyet-i kerimenin sonunda da kendisinin Ğafûr (hataları örten, günahları bağışlayan) ve Rahîm olduğunu hatırlatıyor.
Bu vesileyle bir noktayı ehemmiyetle ifade edelim:
Allah’ın affettiği günahlar, hukukullah dediğimiz, kendisine karşı işlenen suçlar, emirlerine yapılan itaatsizliklerdir. Hukuk-u ibad, yani kul hakkının affedilmesi ise, hakkı çiğnenen kula bırakılmıştır. Bu da ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk. Kulun maddesine zarar verilmişse, bu zarar telafi edilecek, gıybeti yapılmışsa helallik alınacaktır.
Âyette geçen “cemi’ ” yani “bütün” kelimesi de çok mühimdir. Bu kelime, büyük günahların affedilmeyeceğini iddia eden Mu’tezileye ve Haricîlere en güzel bir cevaptır.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre, Hatime.
(2) bk. age.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Amele ve tâate muvaffak olamayan azaptan korkar, ye’se düşer." Nurlarla meşgul olduğum halde bende ümitsizlik var; yeis ve ucbu biraz daha açar mısınız?
Manevî hastalıklarımızdan biri olan yeis, ümitsizlik demektir.
Ucub ise, kişinin kendi ameline güvenip cenneti garanti görmesidir.
Yeis, "Allah’ın rahmetinden ümit kesmek", ucub ise azabından emin olmaktır.
Rahmeti sonsuz olan Allah, kendisine şirk koşulmasından başka bütün günahları affedebileceğini bildirmiştir. Bir mü’min, işlediği günahları hafife almazsa, onu helâl görmezse, "fasık" ismini almakla birlikte, imandan çıkmaz. Tövbe etmeden ölse de imanlı ölmek şartıyla Allah dilerse onu affedebilir. Cenâb-ı Hak, şirk üzere ölenlerden başka, küçük ve büyük günahları kulun tövbe etmesiyle affedeceğini şöyle beyan etmektedir:
Şirkten başkasını bağışlamaz ifadesi, kişi şirk üzere ölürse bağışlamaz demektir. Sahabelerin ekserisi Müslüman olmadan evvel putlara tapmakla şirk üzere idiler. İslam dini ile şereflenince hiç bir velinin erişemeyeceği en yüce makamlara çıktılar.
İnsan aciz ve zayıf olarak yaratıldığı için, nefis, şeytan, kötü arkadaş ve çevrenin de tesiriyle istikametten sapmakta, günahlara dalmakta ve çirkin fiilleri irtikâb etmektedir. İnsana her türlü çirkin işleri yaptıran, onu günah bataklığına sürükleyen şeytan; “Artık senden adam olmaz, Allah bu kadar büyük günahları affetmez” diyerek ona tövbe kapısını kapatmak ister. Bu da Şeytan’ın en sinsi ve en tehlikeli oyunudur. Tâ ki, o mü’min tövbe ve istiğfar edip Allah’a sığınmasın.
Bir mü’min ne kadar günahkâr olursa olsun, ümitsizliğe düşmemelidir.. Çünkü Allah'ın rahmetinden ümidini kesenler ancak şeytanlar ve kâfirlerdir.
"... Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf Suresi, 12/87)
Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.), ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona; "Sen kendini nasıl buluyorsun?" diye sordu.
Genç; "Ben Allah'ın affını umarım ve günahlarımdan da korkarım Yâ Resulallah!" dedi.
Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz (asm.) şöyle buyurdu:
"Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince, Allah mutlaka o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu azabından emin kılar." (Neseî, Zühd: 31)
Bu hâdiseye bir gencin konu olması şu açıdan mühimdir: Gençlik dönemi, korku ve ümidin sık sık dengesini kaybettiği bir dönemdir. Genç insan, bazen öylesine ümitli olur ki, doğrudan cennete gideceğini düşünür. Bazen de günahlarının çokluğundan dolayı büyük bir ümitsizliğe düşer ve asla affedilmeyeceğini zanneder.
Hz. Ömer Efendimiz de (ra.) bize şu ölçüyü vermektedir:
"Eğer 'tüm insanlar cehenneme gidecek, sadece bir kişi cennetlik olacak' dense, 'O ben olabilirim?' diye ümitlenirim. Şayet; 'bütün insanlar cennete gidecek, sadece bir kişi cehennemlik olacak' denilse; 'acaba ben miyim?' diye korkarım."
İşte böyle bir düşünce, korku ve ümit arasında olmanın zirvesidir. Yani kişi, günahlarından dolayı hem Allah'ın azabından korkmalı, hem de O’nun sonsuz rahmetinden ümitvar olmalıdır.
Allah’ın rahmeti güneş gibidir. Güneş hiç kimseye küsmez ve ışığı ile herkesi aydınlatır. Gözünü kapayıp güneşten istifade etmek istemeyen olursa o başka meseledir.
İnsan maddî kirlerinden yıkanmak suretiyle temizlendiği gibi, manevî kirlerinden ve günahlarından da tevbe ve istiğfar ile temizlenmelidir.
"Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl tanırsa öyle muamele ederim" hadis-i kudsîsi de bize şu dersi vermektedir: Biz Rabbimizin rahmetini ümit edersek öyle muamele görürüz. Rahmetinden ümit kesersek yeis batağına düşeriz.
Rabbimizin Cebbar, Kahhar, Mütekebbir, Azim gibi celalî isimleri korkuyu, Rahmân, Rahîm, Vedud, Kerim, Halim ve Ğafur gibi cemalî isimleri de ümidi gerektirir. Korku insanı günahlardan sakındırır, takva dairesinde yaşamasını temin eder, ümit de salih ameller işlemesine vesile olur.
Yüce Dinimiz mü’minlerin korku ve ümit arasında olmalarını teşvik eder. Kişi ne ibadetlerine güvenerek cenneti garanti görür ne de günahlarının çokluğundan dolayı ümitsizliğe düşer.
Ucub hastalığında ye’sin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm’ı elden geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına tutulmuştur.
Bu hastalıktan kurtuluş reçetesi de şöyle ifade edilmiştir:
Bu noktada Kur’an’daki şu ilahî ikaza kulak vermek, kurtuluşun yolunu açacaktır:
Yani insan iyiliği Allah’tan, kötülüğü ve fenalığı nefsinden bilirse, gurur ve ucub gibi manevî hastalıklara yakalanmaz.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Katre.
Burada geçen ye'se sebeb olan nedir; bu sebebi izah eder misiniz?
Burada ye'se sebeb olan, kişinin ibadet ve taate muvaffak olamamasıdır. Bir şeye iman etmek başkadır, imanın gereğini yapmak ise daha başkadır.
Kişi amele niçin muvaffak olamıyor? Bunun sebebi nedir?
Bu konu İkinci Lem'a'da şöyle izah edilmektedir;