"Her bir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Birinci nokta: Hadîste vârid olduğu gibi, 'Her bir âyetin mânâ mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan herbirisinin hadîsçe شُجُونٍ وَغُسُونٍ tâbir edilen fürûatı, işârâtı, dal ve budakları vardır.' meâlindeki hadîsin hükmüyle, Kur’ân hakkında nazil olan bu âyet-i kudsiye fer’î bir tabakadan ve bir mânâ-yı işârîsiyle de Kur’ân ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe’nine bir nakîse değil, belki o lisanü’l-gaybdaki i’câz-ı mânevîsinin muktezasıdır."(1)
"Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir şekilde kitapta yazılmış olmasın." (En'âm, 6/59)
Yukarıdaki paragrafta ifade edilen hadisin de hükmüyle ayetin zahir ve sarih manasından başka, birçok latif ve ince mana ve mertebeleri vardır. Bu latif ve ince manaların da çok derinlikleri vardır ki, bunları keşfedip çıkarmak; ancak ehline mahsustur. Bu da birçok ilmi sahada derin bir malumat gerektiriyor.
Zâhir: Akıl ve mantığın kabul ettiği makul ve faydalı ilimler.
Bâtın: Eşyanın mahiyetine vakıf olmak ve bu sahada terakki etmek.
Matla: Zahir ve batın manalarının birleştiği nokta.
Hadd: Külli varlığın müşahedesine erdiren yoldur. Kâinat ve içindeki varlıklarda tecelli eden sıfat ve isimleri müşahede etmek.
Evet, Kur’anın sarahat manası olduğu gibi, işari manaları da vardır. Onun sarahati bir manaya açıkça delalet etmesidir. İşaretinin de remz, ima, telvih, telmîh gibi dereceleri vardır. Mesela; İhlâs Suresi’nde ifade buyrulan; “O doğurmadı ve doğurulmadı.” Bediüzzaman Hazretleri Lemaat adlı eserinde; “tagayyür, tenasül, tecezzi edenlerin, Hz. İsa (as.) ve Hz. Üzeyr’in (as.), keza melaikelerin, sebeplerin, tabiatın ve ukul-u aşere safsatasında dile getirilen on aklın” ilahlıklarının da bu ayetin işari ve remzi manalarıyla reddedildiğini ifade eder. Demek ki, “Doğuranlar ve doğanlar ilah olamazlar” sarahat manasıdır. Hazret-i İsa ve Hz. Üzeyir’in (as.) ilah olamayacağı işari, meleklerin Allah’ın kızları oldukları vehmini reddetmek remiz, hiçbir sebebin tesirinin olmadığı da ima gibi manaları ihtiva eder.
Mesela bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.” (Fetih Suresi, 48/10)
Cenab-ı Hak, cisimden münezzeh olduğundan, O’na el isnat edildiğinde akıl ile nakil arasında muhalefet görünür. Bu durumda akıl esas alınarak nakil tevil edilir. Bu kaideye binaen tefsir âlimleri ayette geçen “el” kelimesini “Allah’ın kudretinin ve gücünün her şeye yettiği” şeklinde tevil etmişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri de Muhakemat adlı eserinde şöyle buyurur:
“Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”
Burada “Fakat o akıl, akıl olsa gerektir” ifadesi çok dikkat çekicidir. Demek ki her akıl sahibi bunu yapamaz. Tirmizi’nin “Nevadir”inde rivâyet edildiği gibi, Cenab-ı Hak, her insanın aklını farklı yaratmıştır. Bunu ancak, Kur’an’ın nuru ve feyzi ile nurlanmış, Hz. Peygamberin (asm.) sünneti ile ziyalanmış, ilim ve fazilet ile bezenmiş olan Abdülkadir Geylani, Ahmed-i Rufai, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistami, İmam-ı Gazali, İmam-ı Şarani, İmam-ı Şazeli, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii ve Bediüzzaman gibi münevver akıl sahipleri yapabilirler. Yoksa her insanın aklı her meselede kaynak olamaz. İlahî kitaplara, Rabbani düsturlara, Kur’an ve sünnete müracaat etmeyen akıl yanılır, yanıltır, aldanır ve aldatır.
Evet, zahir ve batın ilimlerle tekâmül etmiş mülk ve melekût âleminin sırlarına ve nurlarına mazhar olmuş âlimlerin ekseriyeti müçtehid mesabesindedir. Onlar keskin anlayış, mevzulara derin vukuf ve engin görüşleri ile asırlarının güneşi olmuşlardır. Onlar Kur’an-ı Kerim’in derin manalarına vâkıf olmuş, bir dalgıç gibi o hakikat ve marifet denizinin en derinliklerine dalarak oradan nice marifet cevherlerini ve hakikat zümrütlerini çıkarıp âlem-i insaniyetin istifadesine sunmuşlardır.
Tarihte sadece Üstad Hazretleri değil, birçok dil ve gramer ustası ayetlerin belagat kıvrımları arasından bu gibi manevî incileri ve elmasları çıkarmışlar ve insanların nazarlarına sunmuşlardır.
Kur’an’ın her bir ayetinin sarahat, işaret, remz, ibham, ihtar gibi birçok manaları ve dalları vardır. Kur’an’ın her bir suresi, her bir ayeti ve hatta her bir harfi hakikat ve feyiz hazinesidir. Bazen bir tek harf, (“besmele” deki be harfi gibi) bir sahife kadar hakikatleri ders verir. Onun her bir harfi, bir havz-ı ekberdir; feyiz ve bereket suyu oradan gelip, kalplere ve ruhlara akar. Kur’an, uçsuz bucaksız bir okyanustur; her müçtehid istidat ve kabiliyeti nispetinde onun derinliklerine dalar ve oradan dünyevî ve uhrevî saadete vesile olacak nice zümrütler, mercanlar ve yakutlar çıkararak insanlığın istifadesine sunar. Yazılan bütün tefsirler o okyanustan ancak bir damladır.
Hadiste işaret edilen ayetin genişliği ve mana zenginliğidir. Ayeti sadece zahirine ve sarih manasına hapsetmek ve diğer remzi ve işari manalarını idrak etmemek veya kabul etmemek bir hastalıktır. Tabi bu remzi ve işari manalar, ayetin zahir ve sarih manası ile mütenasip olmak durumundadır. Yoksa ayetin kök ve esası hükmünde olan zahir ve sarih manalarını inciten manalar batıldır.
(1) bk. Şualar, Birinci Şua, Yirmi Dördüncü Ayet ve Ayetler.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü