"Otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübîndeki âyetlerin âyetleridir." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Bir binanın ilk merhalesi plan ve proje kısmıdır. Binanın bütün teferruat ve tafsilatı öncelik olarak bu plan ve programda tayin ve tespit edilir. Binanın şeklinden ziyade, onun ilmî temeli esastır. İşte binanın bu kısmına ve merhalesine İmam-ı Mübin diyoruz.
Kâinat aynı bir bina gibi önce Allah’ın ilm-i ezelisinde plan olarak takdir edildi, sonra da o kader planına göre bu kâinat ve içindeki mahlûkat O’nun kudret ve iradesi ile vücuda çıkarıldı.
İmam-ı Mübin olarak da bilinen bu ilmi plan daha çok, kâinatın mazi ve müstakbelini temsil eder, âlemi şehadetten ziyade âlemi gayba bakar.
İmam-ı Mübin kaderin bir ismi ve unvanıdır, eşyanın yol haritasını çizer. Bir ağacın çekirdeği ve kökleri İmam-ı Mübin’i temsil eder. Ya da kaderin ve İmam-ı Mübin denilen ilmi düsturların müşahhas timsalleridirler.
Kitab-ı Mübin, kaderde tayin ve tespit edilmiş mukadderatın eşyada infaz edilmesi ve hayata geçirilmesidir. İmam-ı Mübin, işin neticesine ve gayesine bakar, hüküm orada ona göre verilir. Bu sebeple yani ilmî defter olması, her şeyin aslıyla alâkadar olması ve hâdisatın neticesine hükmetmesi açısından, değişmeyen, sabit ve ezelde takdir edilmiş bir ilim defteridir.
Kitab-ı Mübin ise, bu kâinat sarayının plan ve program kısmına, yani İmam-ı Mübin’e haricî bir vücut verilmesidir. Burada Allah’ın kudret sıfatı hükmeder, iş görür, mazi ve müstakbelden ziyade şimdiki hale bakar, âlem-i gaybdan çok âlemi şehadeti temsil eder. Binanın İmam-ı Mübin kısmını mühendis tayin eder, yani plan olarak çizer. Binanın hayata geçirilmesi işini ise işçiler ve ustalar yapar. Burada mühendis Allah’ın ilim sıfatını, usta ise kudret sıfatını bizlere bildirir.
Kitab-ı Mübin, her şeyin zahirine, müşahede olunanına ve görünüşüne bakar. Hakikatine, mahiyetine ve neticesine bakmaz. Bir nevi Levh-i Mahv ve İsbat dediğimiz yaz-boz tahtası hükmündedir.
"Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden Zât, senin ef'al ve a'malini mühmel, başıboş, hesabsız, kitabsız bırakmayarak "İmam-ı Mübin"de yazar. Ona göre muhaseben olacaktır." (Mesnevi-i Nuriye)
Kitab-ı Mübin; kudret defteridir. Tezahür ve tecellisi her şeyi içine almaz. Tezahürat, o esnadaki varlıkla veya mahiyetle paraleldir.
Kitab-ı Mübin, sebeplere bakan, hikmetle hareket eden ve işin aslıyla ve esasıyla alâkası olmayan ve neticesine hükmetmeyen bir defterdir. Kitab-ı Mübin değişkenlik arz eder, yazar ve bozar. Fakat son yazı mutlaka İmam-ı Mübin’i teyit ve ispat eder.
Tabiat dedikleri şeyi müşahhas olarak ele alırsak Kitab-ı Mübin, diğer türlü değerlendirirsek İmam-ı Mübin olur. Çünkü tabiat harici varlığı olan bir şey değil, maddeci felsefenin kendi kafasında teşekkül ettirdiği bir vehimdir. Lakin bunda da kaderin ince planının tesiri bulunuyor. Yani maddeciler kaderin manevî vücudunu hissediyorlar ama göremiyorlar ve bu meçhul şeye de tabiat adını veriyorlar.
Zaten İmam-ı Mübin ile Kitab-ı Mübin ayniyete yakın bir misliyet içindedir. Bazı müfessirlerin ikisine aynı demesi de buradan ileri geliyor. Risale-i Nur'da bu husus şu şekilde ifade ediliyor:
"Kur'ân-ı Hakimde İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir 'İkisi birdir'; bir kısmı 'Ayrı ayrıdır' demişler. Hakikatlerine dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa, 'İlm-i İlâhînin ünvanlarıdır.' demişler."(Mektubat)
Bu mülahaza ile meseleye baktığımızda, kâinat ve içindeki her şey Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden birer delil ve ayetlerdir. Dağlar, denizler, ovalar, bitkiler, hayvanlar, yıldızlar ve galaksiler hâsılı bütün varlıklar Allah’ın harika birer sanatı olması noktasından birer ayet yani delildirler. Kitab-ı Mübin bütün bu kevni ayetlerin umumi bir ismidir.
Lakin bu tekvini ayetleri insanlar kendi mücerret aklı ile görüp okuyamıyor, onların işaret ettiği hakiki tevhidi göremiyorlar. Bu tekvini ayetleri okuyup anlamak için Kur’an’ın nurundan ve sünnetlerin feyzinden istifade etmek ve tefekkürde derinleşmek lazımdır. Kâinat ve içindeki mahlûkat, insan aklının önüne açılmış, okumakla bitmez koca bir kitaptır. Bütün bu mahlûkatlar, Zat-ı Zülcelâl’in sonsuz kudretini ve nihayetsiz fiillerini gösteren birer ayinedirler. Fakat bu kitabı her göz görüp de okuyamaz. Kur’an’ın her bir âyeti kâinat sarayında teşhir edilen tekvini ayetlerini açan ve okutan anahtardır. Bu anahtar olmadan kitab-ı kâinat doğru okumak ve eşyanın hakikatini anlamak mümkün değildir.
Yıldızböceği küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için zifiri karanlığa mahkûm olmuştur. Bunun gibi, filozoflar da vahiy güneşine teslim olmayıp kendi kafa fenerlerine itimat ettikleri için, taklidi bir imanı zor elde etmişlerdir. İbn-i Sina’nın;" Haşre iman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" sözü vahyin ışığı altına girmeyen aklın, hâdiseleri anlamakta ne kadar aciz kaldığını gösterir. Ama akıl vahyin teslimiyetine ve terbiyesine verildiği zaman, şu kâinatın en ince ve en müşkül meselelerini açan bir anahtar hükmüne gelir. İnsan kâinatın âli ve yüksek bir mütefekkir nazırı olur.
Yani vahiyden uzak ve vahyin terbiyesine girmeyen mücerret akıl, Allah’ı kâmil manada bilemez ve tahkiki bir marifete yetişemez. Bu sebeple akıl vahyin tedbir ve terbiyesine girip, onun dairesinde işlemesi gerekir. Yoksa şirk ve küfür bataklığında kaybolur gider. Tarihte, dahi derecesinde, binlerce, belki milyonlarca aklı esas alan filozof sebeplerde boğulmuş, küfür ve şirk çukurundan kurtulamamışlardır.
İnsan, sadece aklını kullanarak varlıkları tanır ve vazifelerini bilir; fakat onların yaratılış gayelerini, tesbih ve ibadetlerini anlayamaz. Tevhid akidesi, hakikat-ı eşya, insanın ve kâinatın yaratılış gayesi gibi ulvi hakikatler, ancak onlar ile anlaşılır ve bilinir. Hem bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki ali maksatlar ve ilahi hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerle bilinir ve anlaşılır.
Vahiy ve peygambersiz akıl, her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da bir mahlûktur, idraki sınırlı ve mahduttur. İnsan, mücerred akıl ile Allahü Teâlâ 'nın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve ahirete ait hakikatleri bilemeyeceğinden Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar gönderdi.
Öyle ise kâinat ayetlerini Kur’an ayetleri ile okumak iktiza ediyor. Kur’an ve diğer semavî kitaplar, âlem-i ahirette olacak bütün hadiseleri bir harita gibi insan aklının önüne koymuşlardır. Vahy-i ilahide akıl ve mantığın kabul edemeyeceği veya inkâr edeceği hiçbir hakikat yoktur. Evet, gelen her peygamber aynı davayı anlatmış ve aynı hakikati ders vermiş ve aynı çizgide ittifak etmişlerdir. Her gelen peygamber, bir önceki peygamberi kabul ve tasdik edip, daha sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir.
Risale-i Nurlar Kur’an ayetlerinden mülhem bir tefsir olduğu için, bu zamanda anahtar vazifesini hakkı ile ve en güzel bir şekilde ifa ediyor. Kâinat kitabını okumada ve anlamada çok güzel ve tesirli manevî bir tefsirdir.
İslam tarihinde binlerce âlim âyetleri hem izah etmişler, hem de âyetlere gelen tenkitlere ikna edici cevaplar yazmışlar. İslam âlimlerinin bu gayret ve mücadelelerine; ilim ile cihat denir. Ki bu manaya "âyetlere âyet olmuşlar" demek çok edebî ve güzel bir ifade tarzıdır. Bu ifadeyi tenkit etmek sathiliktir.
Mesela, benim dar bakış açım bir âyeti anlamama hem engel teşkil ediyor, hem de bu âyet hakkında teşkikata düşmeme sebep oluyor. İslam âlimi birisi benim bu dar bakış açımı genişletmek için birtakım teşbih ve temsillerle eserler yazıyor; bu eserler hem âyeti anlamama, hem de şüphe illetinden kurtulmama vesile oluyor.
Özellikle bu maddeci ve inkârcı asırda; Risale-i Nur'un kat’i ve mukni delilleri, Kur'an ve sünnete tam bir şerh, güzel bir tefsir, mukni bir hüccet ve âyet hükmündedir. Kaldı ki burada ifade edilen âyet; "kati delil" manasında kullanılıyor.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü