İddialara göre Üstad Hazretleri Şeyh Said için, "Ben onun intikamını aldım!.." demiş. İşin aslı nasıldır izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Bediüzzaman ile Şeyh Said, aynı zamanlarda yaşadıklarından dolayı, birbirleriyle karıştırılmaktadırlar. Fakat bu iki şahsın birbirine benzeyen tek tarafı mümin ve mücahid olmalarıdır.
Şeyh Said yapılan din dışı faaliyetlerden dolayı maddi silaha sarılmış ve feci akibete sürüklenmiştir. Fakat Bediüzzaman Said Nursi ise, manevi silaha, yani Kur'an ve iman hakikatlerinin neşredilmesine meyil etmiş ve muvaffak olmuştur.
Şeyh Said hadisesi vaktinde, Van'da bulunan Bediüzzaman'a bir mektup göndererek "sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. bize yardım ederseniz muvaffak oluruz" diye yardım istemiştir. Fakat Bediüzzaman Said Nursi, bu mektuba "Bu millet yüz yıllarca İslam dinine hizmet etmiştir. Bu mücahid milletin torunlarına kılıç çekilmez. sizde çekmeyiniz; zira akim kalır." diye cevap verir.(1)
Bu olaydan sonra meşhur Şeyh Said hadisesi vuku bulur. Fakat Bediüzzaman'ın dediği gibi, akim ve sonuçsuz kaldı. Fakat Bediüzzaman'ın manevi kılıcı, muvaffak olarak, şu anda dünyanın her tarafında tabileri, talebeleri ve yirmi beş'ten fazla dile çevrilmiş eserleri vardır.
Şeyh Said hâdisesiyle hiç bir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said'i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hâdise sonrasında, Van'da ikâmet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla nâhiyesine götürülmüştür. Burada "mânevî cihad" hizmetini başlatmış, birbiri peşi sıra telif ettiği eserlerde îman esaslarını terennüm etmiştir.
Bu eserler, îmanını tehlikede hisseden halkın büyük teveccüh ve rağbetine mazhar olmuş; elden ele dolaşarak hızla yayılmıştır. O devrede elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı altı yüz bin'i bulmuştur. Başlattığı hizmetin halka mal olması, devrin idârecilerini rahatsız ettiğinden 1935'te Eskişehir, 1943'de Afyon, 1952'de de İstanbul mahkemelerine çıkarılmıştır. Bunlardan netice alınamamış, ancak Bediüzzaman yine rahat bırakılmamış; Kastamonu'da, Emirdağ'da, Isparta'da sıkı tarassud ve takip altında yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Biz Üstad'ın "Ben onun intikamını aldım." şeklindeki bir ifadesine ne Risalelerde ve ne de hatıralarda rastlayamadık.
(1) bk. Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı.
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Peki yukarıdaki idda doğru mudur? Üstad Şeyh Said'e, "ben onun intikamını aldım" demiş midir? Ayrıca elinizde varsa Üstad'ın Şeyh Said'e yazdığı mektubun orjinalini sitede yayımlar mısınız? Teşekkürler.
Bu konuda Mektubun orjinalini bulmak mümkün görünmemektedir. Çünkü, o sıkıntılı şartlar içerisinde o mektubun bizzat kendisini elde etmek zordur. Abdulkadir Badıllı'nın Bediüzzaman Said Nursi'nin Mufassal Tarihçe-i Hayatı isimli eserinde bu konu ile alakalı şu ifadeler geçmektedir:
"Van’a giden Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin Camii’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağı’nda, terkedilmiş bir kilisede talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bediüzzaman, Erek dağının başında iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde, Ankara’ya karşı tepkiler baş göstermişti.
Böyle gergin bir ortamda Hükümete karşı ayaklanmayı planlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi. Ancak Said Nursi ona, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek vermek isteyen Doğunun namlı ve güçlü Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda iken ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme! Kan dökme!” diye cevap vermiş, Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı." (1)
Burada, Üstad Bediüzzaman'ın cevap gönderdiği mektup sahibi zatın Şeyh Said olduğunda şek ve şüphe yoktur. Tahlil edildiğinde, Tarihçe–i Hayat'taki konuyla alâkalı bütün bilgiler aynı gerçeğe işaret ettiği gibi, daha başka kaynaklar da aynı noktaya bâriz şekilde parmak basıyor.
Meselâ, 1947 senesinde (hem Osmanlıca, hem de Latince) teksir edilen Asa–yı Musa isimli eserde yer alan İnebolu'lu Nur Talebesi Selahaddin Çelebi'nin "Üstadımızın tercüme–i haline kısacık bir nazar"ı bu kaynaklardan sadece biridir. Zira, burada alenen isim zikrediliyor.
Söz konusu kaynakta "İnebolu havalisindeki umum Nur Şâkirdleri nâmına, Selahaddin'in, Üstadımızın Tarihçe–i Hayat'ından çıkardığı bir kısacık hülâsanın bir parçasıdır" denilerek, devamında aynen şu ifadelere yer veriliyor:
"Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri, Üstadımız Bediüzzaman'ı Şark'taki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake dâvet ettikleri zaman, cevaben demiş: 'Yaptığınız mücadele, kardaşı kardaşa öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü, Türk milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda binlerle şehid vermiş ve binlerle velî yetiştirmiştir. Binâenaleyh, kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem' diyerek, hem red cevabı vermiş, hem de mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir." (Adı geçen teksir nüsha, s. 275.)
Yukarıda sayfa numarası verdiğimiz her iki kaynakta geçen ifadeler de bilmânâ aynıdır. Aralarında hiçbir farklılık, hiçbir zıddiyet yoktur.
1925 yılı Haziran ayı sonlarında Diyarbakır'da idam edilen Şeyh Said, lâkabından da anlaşıldığı gibi, Şeyh ve müridleri olan bir zât idi. Nakşibendi tarîkatının bölgedeki halifesiydi. Aynı zamanda âlim olup binlerle talebeleri ve müritleri vardı. Dolayısıyla, kuvvetli dinî itikad sahibi ve bölgede mânevî lider pozisyonunda bir şahsiyet idi.
Yeni Türkiye'nin Avrupalaşması karşısında hiddete gelen Şeyh Said, mevcut rejime karşı şiddeti de içine alan bir muhalefet hareketinin başına geçti.
Aynı tarihlerde, hiç şüphesiz Üstad Bediüzaman da rejim muhalifi idi. Ancak, Bediüzzaman'ın muhalefeti fiilî ve siyasî değil, müsbet harekete dayanan fikrî ve ilmî bir karakter arz ediyordu.
Üstad Bediüzzaman, kendi içtihadına göre bu müsbet metotla ve uzun vadeli bir hizmet tarzı ile yoluna devam ederken, Şeyh Said ise, silâhlı bir kıyâmı kaçınılmaz bir yol olarak gören farklı bir içtihadı tercih etti. Nitekim, aynı içtihadın bir gereği olarak Şark Vilâyetlerinde nüfûz ve kuvvet sahibi olarak bilinen hemen bütün ileri gelenlere "dinî fetvâ"yı da ihtivâ eden bir dâvetnâme gönderdi.
İşte, "Kıyâma dâvet" mahiyetine bürünen ve aslı Arapça olan o mektubun Türkçe sûreti: "Kurulduğu günden beri din–i mübin–i Ahmedî'nin (sav) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşlarının, Kur'ân'ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife–i İslâmı (Abdülmecid Efendi) sürdükleri için, gayr–ı meşrû olan bu idarenin yıkılmasının, bütün İslâmlar üzerinde farzdır. Cumhuriyetin başında olanların ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriat–ı Garrâ–ı Ahmediye'ye göre helâl olduğu, birçok ulemâ ve meşâyihin istişaresiyle kararlaştırılmıştır." (2)
Demek ki, Şeyh Said ile Said Nursî arasında pek mühim bir "içtihat farkı" vardır. Biri kılıçla harb ederken, diğeri kalemle tenvir ve irşad yolunu seçmiş.
Ayrıca, Üstad Bediüzzaman'ın içtihadına göre, dahilde kuvvet kullanılmaz. Kuvvet kullanıldığında ise, mâsum canların yanması ve kardeş kanının akıtılması kaçınılmaz olacaktır. Buna ise, İslâm dini cevaz vermez.
Netice–i kelâm: Şeyh Said, kılçla harbetti ve kaybetti. Kalemle cihad eden Üstad Bediüzzaman ise, milyonların imanını kurtarmaya hizmet
(1) Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 1, s. 529-531
(2) bk. M. Şerif Fırat'ın "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli eseri.