İkinci Şua'nın sıkıntılı bir zaman yazıldığı ifade ediliyor, ama hem Üstad zevk aldığını söylüyor, hem de bizler çok zevk alıyoruz; bu nasıl mümkün oluyor?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İnsanın; maddî ve manevî olmak üzere iki ciheti vardır. Bedenimiz gıdalardan zevk alır, manevî duygularımızın merkezi olan akıl, kalb, ruh ve vicdan ise ulvî şeylerden lezzet alır.

Bedenimizin çeşitli gıdalara ihtiyacı vardır. Yüce Allah her bir meyve ve sebzede değişik vitaminler derc etmiştir. Şayet bir insanın vücudunda vitamin eksikliği olursa, ona ilaç tedavisi uygulanır. Bir kişi bir kaç gün yemek yemezse takatten düşer.

Aynen bunun gibi ruhun, kalbin, aklın ve diğer latifelerimizin de iman, marifet, zikir ve namaz gibi manevî gıdalara ihtiyacı vardır.

Eğer bir insanın damarları tıkanırsa kalbi çalışmaz. O kalbin tedavi edilmesi için belki de ameliyat olması gerekir. İmanın mahalli ve muhabbetin merkezi olan manevî kalb de ancak marifet, zikir ve tesbihle huzur bulur. Nitekim bir ayette meâlen şöyle buyurulur: İyi biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.” (Rad Suresi 13/28)

Arzın halifesi, kâinatın en mükemmel meyvesi, mahlûkatın en şereflisi olan, iman ve ubudiyet için yaratılan insanı fani şeyler tatmin edemez. Zira o, ebedî bir hayatı kazanmak için yaratılmıştır. Bedenin ihtiyaçları fanidir ve anîdir. Ruha ait ulvî hakikatler ise ebedîdir. İnsan birkaç gün önce ne yediğini hatırlamaz amma çocukken ruhuna nakşettiği kudsî marifetler ve ulvî hakikatler onunla beraberdir.

İnsan çeşitli hastalıklara ve musibetlere maruz kaldığı halde, kalben ve ruhen inşirah ve rahatlık içinde olabilir. Birçok büyük zat, Allah için maddî sıkıntı çekmekten, bela ve musibetlere maruz kalmaktan lezzet duymuş; O’ndan gelen her şeye razı olmuş, “Kahrın da hoş lütfun da hoş” demişlerdir.

Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi; “Musibet ve belâların en şiddetlisine başta Peygamberler, sonra evliyalar ve derecelerine göre diğer mü’minler maruz kalmışlardır.” Ağır belâ ve musibetlerin insanların üzerine yağmur gibi dökülmesinin hikmeti, onların derecelerini artırmaktır.. Zaten bu münevver zatlar da başlarına gelen eza ve cefayı büyük bir metanet ve sabırla karşılamış ve bunu büyük bir şeref olarak kabul edip baş tacı etmişlerdir.

İmam-ı Azam ve İmam-ı Rabbanî gibi birçok mürşid ve müceddid hapislere atılmak suretiyle çeşitli eza ve cefalara maruz kalmışlardır.

Son asırda da başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz kalmışlardır. “Elleri bağlı, zaif ve hasta bir tek adama ordular taarruz” ediyordu. Bediüzzaman Hazretleri akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde, daima müsbet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket saymış, talebelerine de sabrı ve müsbet hareketi tavsiye etmiştir.

Bir evliya, nefsini ıslah ve terbiye sadedinde yapmış olduğu riyazet ve çile ile müthiş bir sıkıntı ve elem içinde iken, gönül dünyası gayet inşirah ve huzur içinde olabiliyor. Bu mânayı akla yaklaştırmak için Risale-i Nur'da geçen bir hâdiseyi nakledelim:

"Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:"

"Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!"

"Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.'"

"İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir."(1)

Bu hâdiseden çıkarmamız gereken ders ve almamız gereken hisse, insan sıkıntı çekmeden, manen terakki edemez, inşirah ve lezzete ulaşamaz. Bu dünya imtihan ve tecrübe yeri olduğu için, iki nimet ekseriyetle beraber verilmiyor. Üstad Hazretlerine Risale-i Nurların ikram ve ihsan edilmesinde çektiği büyük sıkıntıların, maruz kaldığı eza ve cefaların, akıl almaz işkencelerin hissesi çok büyüktür. Bütün bunlar Risale-i Nur gibi bir marifet hazinesini netice vermiştir.

Son olarak Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri maksadı özetler mahiyettedir:

"Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zâlimlere demiş: 'Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.' Lâ ilâhe illâllah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder."(2)

Dipnotlar:

(1) bk. Lem'alar, On Dokuzuncu Lem'a.
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, Altıncı Mesele.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...