İman hakikatlerinin hayatımıza, kalbimize, duygu ve düşüncelerimize girip kökleşmemesinin sebebi ne olabilir?
Değerli Kardeşimiz;
Şeytanın çok ince ve derin hile ve tuzakları vardır. Bunlardan birisi de iman hakikatlerinden istifade yollarını tıkamak ve ondan vazgeçirecek hile ve tuzaklar kurmaktır. İman hakikatleri hayatımıza, kalbimize, duygu ve düşüncelerimize girip kökleştiği için, şeytan bundan endişeye kapılıp, hemen hile ve tuzaklar kurmaya başlıyor.
Şeytanın en derin ve ince hile ve tuzaklarından birisi de; ümitsizlik hastalığıdır. Yani kişinin ümit ve beklentilerini çökertip, ümitsizlik saikası ile iman ve Kur’an hizmetinden alıkoymaktır.
Şeytan, Risale-i Nurları okuduğun ve her derse gittiğin halde "sende bir gelişme ve terakki olmuyor, senden adam olmaz" gibi umutsuz tablolar çizerek, insanın şevk ve gayretini kırmaya çalışıyor. Halbuki Allah, hiçbir gayret ve çabayı karşılıksız bırakmaz. Mutlaka onun mükafat ve ecrini verir.
İnsanların hakikatleri anlaması ve bunu sair hissiyatlarına aksettirmesi herkeste farklı olarak tecelli ve tezahür eder. Bazı insanlarda bu tecelli ve tezahür, ani ve defi gibi birden olur, bazılarında uzun bir müddette görünmeye başlar. Bu sebeple bende neden tecelli ve tezahürler görünmüyor deyip, yarı yolda bırakmak şeytanın isteği bir davranıştır.
Üstad bu mesele hakkında şöyle bir izahat yapıyor:
"Üçüncü adam ve meselesi: Bizlerle pek çok alâkadar bir zat, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki: 'Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.' diye medet istiyor. Ona yazıyoruz ki: 'Bu dünya darü'l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A'mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir. O amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.' "
"Evet, bu asırda, bir iki mektupta beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zat dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor."
"Dördüncüsü: Bizimle alâkadar bir zat, pek çokların şekvâ ettikleri gibi, eskiden şiddetli bir tarikatta okuduğu evradındaki zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe ettiğini müteessifâne şekva etti."
"Ona dedik: Maddî hava bozulduğu vakit nasıl ki sıkıntı veriyor; asabî sinelerde inkıbaz hali başlıyor. Öyle de, bazan mânevî hava bozuluyor. Hususan mâneviyattan yabanîleşmiş bu asırda ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm etmiş memleketlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede mânevî havayı tasfiye eden âlem-i İslâm'ın intibah ve teveccüh-ü umumîsi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf etmesinden fırsat bulup, havayı bozan dalâletlerin tesirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı altında, bir derece hayat-ı dünyeviye ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının noksaniyetinden, ehl-i İslâm ve ehl-i imanda, hayat-ı uhrevîyeye çalışmak iştiyakı, baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi ânında elbette böyle kudsî evradlarla zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütur gelir."
"Fakat, madem خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrıyla, meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı a'mâl-i sâliha ve umur-u hayriye daha kıymetli, daha sevaplıdır. O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp, sabır içinde mesrurâne şükretmek gerektir."(1)
(1) bk. Kastamonu Lâhikası, (91. Mektup)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü