İman nedir? İmanla küfür arasında nasıl bir çizgi vardır? İmandan sonra şüphe söz konusu olabilir mi?
- Bazen imana aykırı düşüncelerin bir an için tasdik edilmesi neyi gösterir, imansızlığa mı delalettir?
Değerli Kardeşimiz;
Ayrıntılarını aşağıda vereceğimiz Risale alıntılarında izah edildiği üzere, iman, kalben tasdik etmek, demektir. İmandan çıkmak da yine kalben reddetmek ile olur. Yoksa küfür gibi görünen meseleleri bir an düşünmek, kişinin imanına zarar vermez.
Mesela, bir Müslüman bir an için: "Acaba ahiret olmasa idi, nasıl bir durum ortaya çıkardı?" deyip düşünebilir. Ve olmamasının imkansızlığını anlayarak, imanını daha da kuvvetlendirebilir.
Kısacası, iman ve küfür, kalbin tasdik etmesinden geçmektedir. Aklen taraftar olmak yetmez. İman ettikten sonra gelen şüpheler tasdik edilmedikten sonra bir zararı olmaz. Şüpheyi düşünmek ile tasdik etmek ayrı şeylerdir. Vesvesenin hiç bir zararı olmaz. Tam aksine, araştırmaya ve inandığımız değerin tahkiki bir şekilde inanılmasına vesile olur. İnkar etmemek ile iman etmek farklı şeylerdir. Allah'ı inkar etmeyenin, Allah'ı da tasdik etmesi lazımdır, izahı aşağıda verilmiştir.
"Halbuki Allah ı bilmek, bütün kainatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz i ve külli her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat i imân etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine imân etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, 'Bir Allah var' deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek (hâşâ) hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a İmân hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevi Cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler."
"Evet, inkar etmemek başkadır, imân etmek bütün bütün başkadır."
"Evet, kainatta hiçbir zişuur, kainatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Halik-ı Zülcelal i inkar edemez... Etse, bütün kainat onu tekzib edeceği için susar, lakayd kalır."
"Fakat Ona İmân etmek, Kur'ân-ı Azimüşşanın ders verdiği gibi, O Halıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kainatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse..."(1)
"Beşinci Vecih"
"Mesâil-i imâniyede şüphe sûretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bâzan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem, bâzan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imâna zarar veren bir şek zanneder. Hem, bâzan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem, bâzan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder; yani dalâletin esbâbını anlamak sûretinde kuvve-i müfekkirenin cevelânını ve tetkikatını ve bîtarafâne muhâkemesini, hilâf-ı İmân zanneder."
"İşte telkinât-ı şeytâniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, 'Eyvah, kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş.' der. O haller, gâliben ihtiyârsız olduğundan, cüz-i ihtiyârîsiyle ıslah edemediğinden yeise düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:"
"Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi, dalâlet değildir. Çünkü, hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller; bir mîzana tâbidirler."
"Hem, tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz'an değiller; öyle de şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir."
"Hem, bîtarafâne muhâkeme nâmiyle veya insaf nâmına deyip, şıkk-ı muhâlifi iltizam ede ede tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyârsız, taraf-ı muhâlifi iltizam eder; ona vâcib olan hakkın iltizâmı kırılır. O da tehlikeye düşer; hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzûlîsi olacak bir hâlet, zihninde takarrür eder."
"Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbirine iltibas eder. Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zarûret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz; ve o ihtimâl-i imkânî ve imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ, şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurûb etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki, bu imkân, yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez."
"İşte bunun gibi, meselâ, hakâik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurûbuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imânîye zarar vermez."
"Hem, لاَعِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ yani 'Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimâlin hiç ehemmiyeti yoktur.' olan kaide-i meşhure, hem usûlü'd-din, hem usûlü'l-fıkhın kaide-i mukarreresindendir."(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Emirdağ Lahikası-I, 151. Mektup.
(2) bk. Sözler, Yirmi Birinci Söz, İkinci Makam.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar