MUZAFFER ERDEM
MUZAFFER ERDEM Ağabey, 1923 Denizli-Acıpayam doğumludur. Hava astsubaylığından emekli olmuştur. Üstad Hazretlerini ilk defa 1952 senesinde Barla’da ziyaret etmiştir. Daha sonraları, bilhassa Eskişehir’de defalarca ziyaretlerde bulunmuştur. Muzaffer ağabey çok uzun bir süredir İzmir’de ikamet ediyor.
Muzaffer Ağabeyi tanımayı ve uzun seneler yakınında bulunmayı kendim için bir şans olarak görüyorum, bunun için de Allah’a şükrediyorum! Kendilerinin hâl ve tavırlarından, Üstad’ımızın meslek ve meşrebini anlamam konusunda çok istifade ettiğimi biliyorum.
Muzaffer Erdem Ağabey, okuduğu veya konuştuğu zaman, gür sesiyle hitap ettiği cemaatte bir heyecan, bir dalgalanma meydana gelir. Az konuşur, fakat konuştuğu zaman da kendisini pürdikkat dinletir. Ders okuduğunda, ekseriya Sözler’in en başındaki “Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatıyla, sekiz hikâyecik ile birkaç nasihati nefsimle beraber dinle...” kısmından başlar. Gençliğinde bir başka kahraman “Muzaffer” ile (Arslan) beraber kasaba kasaba risale taşıdıklarını da biliyoruz.
İşte kendilerinden dinlediğim ve ricam üzerine kendi el yazısı ile yazıp verdiği hatıralardan bazıları:
“Ağabeyler O Kadar Yokluk İçindeydi ki…”
“Önceleri yine bir asker olan Ali Demirel’in verdiği Eşref Edip’in Tarihçe-i Hayat’ını okumuştum. Ali Demirel, Ömer Halıcı (Sabri Halıcı Ağabeyin oğlu, şehit pilot) ve Yaşar Seçkin’le beraber risaleleri okurduk. Üstad’ı ziyarete karar verdim. Muhtemelen 1954 yılı idi, Ramazan ayı içindeydik… O sırada Üstad, Barla’da idi. Önce Isparta’ya gittim. Fakat çok ziyaretçi olduğundan Üstad rahatsız oluyordu, ağabeyler de götürmek istemiyorlardı. Artık ümidimi kesmiş olarak geri dönerken Ceylan Ağabey peşimden geldi, ‘Seni Üstad’a götüreceğim.’ dedi."
“Barla’ya vardığımızda Zübeyir, Tahiri, Sungur Ağabeyler oradaydı. İftarı yolda açmıştık. Mübarek ellerinden öptüm. Anamı babamı sordu. Ben Üstad’ı resmî elbiselerle ziyaret ediyordum. Ağabeylerin yemeği dikkatimi çekmişti. Zübeyir Ağabey fasulye pişirmiş. Fakat fasulyeler suyun içinde zor bulunuyordu; bazen kaşığa giriyor, bazen de sırf su içiliyordu. O kadar yokluk içindeydi ağabeyler... Şimdiki halimize bakıp israf etmemek lazım! Üstad yoğurtlu pirinç yemeğini ‘Bunu misafire verin.’ diye verdi. Teravih namazını ve sabah namazını dershanenin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidi’nde Üstad’ın arkasında kıldık. Üstad, ‘Kardaşımın yol parası yoksa benim hesabıma bir taksi tutun.’ dedi. Ben öğlen namazını da Üstad’ın arkasında kılmak istiyordum. Ceylan Ağabeye söyledim. Üstad benim gitmediğimi görünce ‘Misafir niye gitmedi?’ diye sordu. Ceylan Ağabey de arzumu söyledi. Üstad’ın arkasında tekrar namaz kılmak nasip oldu..."
“Daha sonraları Üstad Hazretlerini Isparta ve Eskişehir’e gelişlerinde defalarca ziyaret ettim. Yıldız Oteli’nde ve Abdülvahit Tabakçı’nın evinde kalıyordu. Biz de ziyaret ediyorduk. Bize, ‘Seni Zübeyir, Tahiri, Sungur, Bayram, Ceylan, Hüsnü... gibi kabul ediyorum.’ derdi. Ben şimdi bu ağabeylerin isimlerini saymasının sırrını, ‘Onlara tâbi olun’ manasında olduğunu anlıyorum..."
“Hasların Hayatı, Risale-i Nur’a Aittir”
“Bir keresinde Üstad bana, Selahattin Çelebi’nin evliliğini sordu. Selahattin Ağabey o sıralarda Konya’daymış ve Konyalı Sabri Halıcı Ağabeyin kerimesiyle evlenmiş. Fakat evlilik problemli oluyor ve boşanma noktasına geliyor... İşte Üstad, benden bunu soruyordu. Benim bu hususta malumatım yoktu."
“Üstad Hazretleri, talebelerinin her haliyle ilgileniyordu. Emirdağ Lâhikası’ndaki mektup, bu evliliğe bakar:
"Selahattin, hususî, kendine ait bir meseleyi soruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye bağlanmak istiyor. Madem o haslar içindedir, kat’iyen Risale-i Nur’un hizmetine zararı varsa, girmeyecek. Eğer bilse ki, o refika-i hayatını bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nur’un hizmetinde yardımcı olarak çalıştırsa, o hayata girebilir. Çünkü hasların hayatı, Risale-i Nur’a aittir ve şahs-ı manevîsini temsil eden şakirtlerinin tensibiyle kayıt altına girebilir. Peder ve validesinin reyleri de varsa, inşaallah zararı olmaz." (Emirdağ Lâhikası-I, 46. Mektup, s. 80)
“Orduyla 50 Senedir Alâkadarım”
“Eskişehir’de Abdülvahit Tabakçı’nın evinden çıkarken Üstad’a merdivenlerde yetiştim. Yine resmî kıyafetim vardı. Sırtımı sıvazlayıp, ‘Kardeşim! Ben 50 senedir orduyla alâkadarım…’ diyerek orduya iltifatlarda bulundu."
“Ömer Halıcı, Sabri Halıcı Ağabeyin oğluydu. Başarılı bir pilottu. Sonradan çok iyi bir Nur talebesi oldu... Bir gün filo kumandanı olarak Manyas Gölü üzerinde uçarken uçağı düşüyor ve şehit oluyor. O sırada Emirdağ Lâhikası’nda anlatılan Barla Gölü’ndeki kayığın batma hadisesi oluyor. Üstad’ın kayığı batmak üzereyken kurtuluyorlar. Sahile çıktıklarında ateş yakıp Üstad’ı kurularlarken bu şehadet haberi geliyor. Üstad o zaman, ‘Ömer benim yerime şehit oldu!’ diyor."
"Aziz kardeşlerim! Bu defa motorlu kayık içinde Eğridir’den Barla’ya giderken denizin dehşetli, emsalsiz fırtınası, Leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi, zahmet noktasını kaldırıp, büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum! Altı arkadaşla beraber şehit olmak, yedi ihtimalden altı ihtimalle deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı…" Said Nursî’ (Emirdağ Lâhikası-II, 120. Mektup, s. 198)
“Kitap Hediye Edilirken Hassas Davranılmalı”
“İnsanlara ve sevdiklerimize Risale-i Nurları hediye ederken çok hassas davranılmalı. Çünkü insanlar parasını vermedikleri şeylerin kıymetini bilemeyebiliyor. Bu hususla alâkalı bizzat yaşayanlardan dinlediğim bir hatıra:
“Nazilli’den rahmetli Mustafa Öztürk, köylere, kasabalara çok sayıda bedava kitaplar dağıtıyor. Sonra bir grup Nazillili ziyaretine gittikleri Üstad’ımıza bu hizmeti anlatıyorlar. Herkes takdir ve tebrik beklerken Üstad’ımız birden iki ellerini dizlerine üç-dört kere çırpınır gibi vurarak, ‘Eyvah! Kitaplarım helva kâğıdı oldu. Eyvah! Kitaplarım helva kâğıdı oldu…’ diye üzüntüsünü ifade ediyor. Eskiden işe yaramayan eski kitapların yapraklarını helva satanlar kullanırlarmış… Demek ki birisine kitap verilirken mümkünse parası alınmalı veya okuduktan sonra geri iadesi istenmeli; tâ ki kıymetini bilerek alsın."
“Pilotsuz Tayyare Vazifesini Tam Yapmıştı”
1968 yılının Ramazan ayında, Eskişehir 1. Hv. Üs. Komutanlığında Kur. Albay Ömer Çokgör ve Albay Vahdet Gürol, uçuşla alâkalı personeli uçuş emniyeti mülâhazasıyla oruçtan yani emr-i İlâhî olan farzdan men ettiler. “Kimse oruç tutmayacak” dediler. Oruçda ısrar edenlere senelik izin verilecek diye de emrin altına not koydular.
İçindeki milyarlarla insanla beraber Dünya tayyaresini pilotsuz gezdiren, bütün seyyareleri aynı tarzda bizlere ibretle gösteren Cenab-ı Hak, Emrine “itaat edenlere” ve “muhalefet edenlere” ibretli bir film-i İlahi’yi gösterdi. Mezkûr emirden çok müteessir olan Allah’a ve âmirlerine itaatkâr askerler de hadiseyi ibretle seyrettiler. Şöyle ki:
Emri takip eden bir hafta içinde, oruçsuz iki subay pilot, iki kişilik “F-100” jet tayyaresine binip vazifeye gidiyorlar. Vazifesini bitiren pilotlar dönüşlerinde motorlarında meydana gelen büyük bir patlama sesinden korkup, “tayyare düşüyor” diye ikisi birden paraşütle atlıyor ve sağ salim yere iniyorlar. Tayyare de sağ salim pilotsuz uçuşuna devam edip uça uça Eskişehir üzerine geliyor.
Pilotsuz tayyare Eskişehir üzerinde bir müddet alçalıp yükseldi, dairevari manevralar yaptı... Eskişehir üzerinde bir yer arar gibi dolaştı, dolaştı… Pilotsuz tayyare Eskişehir halkının ve pilotların dikkatlerini çekti, ahaliyi de korkuttu. Herkes Eskişehir Üs Komutanlığını telefonla arayıp, bu uçağın tehlikeli uçuşlar yaptığını, büyük bir tehlikeye sebep olacağını söyleyerek men edilmesini istediler. Fakat tayyarenin pilotsuz olduğunu da kimse tahmin edemiyor. Atlayan pilotlar da merkezle henüz irtibat kuramamışlar. Hakiki kumandan Allah’ı da bilmiyorlar.
Sonra pilotsuz uçak Yıldıztepe’deki havacı subayların lojmanlarına doğru yöneldi. Akarbaşı üstündeki küçük bir tepeye çarpıp orada bulunan bir merkep ve insana değdikten ve ağırlıklarını, yani kanat ve kuyruklarını bıraktıktan sonra, torpil haline gelen motor kısmı ile doğruca orucu yasak eden, mezkûr iki âmirin oturduğu lojmana çarpıp büyük bir delik açıyor. Binada kimse olmadığından yalnız eşyalar tahrip oluyor. Böylece pilotsuz tayyare de herkesin gözüyle şahit olduğu vazifesini ve ihtarını tam yapmış oluyordu.
“İbretli Bir Hadise Daha…”
“Bir gün Birinci Hv. Üs. K.lığı bakım evinde paraşüthanenin bir odasında beş-altı arkadaşla beraber ‘Kemal Özarar’ isminde bir Asb. Bçvş. bize Kur’an yazısıyla yazılmış bir risaleden parçalar okuyordu. Aniden kapı açıldı. İçeriye kumandanımız Alb. Mahmut Ahıska girdi. ‘Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu. Arkadaşımız Kemal de, ‘İşte bu kitabı okuyoruz.’ dedi."
“Kumandan kitabı eline aldı, evirdi çevirdi, eski yazı bilmediği için merakı arttı. Sonra rastgele bir sayfa açtı, eliyle bir yere işaret edip ‘Şurayı oku!’ diye emir verdi. Albay dâhil hepimiz ayakta durup şu harika dersi dinledik:
"'Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzer faideden iki faideye misal olarak beyan edeceğiz: Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’an’dan gelen şu fikirdir: ‘Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.’ Kemal-i şevk ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titretmiş... Acaba dünyada basit fikirli, safi kalpli olan neferatın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir, hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?’" (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Üçüncü Mebhas, s. 326)
“Dersimiz kumandanın emriyle okunup dinlendikten sonra, Risale-i Nur’un bu harika kerameti karşısında kumandan şaşkınlık içinde tekrar sert bir şekilde ‘Okuyun!’ diye emir verip çıkıp gitti. Allah ondan ve onun gibi bütün kumandanlarımızdan razı olsun! Hem Allah’ımıza, hem kumandanlarımıza aynı şevk ve gayelerle itaat etmeye ve inayet-i İlâhînin celbine vesile etmeye devlet-i Rabbaniye ve cumhuriyenin bir ferdi ve askeri olarak Allah’tan (c.c.) dilerim. Başta Üstad’ım Bediüzzaman Said-i Nursî (r.a.) olarak zamanımızda Kur’an’a, imana, İslâm’a Risale-i Nur’la hizmet edenlerden Allah razı olsun! Etmeyenlere de Cenab-ı Hak hizmetler nasip eylesin! Âmin...”
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)
***
1923'te Denizli'nin Acıpayam kazasında doğdu. Emekli Başçavuştur. Müteaddit defa Bediüzzaman'ı ziyaret edip feyiz ve irfan sahibi olmuştur.
Bursa'da, emekli hava astsubayı Muzaffer Erdem Beyefendinin evindeyiz. Bediüzzaman'ı ziyaret hatıralarını tesbit etmek istiyorum. Yılların hatıralarını, denizden bir damla da olsa, zerre de olsa, o anları tekrar yaşatmak, o mesud zamanlara yeniden gitmek, dinlemek hasreti içindeyim. Türk ordusunun şerefli bir mensubu olan Muzaffer Erdem anlatıyor:
"Elli Yıldır Ordu ile Alâkadarım"
"Sırtımda resmî elbiseyle, havacı üniformasıyla Üstadımız Bediüzzaman'ın ziyaretine giderdim. 'Ben elli yıldan beri ordu ile alâkadarım.' diye, Türk ordusuna çok iltifat ederek, manevî alâkasını gösterirdi."
"Ben ilk defa kendisini ziyaret edip, ellerini öpüp, dualarını almak niyetiyle Isparta'ya gitmiştim. Çok gelen olduğu için, rahatsız etmesinler diye, talebe ve hizmetkârları ziyaretçilere mâni oluyorlardı. Bu durumdan üzülmüştüm. Baktım, Ceylân Çalışkan peşimden geliyor. Bana, 'Sen müteesir olma, ben seni götüreceğim.' demişti. Mübarek Ramazan ayı idi. Günlerden Perşembe, sene de 1952 veya 1953 idi. Daha önceleri, Sabri Halıcı'nın oğlu hava şehidi Ömer Halıcı ve Ali Demirel ile tanışıyorduk. Ali Demirel bana bazı kitapları ve bu arada Eşref Edip'in Bediüzzaman Said Nursî isimli kitabını vermişti. O zamanlar Ömer Halıcı, Ali Demirel ve Yaşar Seçkin'le daima beraber olurduk. Manevî irtibatımız çok olmuştu. Balıkesir'de çok harika Nur dersleri yapılırdı."
"Ceylân Çalışkan beni Isparta'dan alıp Barla'ya getirmişti. İftarı yolda yaptık. Barla'da Mustafa Sungur ve Zübeyir Gündüzalp'ler de iftar yapmışlardı. Az sonra Üstad Bediüzzaman elinde bir yemek tabağı ile soframıza geldi. 'Bunu misafire verin.' diye, yoğurtlu pirinç karışımı yemeği bize ikram etti. Zübeyir Gündüzalp Ağabey fasulye çorbası yapmıştı."
"Ziyaretim esnasında Üstad'ın o nurlu ellerinden öptüm. Üstad bana köyümü, anamı, babamı sordu. O gün Nur medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinde Üstad'ın arkasında teravih kıldık. Geceyi orada geçirdim. Sabah namazını da orada kıldık."
Üstad 'Seni misafir etmek lâzım, ama gitmen lâzım, çünkü seni bekleyen var.' dedi. 'Paran yok mu? Zübeyir, eğer parası yoksa benim namıma bir araba tutun benim kardaşıma.' Mustafa Sungur Ağabey, 'O vazifeyi ben yaparım.' dedi. Öğle olmuştu. Camiin sofasına çıkmıştı. Üstad, 'Misafir niye gitmedi?' dedi. Daha evvel Ceylân Çalışkan'a yine Üstad'ın arkasında namaz kılmak istediğimi söylemiştim. Ceylân bunu söyledi Üstada, 'Sizin arkanızda namaz kılmak istiyor.' dedi. Öğle namazını da Yokuşbaşı Mescidinde yine Üstad'ın arkasında kılmak nasip oldu. Üstada küçük bir hediye götürmüştüm. Ayrıca Ahmed Özyazar Hücumat-ı Sitte'yi yazmış, benimle göndermişti. Üstad, yazılan bu risaleye çok sevindi, çok alâka gösterdi."
"Selâhaddin Çelebi ile Sabri Halıcı'nın kızı boşanmışlardı. Üstad benden bu meseleyi sordu. Ben hem anlayamadım, hem de meseleye vâkıf değildim."
"Üstad'ın sesi bazen hafif çıkardı. Zübeyir Ağabey Üstad'ın söylediklerin bize tekrar ederdi. Ben Üstadı Eskişehir ve Isparta'da ziyaret ederdim. Eskişehir'de arabaya bindiği zaman bir kadın, 'Bana dua et!' diye yalvarıyordu. Üstad ona dualar etti."
"Ordudan Ayrılmamak Lâzım"
"Üstad orduda kalmanın lüzumunu söylüyor, 'Ayrılmamak lâzım' diyordu. Eskişehir'de haftada bir Üstadı ziyaret ediyorduk. Barla'da ziyaret ettiğimde postaya atmam için bir mektup vermişti. Üstad'ın bana o mektupla birlikte verdiği yirmi beş kuruşu sakladım. Mektubu postaya başka parayla attım."
"Eskişehir'e çok sık geliyordu. Son ziyaretimde yine resmî elbise ile gitmiştim. Oğlum Fethi'nin de Üstadı görüp, elini öpmesini çok arzu ediyordum. Üstad'ın kaldığı Abdülvahid Tabakçı'nın evine gitmiştim. Son ziyaretimde çocukları da niyet ederek Üstad'ın elini üç-dört defa öptüm."
"Ordudan istifa etmek niyetinde iken Zübeyir Gündüzalp kendisine şu mektubu yazmıştı:
"Aziz, kahraman kardeşim, Muzaffer Bey,
"Evvelâ: Hem size, hem imtihan günlerinde 'şefkat kahramanı samimî ve fedekâr hanım' şeref-i manevîsine mazhar olup, devair-i resmiyede Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebeliğine has, kahramanca mukabelelerde bulunan Nur hemşiremize selâm ederim. Her ikiniz de Risale-i Nur'un feyyaz mütalaasında ve kudsî hizmetinde muvaffakiyetler dilerim. Her ikiniz de müstecap dualarını beklerim."
"Saniyen: Nur kahramanı ve fedaisi Mustafa Sungur Efendi kardeşimizden bir mektup aldım. İyice anlayamadım. Sizin bana emeklilik hususunu sormuş olduğunuzdan bahsediyor ki, bu âna kadar işitmedim. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da isabetli rey arz etmekten mahrum durumdayım. Her mesele ve müşkilimi halletmekte, müdebbir-i âm ve hakikatbîn olan Muazzez Üstadım Hazret-i Bediüzzaman'ın eserine, sözüne, hâl, kâl ve vâkıalarına müracaat ettiğim gibi, bu mevzuda da merhum ve mübeccel Üstadımızın şu meâl ve mânâlardaki sözleri geldi:
'Ben İslâm ordusu ile çok alâkadarım. Bu alâkadarlığıma sizler (astsubaylara hitap) cevap olarak Risale-i Nur'a sahip çıktınız. Ben size, bir avuç olarak şahsınıza değil, bir müşir olarak, ordunun bir mümessili olarak hitap ediyorum.'
"Hulûsi Bey ve onun vasıtasıyla Nurları ordu içinde neşreden kahramanları, astsubaylara lütuf buyurduğu derslerde takdirle yâd ederlerdi."
"Lisan-ı hal, lisan-ı kalden ziyade müessirdir. Fedakârlık, kalbdeki kuvvet-i iman, manyetizma gibi tesir eder. Onun için fedakârlığa fazla ehemmiyet veriyorum."
"Mesleğimizde ehemmiyet, kemmiyetten ziyade keyfiyettedir. Halis bir Nur talebesi evden dışarı da çıkmasa, hizmeti noktasında bir kutub gibi nokta-i istinad olabilir. Halis bir Nur talebesi yüz kişi kuvvetindedir."
"Hem bunları, hem istifa edecek Nur talebesi kahraman kardeşlere Hazret-i Üstadımızın izin vermediğini hatırlıyorum. Muhterem kardeşim, efendim, M. Sungur'un 'Orada hizmeti azîmdir.' sözünü tahattur ediyorum. Şahsî zararlarınız da olsa mümkün olduğu kadar ordudan ayrılmamak ve isabetli rey ve dirayetinize takdim ediyorum."
"Fedakâr-ı İslâm, kumandan-ı ekber, seyfü'l-İslâm ve ferd-i ferîd-i âzam ve yektâ bir tilmîz-i Kur'ân olan Üstadım Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî'nin kalb-i münevverinde mütecellî olup, fem-i mübarekelerinden lemean eden Lem'alar eserinde, Onuncu Lem'a'da zat-ı nezîhaneleri hakkında,
'Hususî nefsime ait işlerle meşgul oldum... Kendi nefsimi düşündüm. Mağara gibi bir yere çekildim. Kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu... Hizmet-i Kur'âniyenin daha revaçlı bir yeri olan hududa gitmekliğim için arzumun hilâfına olarak teşebbüs edenlere, içtihadınca güya menfaatim için iştirak etmedi, rey vermedi... '
"Salisen: Pederin evlâdı hakkında duası, nebînin duası gibi makbuldür. Validenin duası evlât hakkında pederinden keskindir."
"Cevşenü'l-Kebîr ve Tahmidiye gibi eâzım-ı dua ve münacaatı okurken sonlarındaki şu yerlerde, Talebet-i Risalei'n-Nur, hususan evlâdım Fethi diye ilâve ederek dualar edersiniz."
"Rabbine olan hadsiz hatiatın cezası olarak istirahat döşeğinin zillet ve meskeneti içinde kıvranan, hakir kardaşınız."
"Hastalığım, beceriksizliğimden böyle, karma karışık yazabildim, özür dilerim."
(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-IV)