Bediüzzaman Hristiyanlara veya Anzaklara şehit demiş midir? Fetret devri hakkında Bediüzzaman'ın görüşleri nelerdir?

Bediüzzaman Hristiyanlara veya Anzaklara şehit demiş midir? Fetret devri hakkında Bediüzzaman'ın görüşleri nelerdir?
Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Son zamanlarda Bediüzzaman ve onun eserleri olan Risale-i Nur Külliyatı'na yönelik bazı itirazlar yükselmeye başladı. Bir asırdır bu itirazlar yapılıyor ve hatta o yalancı peygamber bile ilan ediliyordu. Ancak "Her üren köpeğe taş atılırsa yeryüzünde taş kalmaz." kaidesince bunlara cevap vermeye değmez deniliyordu. Ancak son zamanlarda ehl-i ilim ve fazilet bazı tarikat erbabı da işin içine girince ve hatta "Erzurum’daki bir ilahiyat profesörü 20 noktada Ehl-i Sünnete muhalefet olduğunu söylüyor." şeklinde ve imalı bir tasvip ile televizyon kanallarından açık hata yapmaya başlayınca bazı meselelerde cevap verme ihtiyacını hissediyorum. Bu tür hatalar kendi zamanında da yapılan İmam Gazali Hazretleri boşu boşuna "Faysal el-Tefrika beyn el-İslam ve al-Zındıka = Müslüman ve Zındıklar arasındaki Farklılıkları Ayıran Kriter" adlı eserini kaleme almamış.

Bu konuyu ele almak için bazı hakikatleri beraber paylaşalım:

1. Ehl-i Sünnet, Küfür ve İman Meseleleri

Maalesef bu asırda Müslümanların en büyük problemi ehil olan ve olmayan herkesin ağzından ‘filan kâfirdir, filan ehl-i sünnet dışındadır’ gibi kelime ve cümlelerin kolaylıkla çıkmasıdır. Hâlbuki Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle,

"Avam-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belâgat dahilerinden Sekkakî gibi bir zât; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır. O halde imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, 'Hiçbir cihette değildir! Olamaz!' dese kâfidir. Çünkü inkâr cihetinin yani Sâni'siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder."[1] Ayrıca

"Birisi dese ki, 'Bu şey küfürdür.' Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zat küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka vasıflara malik olduğundan, o zat kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakin var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!"[2]

Bu önemli hatırlatmayı yaptıktan sonra iki önemli noktayı açıklamak durumundayız:

Birincisi; Ehl-i sünnet ve ehl-i bidʿat mezhepleri kavramlarını anlamak için şu bilgileri vermek zorundayız. Mezhep kelimesi, sözlük anlamı itibariyle gidilen yol demektir. İslâm dininde çeşitli alanlardaki fikir akım ve ekollerine de mezhep denmiştir. Ancak inanç itibariyle mevcut olan mezhepler ile hukuk alanındaki mezhepler birbirine karıştırılmaktadır. Hâlbuki itikadî hükümlerle ilgili fikir ayrılıkları, İslâmın “usûl” denilen temel ilkelerini yani imanın şartlarını ilgilendirdiğinden, “ehl i sünnet (sünnî)” ve “ehl-i bidât (bâtıl)” ayrımı söz konusu olmaktadır. Hukukî (amelî) hükümlerle alakalı fikir ayrılıkları ise “füru” denilen ve içtihadî olan esasları ilgilendirdiğinden, bu sahadaki mezhep arasında sünnî-bâtıl ayrımı söz konusu değildir. İslâm hukukundaki mezhepler, Kur’an ve sünnetin açıkça düzenlemediği konulara ait hükümlerin yine bu iki kaynaktan ancak bazı esaslara ve diğer kaynaklara müracaat edilerek tespitinde yani içtihatta ortaya çıkan fıkir ayrılıklarından doğmuştur. Yoksa İslâmın temel ilkelerinde ittifak söz konusudur. Bu genel kaideyi bozan tek istisna, kurucuları Şiî olan hukuk mezheplerindedir. Bunlar, itikadî sahadaki fikir ayrılığını hukukî alana da çekmişler ve hukukî meseleleri de tamamen itikadî görüşlerine göre şekillendirmişlerdir. Bu şüphesiz yanlış bir tutumdur

Hz. Peygamber’in ve onun ashabının yolundan giden Müslümanların çoğunluğu tarafından benimsenen ehl-i sünnet mezhebinin iki ayrı kolu vardır: Bu iki kol arasında 20 tane ayrıntılı meselelerdeki küçük fikir ayrılığı dışında fazla bir fark yoktur.

A) Mâturidiye koludur.
B) Eş’ariye koludur.

Bir de selef-i salihin vardır. Hz. Peygamber’in izinden ve sahabelerin de yolundan ayrılarak, İslâmın ruhuna aykırı fikirlere saplanan ve dinden olmayan fikirleri dindenmiş gibi gösteren fikir akımlarına ehl-i bid’at veya bâtıl mezhepler denmektedir. Bunlar yedi ana kola ayrılmakta iseler de biz bunlardan sadece konumuzu ilgilendiren üç grubu zikredeceğiz:

A) Hariciler (Havâriç).
B) Mu’tezile.
C) Şia.

İkincisi: Bir görüşün insanları veya grupları ehl-i sünnetin dışına itebilmesi için iman esaslarında ehl-i sünnete muhalefet etmesi şarttır. Mesela, Şiîler, Sünnet kavramını, Hz. Peygamber’in ve kendilerince masum (günahsız) kabul edilen imamların sünneti olarak tarif ederler. Bu, Şîa’nın itikadî açıdan ehli bid’at olması sonucunu doğuran temel esaslardan birisidir. Eğer ikinci derecedeki meselelerde görüş ayrılığı var ise, bu insanları ehl-i sünnetin dışına itmez. Buna en güzel misal imamet meselesidir. Bununla alakalı olarak bir devirde iki halifenin caiz olup olmadığı uzun uzadıya tartışılmıştır. Her ne kadar ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu olmamalı demişler ise de, özellikle Endülüs âlimleri buna cevaz vermişler ve Endülüs Emevi halifelerinin meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bu noktalarda azınlığın desteklediği görüşü benimsemek asla ehl-i sünnetin dışına çıkmak demek değildir. Hz. Peygamber’e nübüvvet geldikten sonra fetret devri olup olmadığını tartışmak ta bu gruba girmektedir. Biraz sonra ayrıntılarını göreceğiz.

2. Bediüzzaman ve İlmî Şahsiyeti

Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve on­ların gerçek mirasçıları olan din adamları olmak üzere, insanlık âlemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir. Sonradan ise, bu takdir ede­memenin cezasını, hem muâsırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün pey­gamberler, bu hükmümüze müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı Azam ve Ahmed bin Hanbel gibi islam âlimleri de bu acı hükmü teyid eden canlı mi­sallerdendir. Tesbitlerimize göre, asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel mi­sali de, bu yazımızın mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursi'dir. İslami ilimlerdeki dâhiyane vükûfu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın an­layışına uygun harika izahları ve seksen küsür yıllık istik­âmetle hak üzerinde devam eden Allah, din ve millet-i islamiye uğrundaki gayret ve mücâhedeleri bütün İslam âleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hâlâ kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bedîüzzaman. Bu yüz karası hale, Türk ilim adamlarının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapayıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılayacaktır. Cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman'ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve bukalemun türünden aydınlar kullanılarak, Bedîüzzaman, Cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun mücadelesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görmeyen, câhil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bedîüzzaman, Said Nursi veya Risâle-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sonucu, kürtçü, bölücü, ge­rici ve devlet düşmanı bir insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir.

Bedîüzzaman'a itiraz eden insanları birkaç gruba ayırmak mümkündür:

Birinci Grup: Devletin kendisidir ve bütün organlarıyla, yani MİT’i, askeriyesi, polisi ve benzeri kollarıyla devlet Bedîüzzaman ile mücadele etmiştir. Suçladıkları dört nokta vardır:

1) Kürtçülük.
2) Laik düzeni yıkmaya çalışmak.
3) Şeriatçılık ve nihayet
4) Tarikatçılık.

Yarım asra yakın bu suçlamalar yapıldığı halde hiçbir ciddi suç isnad edilememiştir. Bugün devlet bu tavrından vazgeçmek üzeredir.

İkinci Grup: Devletin borazanlığını yapan bazı bilim adamları ve yapay aydınlardır. Ayrıca tamamen din düşmanı olan bazı yazarlar da dinsizlik namına Bedîüzzaman'a itiraz etmişlerdir. Bunların içinde ilahiyat profesörleri bile vardır. Neşet Çağatay ve eski Diyanet İşleri Başkanı Dr. Lütfü Doğan bunlardandır.

Üçüncü Grup: Makam ve unvan elde etmek için gayret gösteren bazı bilim adamlarıdır. Bunlara örnek göstermek istemiyoruz. Bedîüzzaman'ın ilmî şahsiyeti, İslam âleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye'de özellikle ilim adamları çevresinde yete­rince tanınmamıştır. Bunda, yapılan menfî propaganda­ların tesiri büyüktür. Bir zamanlar, ilâhiyât öğretim üye­lerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bedîüzzaman ve onun 6.000 küsur sayfayı bulan Risâle-i Nur adlı eserleri aleyhinde konferans yahut makale bulunması şartı arandığını, hadiseyi yaşayan hocalarımız anlatmak­tadır.

Dördüncü Grup ise; maalesef Bedîüzzaman'ın tabiriyle "meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulamayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak’tır."[3] Bunların bir kısmı karanlık mihraklar tarafından desteklenmektedir. Bir kısmı ise tam Bedîüzzaman'ın tarif ettiği insanlardır. Samimi Müslümandırlar; ancak Risale-i Nuru okumamışlardır ve yukarıdaki gruplardan birinin itirazlarını tevil yoluyla işaret etmektedir. Hâlbuki işaret ettikleri kimselerden bazıları kendileri de cahillikle suçlamakta ve hatta tekfir etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, bu grubun, ‘ileride, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbalarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de manevi reislerini çürütmemek gerektir.’[4]

Hâlbuki biz Nur talebeleri şuna inanıyoruz:

Şahsî araştırma ve tesbitlerime göre, asrımızın ferîd ve müceddid makamını ihrâz eden zat, Risâle-i Nurun şahs-ı ma‘nevîsidir ve o şahs-ı ma‘nevî adına onun tercümanı olan Bediüzzaman Said Nursi’dir. Bu zatın, daha evvelki veya olsa dahi şu zamandaki bir kutb-ı a‘zamın tasarrufu altına girmeye mecburiyeti yoktur. Zira kendisi kutb-ı a‘zamlık makamının da üzerinde olan ferdiyyet makamını ihrâz eylemiştir. Vefâtından sonra onun bu manevî tasarrufunu, şahs-ı man‘nevîyi temsil eden talebeleri devam ettirmektedirler. Mustafa Sungur, Mehmed Kırkıncı Hoca Efendi gibi Nur Talebeleri, en az bir kutub kadar hizmet ettikleri halde, ferîd makamını ihrâz eden Bediüzzaman ve Risâle-i Nur şahs-ı ma‘nevîsinin tasarrufu altındadırlar. Bahsettiğimiz zatlar da asrımızda yaşayan maneviyât reislerinin başlarında gelen şahsiyetlerdir.

Bediüzzaman’ın ferîd ve müceddidlik vazifesini ihrâz etmesi, asrımızda başka kutubların ve imâmların olmasına mani değildir. Ancak bilinse de, bilinmese de, kutb-ı a‘zamın ve ferîd makamını ihrâz eden zatın manevî tasarrufundan manevî yardım almaktadırlar. Bu çeşit kutubların ve imamların başında Süleyman Hilmi Tunahan Efendi, Muhammed Zâhid Kotku ve Abdülhakîm Arvâsî gibi manevîyât erenleri gelmektedir. Ancak bu zatlar, günümüze kadar manevî tasarrufları devam eden Kutb-ı A‘zam Abdülkâdir-i Geylânî yahut Şah-ı Nakşibend ve İmâm-ı Rabbânî gibi maneviyât reislerinin manevî tasarrufları altında hizmete devam etmektedirler.

Biz Nur Talebeleri olarak Bediüzzaman’ın şu tesbitine de aynen katılıyoruz:

"Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Nurlar’ın şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.."[5]

Bunun en güzel misalini şu hadisede görüyoruz. Eş’arilere göre cüz’i iradeyi Allah yaratır. Çünkü bu emr-i itibari değildir ve mahlûktur; belki cüz’i iradedeki tasarruf kula aittir. Matüridîlere göre ise cüz’i iradeyi Allah yaratmaz; çünkü bu emr-i itibaridir. Bediüzzaman Hazretleri bu ihtilafı zikrettikten sonra bu farklılığın terminolojide ihtilaf ibaret olduğunu Kader Risalesinde açıkça belirtmiştir:

"Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan, Matüridîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur."[6]

Dikkat edilirse meyelan ve tassarufu arka akaya zikretmiştir. Böyle bir tercih Bediüzzaman gibi bir allamenin hakkıdır ve ehl-i sünnet dışında bir görüş değildir.

3. Ehl-i İmanın İhtilafları Tartışırken Riayet Etmesi Gereken Prensipler

Bu konuda çok ciddi problemlerimizin olduğu aşikârdır. Önemle ifade edelim ki, "Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez." kaidesince, ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere'nin (cennetle müjdeli 10 sahabenin) arasındaki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.’[7]

Bu sebeple Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalarda şu düsturlara riayet etmesi şarttır:

Birincisi: "Öfkelerini yutabilenler ve insanlardan sadır olacak hataları affedebilenler." diye Kur’an’ın hakiki müminler hakkındaki yüksek ahlak kaidesine riayet etmek.

İkincisi: Müslümanların avam tabakasının şeyhlerine karşı hüsnüzanlarını kırmamak ve böylece imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek bütün Müslümanların asli vazifesidir. Hakiki ihlâs ve hakperestlik, Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun istifade etmelerine taraftar olmaktır.

Üçüncüsü: Müslümanlar kendi meslek ve meşreplerine karşı yapılan haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kaçınmak zorundadırlar. Aksi takdirde kazanan din düşmanları olacaktır.

Dördüncüsü ve en önemlisi de dine ve dindarlara kaşı olan ekibin ikisi de hak olan iki grubun veya cemaatin arasındaki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini yaralayıp ve tenkit edip; ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten kaçınmalarıdır. Mesela eski bir Diyanet İşleri Başkanının haklı bile olsa, Süleyman Efendi hizmeti ile alakalı dindarlara olumsuz tutumu ile bilinen bir büyük gazetede yazı yazması ve yine bir tarikat erbabı Hocaefendinin Bediüzzaman ile alakalı Erzurum İlahiyat hocalarından birinin 20 noktada ehl-i sünnete muhalif gittiğini umumun dinlediği bir TV kanalında söylemesi gibi.

Onun için biz de, bu dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bil misille karşılık vermemeliyiz. Yalnız gerçekleri müdafaa için barışçıl bir şekilde, itiraz edilen noktaları izah etmek ve cevap vermek vazifemizdir. Bu makalemizde hem 1950’li yıllarda necip Fazıl Kısakürek’in ve hem de onun şeyhinin itiraz ettiği bir meseleye cevap vereceğiz [8]

4. Bediüzzaman’ın Gayr-i Müslimler ile Alakalı Mektubuna Yapılan İtirazlar ve Cevabı

Başta Necip Fazıl olmak üzere bir kısım ehl-i imanın ve ehl-i tarikatın bu konudaki itirazlarını nazik bir üslub ile izah etmek bizim vazifemizdir. Evvela bu mesele, başta izah ettiğimiz gibi, insanı ehl-i sünnetin dışına çıkaracak imanî meselelerden değildir; belki ehl-i sünnetin âlimleri arasında da tartışılan ve hakkında farklı görüşler bulunan bir mesele ve hatta meseleler topluluğudur. Sırasıyla meseleyi inceleyelim:

4.1 Gayr-i Müslimlerin Çocuklarının Manevi Akıbeti Meselesi

Bu mesele Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayet sebebiyle İslam âlimleri arasında tartışılmıştır:

"Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz."[9].

Bu ayeti değerlendiren İslam âlimleri meseleyi hem fetret devri açısından ve hem de gayr-i Müslimlerin çocukları açısından değerlendirmişlerdir. Fetret devri meselesini biraz sonra inceleyeceğiz. Ehl-i sünnet âlimleri gayr-i Müslimlerin çocukları hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda mesela Ibn-i Kesir isimli büyük müfessir, müstakil bir Risale sayılabilecek uzunlukta müstesna bir tefsir kaleme almıştır.[10] Bunları özetleyelim.

Birincisi: Bir grup âlimler (Mu’tezile, Hanbeliler ve Malikilerin mütebahhirin ulemasının da içinde bulunduğu önemli bir Müslüman âlimler topluluğu), bu çocukların ehl-i cennet olduklarını kabul ve kendilerine ispat etmişlerdir. Bu konuda onların görüşlerini destekleyecek çok sayıda hadisler vardır. Ancak bir tanesi önemlidir: Enes ibn Malik’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber’e Müşriklerin çocuklarından sorulmuş ve cevap olarak şunu ifade etmiştir: "Onlar cennet ehlinin hizmetkârlarıdırlar."

İkincisi: Bir kısım İslam âlimleri ise onların babalarına tabi olduklarını ileri sürmüşler ve bu konudaki bazı hadisleri delil olarak getirmişlerdir. Hz. Aişe’nin naklettiği şu hadis bunların başında gelmektedir: "Müşriklerin çocukları babaları ile birliktedir." Bu yoruma muhtaç bir hadistir. Israrlı sorular üzerine Resulullah bir seferinde "Allah onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir." buyurmuştur.

Üçüncüsü: Bu konuda kesin bir hükme varmayıp meseleyi Allah’ın iradesine bırakmaktır (tevakkuf). İmam-ı A’zam başta olmak üzere çoğu âlimler bu kanaattedirler. Bu konudaki en önemli dayanak İbn-i Abbas hadisidir. "Allah onların amellerini ve hallerini herkesten daha iyi bilir."

Bu arada bazı alimler bunların toprak olacaklarını beyan etseler de çoğunluk alimler yukarıda saydığımız görüşlerden birini tercih eylemilerdir.

Bediüzzaman Hazretleri, bu kanaatleri değerlendirerek şu neticeye varmıştır:

"O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten (I. Ve II. Dünya Harplerinden) vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir."[11]

Burada iki kelimenin açıklanması gerekmektedir: Birincisi: Şehittir demiyor belki şehit hükmündedir, bir nevi şehittir diyor. İkincisi: Bu cümleyle birinci ve ikinci görüşü bir nevi telif ediyor. Bunda da ehli- sünnetin dışına çıkmak gibi bir durum asla mevzubahis değildir. Unutmayalım ki, Allah yolunda cihad ederken öldürülen hakiki şehitler olduğu gibi, hükmen şehit sayılan mü’minler de vardır. Mü’minlerden yanarak, suda boğularak, karın sancısı, vebâdan ölen veya çocuk doğurmaktan gelen kırk günlük loğusa döneminde vefat edenler hükmen yani bir nevi şehit sayılır. Ancak, peygamberlik gibi şehitlerin de dereceleri vardır. Nice mübârek hastalıklar vardır ki, şehâdet gibi yüksek dereceleri kazandırır.

4.2 Fetret Devri İnsanlarının ve Özellikle de Fetret Devri Sayılabilecek Hallerdeki İnsanların ve Musibetzedelerin Hükmü

Bu konu da İslam âlimleri arasında tartışılmıştır. Özellikle konuyu ikiye ayırmak icabetmektedir:

4.2.1 Birincisi: Fetret Devri İnsanlarının Hükmü

Fetret kelimesinden kasıt, iki peygamber arasındaki meydana gelen ve Hakkın tebliğine engel olan uzun zaman dilimidir. Bazıları Hz. İsa’nın getirdiği dinin bozulması ile Resulûllah Efendimize vahyin tebliği arasında geçen dönem gelir. Ancak, bu tabir bir peygamberin getirdiği dinin nurundan haberdar olmayan her fert ve her dönem için kullanılabilir. Bu dönemde yaşayan insanların sorumluluk sınırları hakkında itikat mezhepleri arasında az da olsa farklılık görülüyor.

Bu konuda dört ayrı görüş bulunmaktadır:

Birincisi: Maturidî ve Eşarî imamları, “Biz bir resul gönderinceye kadar tazip etmeyiz. (azap verici olmayız)” meâlindeki âyet-i kerimeye dayanarak Fetret devri insanlarının tebliğ edici bir peygamber gelmeden sorumlu olmadıkları kanaatindedirler. Ancak Maturidilere göre, fetret, iman için değil amel için geçerlidir. Eşʿariler ise, peygamber gelmeyen bir kavim için hiçbir sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır.

İkincisi: Bunların tebliğ ulaşmasa da sorumlu olacaklarına dair görüştür ki, İbn el-Kayyım başta olmak üzere bazı âlimler bu kanaattedirler.

Üçüncüsü: Bunlar hakkında kararı Allah’a bırakmak (tevakkuf) şeklindeki görüştür.

Dördüncüsü ise: Fetret ehlinin kıyamet günü yeniden imtihana tabi olacakları ve bunun neticesine göre muamele görecekleri şeklindeki görüştür. Selef-i salihin bu kanaattedirler.[12]

Bunların durumu ile alakalı şu hadisi zikr etmeden geçemeyeceğiz:

"Resulüllah şöyle buyurmuştur: Dört grup vardır ki, onlar kıyamet günü kendilerini mazur göstereceklerdir: Hiçbir şey duymayan sağırlar; Gel-git akıllı ahmaklar; aşırı yaşlılar; fetret devrinde ölen insanlar. Sağırlar derler ki, Yarab! İslamiyet geldi ama biz bir şey duymadık. Gel-git akıllılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama benim üzerime çocuklar pislik atıyorlardı. Yaşlılar diyecek ki, İslamiyet geldi ama bir şey anlayamadık. Fetret devrinde ölenler diyecek ki, Yarab! Bize peygamber hiç gelmedi. Bunlar cehenneme de girseler, Allah orayı onlar için bir nevi cennete çevirir."[13]

Önemle ifade edelim ki, bu dört görüşten birini tercih etmek insanı ehl-i sünnet dairesinden çıkarmaz. Zaten Bediuzzaman da bu konuda farklı bir görüş beyan eylememiştir.

4.2.2 Fetret Devri Sayılabilecek Hallerdeki İnsanların Hükmü

Gelelim asıl tartışma konusuna yani Fetret Devri sayılabilecek hallerdeki insanların hükmüne. Tartışmanın asıl temeli şu sorunun cevabıdır: Acaba Hz. Peygamber’den sonra fetret devri olur mu? Ayrıca Hak dinden haberdar oldukları halde onun hidayetinden nasip alamayan veya gelen Hak din ile alakalı doğru bilgilere ulaşamayan insanların hükmü nasıldır?

İslam âlimlerinin çoğunluğu Hz. Peygamber’den sonra fetret devrinin olamayacağı yönünde izahlar getirmişlerdir. Fakat İmam-ı Gazali’nin başını çektiği bir grup âlimler farklı kanaattedirler. Son zamanlarda Muhammed Abduh ve bazı âlimler de aynı kanaati savunmuşlardır. Bu konuda İmam-ı Gazali’yi dinleyelim:

"Derim ki, Allah’ın rahmeti cehennem azabına çarpılsalar bile, geçmiş ümmetlere de şamildir. Zira cehennem azabının da şiddetlisi vardır, hafifi vardır. Diyebilirim ki, zamanımızda Bizans sınırları içinde kalan Hıristiyanların ve Türkistan’daki Türklerin çoğu, inşallah özellikle de bu memleketlerin uzaklarında bulunanlar bu rahmete mazhar olanlardır. Zira bunları üç gruba ayırmak mümkündür:

Birincisi: Hz. Muhammed’in ismi bile kendilerine asla ulaşmamış olanlardır ki, bunlar mazurdurlar.

İkincisi: Kendilerine Hz. Muhammed’in hem ismi ve hem de sıfatları ulaştığı ve kendileri de İslam ümmetine komşu yahut bizzat birlikte yaşadıkları halde inkâr edenlerdir ki, bunlar inkârcı kâfirlerdir. Bediüzzaman Hazretleri bunlar hakkında şunları demektedir: ‘Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir."[14]

Üçüncüsü: Yukarıdaki iki derece arasında kalanlardır ki, bunlara Hz. Muhammed’in ismi ulaşmıştır; ancak özellikleri ve sıfatları tam ulaşmamıştır. Çocukluklarından itibaren onun yalancı bir peygamber olduğu telkin edilmiştir. Bana göre bunlar da birinci grup hükmündedir.[15]

Bediüzzaman Hazretleri de bu kanaati benimseyerek şöyle demektedir:

"On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü ahir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (asm) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem ahir zamanda Hazret-i İsa'nın (as) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (as) mensup Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar."[16]

Dikkat edilirse fetret devri demiyor; bilakis "fetret derecesinde" diyerek meseleyi vuzuha kavuşturuyor. Kaldı ki, bu görüşü tercih etmekle ne İmam Gazali ve ne de Bediüzzaman’ın ehl-i sünnet dışına çıkmadıklarını, zira bu meselenin doğrudan imanın şartlarıyla alakadar olmayıp içtihadi bir mesele olduğunu daha evvel belirtmiştik.[17]

5. Bediüzzaman Hazretleri Kâfirler İçin olan Cehennem Azabını ve Cihadı asla inkâr etmemiştir

Maalesef bazı insanlar meseleyi o kadar çarpıtmaktadırlar ki, nerdeyse Bediüzzaman Hazretlerinin kâfirler için olan Cehennem Azabını ve Cihadı inkâr ettiğini ve Anzakları bile (Risale-i Nur’da hiç geçmediği halde) şehit ilan ettiğini ileri sürmüşlerdir. Doğrudur, bazı ehl-i dalalet grupları ve başta hem Lahoriye koluyla ve hem de Kadiyani koluyla bütün Ahmediye Cemaati maalesef hem cihadı ve hem de ebedi cehennem azabını inkâr etmişlerdir. Halbuki bu ehl-i dalalet gruplara en iyi cevabı yine Bediüzzaman vermiş bulunmaktadır. Onuncu Söz, Meyve Risalesi ve Yirmi Dokuzuncu Söz bunun şahididir. Burada sadece bir tek tesbitiyle yetineceğiz:

"Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid'at ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır."

"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir. Mesela:

"Kâfir ve münafıkların cehennemde yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünkü masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir."[18]

6. Netice

Bedîüzzaman'ın kelâmda müceddid, muasırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir islam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler. Gerçekten Bedîüzzaman'ın, İslamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde "Mirkât" gibi İslam nazarî hukukuna ait usul-ı fıkıh metni; islam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan "Mevâkıf"; Mantık ilminin özeti demek olan "Süllem" ve benzeri 90 çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan "Kamus"u "Sin" harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de Allah'ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar ek­lenince, mu'âsırları tarafından "Bedîüzzaman" yani za­manın eşsiz bir allâmesi unvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kalmamıştır.

Bedîüzzaman'ın diğer İslam âlimlerinden en ayırıcı özelliği, asırlarca islam âlimleri arasında ihtilâf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadî mese­leleri, asrımızın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metotla izah edebilmesidir. Buna ilim ve san’at asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefî meseleleri de eklerseniz, Bedîüzzaman gibi bir allâmeye ve Risâle-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine olan ihtiyacı daha iyi takdir edersiniz.

Burada bir tespitimi belirtmek istiyorum: Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserini mütâla’a ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona mu­hatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun ma­hiyeti ve ispatı, kader meselesi, haşrin ispatı, mi’racın cesetle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah'ın is­batı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

Hâlbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dâhinin "Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz." demesine rağmen, Onuncu Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede

"Bu eserimi idrâk ve iz’anla iki defa mütâla’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok" hükmünü, okuyanın vicdanı tefessuh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir[19].

Bu sebeple bu makalemizde zikrettiğimiz konu itiraz edilen noktalardan sadece birisinin cevabıdır. Allah’ın izni ve yardımıyla Bediüzzaman’ın eserlerinde beyan ettiği hakikatlerin ehl-i sünnet dairesinde ve Kur’an’ın ruhuna sadık olduğunu bütün yönleriyle ispat eylemeye hazırız. Rahmetli Osman Yüksel'in tabiriyle "Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hür­metle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nursi ve talebeleri".

(Prof.Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ, Bilinmeyen Bir Dahi Bediüzzaman Said Nursi, Hayat Yayınları)

Kaynaklar:

[1] Bediuzzaman Said Nursi, İşârât el-İʿcâz, (İstanbul: Envar, 2004), sh. 41-2.
[2] Bediuzzaman Said Nursi, Sünühat, sh. 41-2.
[3] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, (İstanbul: Envar, 2004), sh. 195-96.
[4] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, sh. 195-96.
[5] Bediuzzaman Said Nursi, Mektubât, (İstanbul: Envar, 2004), sh. 426.
[6] Bediuzzaman Said Nursi, Sozler, (İstanbul: Envar, 2004), sh. 467.
[7] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, sh. 195-96.
[8] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, sh. 195-96.
[9] Kur’an, 17: 15.
[10] Ibn-i Kesir, Tefsir al-Kur’an al-Azim, İsra 15. Ayetin Tefsiri. Bu arada Fahreddin Razi’nin Et-Tefsir al-Kebir adlı eserine, İmam Suyuti’nin el-Tefsir bil-Me’sur adli kıymetli kitabına, Tefsir el-Meragi’ye, Alusi’nin Ruh el-Maani adli eserine ve Muhammed ibn Aşur’un kıymetli tefsirine bakılabilir. Meseleyi ilgili ayetin tefsirinde açıkladıklarından ayrıntılı dipnot verme ihtiyacı duymadık.
[11] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, sh. 111-12..
[12] Konunun ayrıntılı izahı için başta İbn-i Kesir’in tefsiri olmak üzere İsra Suresinin 15. Ayeti ile alakalı eserlere müracaat edilebilir.
[13] El-Beyhaki, Kitab el-I’tikad’inda hadisi nakletmekte ve isnadının sahih olduğunu soylemektedir.
[14] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, sh. 111-12.
[15] İmam Gazali, Faysal el-Tefrika beyn el-İslam ve el-Zındıka, Paris, 1983, sh. 38-39.
[16] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, sh. 111-12..
[17] Konuyla alakalı daha ayrıntılı bilgi isteyenler şu kaynakları da inceleyebilirler: Cemil Abid, Masir Eh el-Fetreh fil-Ahireh, Ummul-Kura Seri’at Fakültesi Dergisi, c. 18, Sy. 38, sh. 295 vd.; ayrıca Turkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Fetret Maddesi.
[18] Bediuzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, sh. 75-76.
[19] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Onuncu Söz.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

wehwet84
"Muhammed Abduh ve bazı âlimler de aynı kanaati savunmuşlardır. " şeklnde bir cümle var... bu zat ile ilgili mason loca başkanlarına kadar isim verilerek mason olduğu söyleniyor..onunla ilgili o kadar çok ehli sünnete ters görüş gördüm.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
nur olmadan asla
Allah sizden razı olsun. Çok güzel bir açıklama. Kabul etmek istemeyene ne anlatırsan anlat.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (editor)
Bir müslümanın her hali ve fikri müslüman olmadığı gibi, bir kafirin de her vasfi kafirce olmalıdır diye bir kaide yoktur. Bu hüküm bazı meselelerde dalalete sapanlar için de geçerlidir. Velef Abduhu bir çok meselede yanlış hüküm vermiş kabul etsek, bu durum onun her alanda yanlış hüküm verdiği anlamına gelmez. Şunu da unutmayalım ki, bu zat adını islam alimleri arasına yazmış tarihi bir şahsiyettir. Biz faydalı taraflarından istifade etmeye çalışalım.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
muratkaramus
Allah razı olsun, sizden çok istifade ediyoruz. Ders tadında bir yazı olmuş. Gönül ister ki bu açıklamalar tenkitlerin yapıldığı mecralarda da yapılabilsin. O günlerde gelir inşallah...
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Goncduvan
Konu da Büyükdoğu'nun mimarı Üstad Necip Fazıl da geçmişken, Üstad'ın yanlışından dönüp, bu yanlışı tekzip ettiğini de şu makaleden öğrenmiş bulunuyoruz: Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan’dan “Ağabeyler Anlatıyor” isimli kitaplarımın hazırlık çalışmaları sırasında yüzlerce kadim ağabeyle görüşme fırsatı buldum ve el’an bu çalışmalarım devam ediyor. Mehmet Kırkıncı Hoca Efendiden kaydettiğim çok önemli tarihî bir hatıra var… 40 sene önce yaşanan bu hadisenin özü şudur: “Bediüzzaman Hazretlerinin Hristiyanlarla alakalı bir tespitine, Necip Fazıl’ın itiraz etmesi; Kırkıncı Hocanın izahlarıyla ikna olunca da hakperestlik yaparak hatasını tashih edip düzeltmesidir.” Şimdi olayı Mehmet Kırkıncı Hocamızdan dinleyelim. (Ömer Özcan) Mehmet Kırkıncı anlatıyor: 1970’li yılların başlarındaydı… Mehmet Şevki Eygi’nin çıkardığı Bugün Gazetesi’nde Necip Fazıl Kısakürek yazılar yazıyordu. Bir kış günü Zübeyir Ağabeyden, “Hocam acele İstanbul’a gel” diye bir telefon aldım. Aynı gün uçakla İstanbul’a indim. Havaalanında Av. Bekir Berk, Mustafa Polat, Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci karşıladılar. Oradan Bekir Bey’in Kığılı Pasajındaki bürosuna gittik. Zübeyir, Sungur, Bayram Ağabeyler oradaydılar. Baktım Zübeyir Ağabey kravat takmış, özel bir hazırlık yapmış gibiydi. Dedi ki: “Hocam, Necip Fazıl Bey, Bugün Gazetesi’nde Üstad aleyhinde birkaç yazı yazdı. Üstadımızın “Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir” sözüne itiraz ederek, bunun ehl-i sünnet akidesine muhalif olduğunu söylüyor. Kendisinden randevu aldık, şu anda bizi bekliyor.” BEDİÜZZAMAN'IN SÖZLERİ Gerekli kitapları yanımıza alarak ormanlarla kaplı, içi de çok güzel döşenmiş evine gittik. Necip Fazıl Bey beni görünce, “Tamam! Mehmet Bey’de gelmiş, ehl-i sünnet’i bilen, şeriatı bilen birisidir, şimdi meseleyi daha rahat çözebiliriz” dedi. Sonra Tarihçe-i Hayatı getirdi ve ilgili mektubu okumaya başladı: “Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor. Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa'da Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn'e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum. (Kastamonu Lâhikası 112) RİSALE-İ NUR’DAN MEKTUBAT KİTABINI AÇARAK ALAKALI YERİ OKUDUM Okumayı bitirdi, bana dönerek: “Hocam, şimdi bu fikirler ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine uygun mu, değil mi? Sen ne dersen razı olacağım” dedi. Bir tevafuk eseri birkaç gün önce ilm-i kelam dersi alan talebelere İmam-ı Gazali’nin Faysalü’t Tefrika adlı kitabında o kısmı okumuştum. Dedim: “Efendim keşke o yazıları yazmadan evvel bizimle görüşseydiniz. Üstad Hazretleri itikaden Eş’ari mezhebindendir. Biz ise Maturudi mezhebindeniz. Bu konuda Eş’ari ile Maturudi mezhebi arasında görüş farklılığı vardır. Eş’ariler (Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz. İsra 64) ayetine dayanarak, kendilerine peygamber gelmemiş, davet ulaşmamış insanları ehl-i necat kabul ederler.” Sonra Risale-i Nur’dan Mektubat kitabını açarak alakalı yeri okudum: “…Zaman-ı fetrette : sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektubat 386) AKŞAM NURCULARIN KURMAY GRUBUYLA GÖRÜŞTÜK Devamında dedim ki: İşte İmam-ı Gazalî de Eş’ari Mezhebindendir ve kitaplarında aynı fikirleri savunmaktadır. Necip Fazıl Bey çok hakperest bir insan olduğundan söylediklerimizi kabul ve tasdik ederek ayağa kalktı: “Şimdi o yazıları yazdığıma pişman oldum” diyerek hakkı teslim etti. Benden İmam-ı Gazalinin mevzu ile ilgili bölümü kendisine göndermemi rica etti. Ben de Erzurum’a döndüğümde mektupla İmam-ı Gazalinin Faysalü’t Tefrika adlı kitabının 96. sayfasını kendisine gönderdim. Ertesi gün aynı gazetede: “Akşam Nurcuların kurmay grubuyla görüştük…” diye başlayan bir yazı yayınlayarak hatasını tashih ve telâfi etmiş oldu. İmam-ı Gazali’nin Faysalü’t Tefrika adlı kitabındaki mevzuumuz ile ilgili bölümü aynen şöyledir: “İnancıma göre, İnşallah Allah-ü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hrıstiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır: 1.Hazret-i Muhammed’in (asv) ismini hiç duymamış olanlar 2.Hazret-i Peygamberin ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizelerini duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir. Bunlar kâfir ve mülhidlerdir. 3.Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hazret-i Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hazret-i Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri “İsmi Muhammed olan, peygamberlik iddiasında bulunan birisi” olarak tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın “El Mukaffa adında birisinin Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğini” duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikatı araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. Bunlar da birinci grup gibi ehl-i necattırlar.” İmam-ı Gazalinin bu yazısını Necip Fazıl’a gönderdim. Aynı zamanda Alûsi’nin, Ruhül-Meâni tefsirinin 15. cilt 42. sayfasında, İbrahim Lekkâni’nin Cevheretü’t-Tevhid adlı kitabının 29. sayfasında aynı görüşü savunduğunu kendisine yazdım. Seneler sonra Üstad’la alakalı düzenlenen sempozyumlarda gördük ki Bediüzzaman’ın bu mektubunun Hristiyanlar âleminde ne kadar takdir-i şâyanla karşılanmıştır. Ve İttihad ve birliğin temel taşını oluşturduğunu, bir nevi üstadımızın bir kerameti olduğunu hep beraber müşahede ettik.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
aslı_54
Allah razı olsun.. kafamdaki soruların hepsi teker teker yanıt buldu.. yaşım daha genç.. merak ediyorum böyle şeyler duyunca.. emeğinize sağlık..
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Kevserzehra

Sitenizi oldukca uzun bir zamandir takip ediyorum...

Değerli Kardeşimiz; ilgili düzenleme yapılmıştır. Bildirdiğiniz için teşekkür eder, hayırlı günler dileriz. Başka problem gördüğünüzde de yazmayı ihmal etmeyip bilgi verirseniz memnun oluruz. Selam ve dua ile...

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
oğuzhangözüpek
Bir tarihte , İMAM RABBANİ hz.lerinin MEKTUBAT isimli eserini okurken bir mektup dikkatimi çekmişti. Bir talebesi '' Gayri Müslimlerin çocuklarının AHİRETTEKİ akibetlerini soruyordu.'' Bu soruya cevap ta verilmişti. Ama ben KİTAPTAN soğudum. Ve ne kadar zorlasam da ondan sonra okuyamadım....Yukarıda ki izahların VE HARCANAN mesainin tek makul gerekçesi olabilir. O da GAYRİ MÜSLİMLERE ve İMAN konusunda zafiyet içinde olanlara ;YÜCE ALLAH'ın MUTLAK ADALETİNİN nasıl ve ne sebeplere göre TECELLİ EDECEĞİNİN gösterilmesi... AKILLARDAKİ vesveselerin giderilmesi....Hulusi AĞABEY gibi belirli bir MAKAMA yükselmiş veya HUSUSİ bir hali olan ŞAHISLARIN Hususi soruları olabilir. Cevaplarda o şahıslara göredir. Bizim gibi ACZ içinde, kendi AKİBETİNDEN emin olamayan kimselerin AKIL yürüteceği meseleler değil. diye düşünürüm..Yüce ALLAH buyurmuş. ''Zerre kadar işin hesabı sorulacak.'' Mesele bitmiştir. ZİRA o mahkemenin= SAVCISI,HAKİMİ, Nihai ŞAHİDİ DE yine ALLAH'TIR. Şu KAİNATI şaşırmayan Yüce ALLAH ADALET TEMİ (HAŞA) şaşacak. Bir kişin yaptığı bir iyiliğin veya kötülüğün ZİNCİRLEME olarak nelere sebep olduğunu biz nereden bilebiliriz. Bazen ASIRLARA tesir eden sonuçları oluyor. Bu durumun MUHASEBESİNİ tutacak ne aklımız ne tartımız ne de adalet ÖLÇÜMÜZ VAR. HAKİKAT BUDUR . Geçmiş Devirlerde FEN Bilimlerinin zaafiyet içinde olması sebebiyle İNSANLARIN Haşri,Cenneti,Cehennemi,ADALETİ Mutlak'ı anlamaları zor olabilirdi. Meğerki GAYB perdesi açılsa.. Ama şimdi öylemi...EMİN olun FEN BİLİMLERİNDEKİ her icat ALLAH'IN Güç Kudret,ilim,hikmet , adalet VS...VS...VS kısacası SIFAT VE İSİMLERİ konusunda şahsımı daha da TATMİN etmektedir.. Bunlardan da FAYDALANARAK.. Ne zaman KUR'ANIMIZI açsam İLAHİ VAHYİN mutlak hükmünü ve muhteşemliğini görüyorum..Daha öncede açıkladım... RİSALEYİ NURLARDAKİ imani açıklamaların DİMAĞDA bıraktığı tefekkür , AYETLERİ ANLAMADA ufukları açıyor. Yelken açıp o okyanusta SEYRÜSEFER yapmakta İNSANIN kendi kabiliyetine kalıyor.....Bizler sanıyoruz ki, İMAN Halesi sadece MÜSLÜMANLAR çevresinde dönüyor. Ehli İSLAM 'ın binbir derdi varken haddimizin üstünde meseleler ile FAZLA MESAİ yapıyoruz. İMAN hakikati sadece bize ait hususiyet değildir'' Yer de ve gökte ne varsa ALLAHI Zikreder''HAŞR SURESİ AYET.1. Yani sadece İNSANLAR değil.. Kimi İMANIYLA,KİMİ DİLİYLE,KİMİ SAMİMİYETİYLE,KİMİ YAPISIYLA,Kimi İNSANLIĞIYLA... sayın sayabildiğiniz kadar... İSLAM nedir? CEVAP= VAR OLUŞUN TEK GERÇEĞİDİR.. Madem Yüce ALLAH maide.3 te İSLAMI takdir etmiş ve tamamlamış. Hüküm verilmiştir..AHİRET bizim TASARRUFUMUZDA olmayan ve henüz bize GAYB olan bir zaman ve mekandır... SAHİBİ de bellidir. .... imam MALİK Bin ENES MAİDE Suresi ayet .3' ü bakın nasıl YORUMLAMIŞ.Yüce ALLAH bu ayet ile İSLAMI KEMALE ERDİRDİĞİNİ ve TAMAMLADIĞINI açıkça belirtmiştir. Her kim İSLAMA yeni bir ŞEY(adet,ibadet, Ritüel,gelenek vs..vs gibi) ilave etmeye kalkarsa ALLAH'A NOKSANLIK yani EKSİKLİK atfetmiş olur. Bu şirktir .. Bu nedenle ALLAH RESULÜNÜN Bize öğrettiğinin ve gösterdiğinin dışında İSLAMA sokulan her şey BİDATTIR.. ... ZİRA ALLAH'ın tamamladığını söylediği ŞEYİN üstüne bir şey İLAVE ETMEYE kalkmak ,ALLAH'IN o şeyi EKSİK yaptığına (Binlerce kez tenzih ederek söylüyorum) işaret eder , bu ALLAH'A ortak olmak anlamı taşır'' Buyurmuşlardır... .... Başlangıçta İYİ NİYETLER ile ihdas edilen ama zamanla SANKİ DİNİN bir emri gibiymiş gibi yapılagelen KEMİKLEŞMİŞ o kadar çok ADET, RİTÜEL, İBADET, Tavır, DAVRANIŞ .. vs...var ki DİNİ zorlaştırmakla kalmıyor İNSANLARI İSLAMDAN soğutup uzaklaştırıyor....O nedenle AYETLERDEN şüphe edilmez ama HADİSİ ŞERİFLER den şüphe edilebilir. Ne zaman? vahiy İLE ÇELİŞTİĞİ zaman... Birbirinden farklı sonuçlar çıkmasına sebep olan HADİSLER ile karşılaşıldığında VAHİY'E en yakın HADİS ŞERİFİ esas tutmak doğru olur dersem yanlış bir şey söylememiş olurum...ÜSTADIN çoğu zaman temenni ve Dua maksadıyla söylediği sözleri ZAMANIN şartlarında düşünmek icab eder..Tıpkı KASTAMONU LAHİKASINDA MİRAC GECESİ NİN ,Kadir Gecesi gibi mütaala edildiği mektupta olduğu gibi...O devirde İMAN KALESİ tehlikede iken, Şeairi İSLAMİYE hükmüne geçmiş adet ve uygulamalara mümkün olduğunca sarılınması gerektiği DAHA NASIL ANLATILABİLİRDİ Kİ? Şimdi o mektubu okuyan biri der ki; '''MİRAC GECESİ Hicretten 350 yıl sonra ihya edilmeye başlanmış Bidatı HASENEDİR.Nasıl olur da KADİR GECESİNİN yarı hükmünde olur. ? Sünnet dahi değil..İşte sünnete muhalif bir söz.'''..HALBUKİ DİN SAMİMİYETTİR.. kÜFÜRÜN kol gezdiği o yıllarda Bırakın sünneti , iSLAMIN İŞARI OLAN BİR ŞEYİ DAHİ MUHAFAZA etmek ve devam ettirmek elbette çok KIYMET ifade ederdi..İnşallah öylede olmuştur.Temennimiz ve duamız bu yöndedir.. Bu hassasiyeti anlamayanların 2017 de çıkıp ta hariçten GAZEL okumasına da İTİBAR etmeyiniz. Kalın sağlıcakla ve dualar ile..
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...