"Bir kısım feylesofların irade-i İlahiyeyi nefiy ve bir kısım ehl-i bidatın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalaletin, cüz’iyata adem-i ıttılaını iddia etmeleri ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnat etmeleri..." İzah?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Sudûr, bir şeyin çıkması fıkırması demektir.

Çizgi cetvelle çizilir, lakin onu çizen, cetvel değildir. Keza, mürekkep kalemden sudûr eder, ama yazıyı yazan mürekkep değildir. Su, musluktan akar ama suyu yapan musluk değildir.

Yaratılan her varlık Allah’ın ilminde nasıl takdir edilmişse, o şekilde vücuda gelmektedir. Allah’ın ilmindeki bu ilmî vücutlar birer manevi kalıp gibidirler; eşya, ilahi irade ve kudretle, bu kalıplara göre yaratılır.

Sudûr nazariyesine göre kâinat, İlâhı Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve yayılma yoluyla meydana gelmiştir. Her şeyin ilk sebepten sudûru (taşması, çıkması, fışkırması), her şey ancak onunla var olur manasına gelir.

Farabî ve İbni Sina gibi felsefeciler Allah’ı ilk sebep olarak görüyor. Bu nazariyeye "sudûr nazariyesi" denmektedir.

Bunlara göre, Allah maddeyi ve sebepleri ilk olarak yoktan var eden ilk ve asıl sebeptir. Yani maddenin ezele doğru gidip, birbirini icad etmesini akılları kabul etmediği için, fâni olmaktan münezzeh, ezelî ve ebedî bir zatın varlığını kabul etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Ama bunlar Allah’ı sadece bir ilk sebep olarak görüp, uluhiyet ve rububiyet sıfatlarını inkâr ediyorlar.

Bunların fikrine göre Allah kâinatı hiçten ve yoktan var etti, sonra kâinatın tedbir ve idaresini tabiata ve sebeplere devretti. Aristo felsefesinin ve mekanik materyalistlerin fikrinin esası budur.

Benzer bir görüşte ukul-u aşere (On Akıl) görüşüdür.

Ukul-u aşere: Kelime olarak on akıl, ilk akıl, hılkî ve cibillî olan akıl demektir.

Bir kısım eski ve sapık felsefecilere ve hususan işrakıyyuna göre; teselsül tabiri ile müessiriyetini iddia ettikleri sebeplerden birincisidir. Bunun neticesi şirke gider.

Bunlara göre, akl-ı evvel Allah'ın mahluku olup ve bundan ikinci akıl, ikincisinden üçüncü akıl... ve böylece "Ukul-ü Aşere" dedikleri birbirinden neşet eden on akıl varlığı tevehhüm edilerek dalalete gidilmiştir.

Üstad'ımız bu hususu şu şekilde ifade ediyor:

"... Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ 'Birden bir sudur eder.' Yani, 'Bir zattan, bizzat bir tek sudur edebilir. Sair şeyler vasıtalar vasıtası ile ondan sudur eder.' diye, Ganiyy-i alel-ıtlak ve Kadir-i Mutlakı, âciz vasaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vasaite, rububiyyette bir nevi şirket verip Halik-ı Zül Celale 'Akl-ı evvel' namında bir mahluku verip âdeta sair mülkünü esbaba ve vasâite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-alûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakıyyun böyle halt etseler; maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas debilirsin." (Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.)

"Ve bir kısım ehl-i dalâletin, cüz'iyâta adem-i ıttılaını iddia etmeleri,"

"Allah -haşa- ehemmiyetsiz ve küçük şeyleri bilmez, cüz’iyatla meşgul olmaz" düşüncesi, aslında Mutezilenin yanlış ve hatalı bir tenzih anlayışından ileri geliyor. Mutezileye göre Allah o kadar haşmetli ve azametli ki, cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyleri bilmesi ve onları sevk ve idare etmesi onun büyüklüğüne ve azametine yakışmaz. Bu yüzden, Allah ehemmiyetsiz şeylerle meşgul olmaz demişler.

Küçüklük ve büyüklük nisbidirler. Bize göre böcekler küçüktür, biz de file göre, zürafaya göre küçüğüz. Diğer taraftan, bizim büyük dediğimiz şeyler de küçük şeylerden yapılırlar. Büyük kubbelerin küçük taşlardan örülmesi gibi, bütün canlıların bedenleri de o küçücük hücrelerden dokunurlar.

Cenab-ı Hak küçük şeylerle alakadar olmasaydı biz de var olamazdık. Bizim hayat suyumuz olan kanımızdaki alyuvarlar ve akyuvarlar, en küçük hayvanlardan çok daha küçüktürler. Cenab-ı Hak küçük böceklerle ilgilenmese, bizim kanımızdaki bu canlılarla da ilgilenmezdi.

Allah’ın her şeyi bilmesi ve küçük–büyük, cüz’î küllî her şeyin daire-i ilminde olması onun büyüklüğüne halel getirmez, aksine onun ilminin azametini gösterir. Mutezilenin bu görüşü Allah’ı tenzih maksatlı olduğu için küfür değil, dalalet oluyor. Malum dalalet kelimesi küfür, bid’at ve fısk olmak üzere üç manaya da gelebiliyor. Ehl-i sünnet âlimleri Mutezile imamlarını tekfir etmiyorlar, ama ehl-i dalalet diyorlar. Hülasa;

“Madem ilm-i İlahiye ve irade-i Rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın şuûnâtı adedince delalet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım filozofların irade-i İlâhiyeyi nefiy..." (Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.)

Sudûriyet ve ukul-u aşere düşüncesinde olan felsefecilere işaret ediliyor.

"Ve bir kısım ehl-i bid'atın kaderi inkâr,"

"Ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri,"

Materyalist ve tabiatçı düşünce yapısına işaret ediliyor.

"... mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuûnâtı adedince muzaaf bir dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzip eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur." (bk. age.)

Kâinat, içi hazineler ile dolu, ama kapısı kilitli bir salon gibidir. Bu salon kapısının anahtarı ise Kur’ân’dır. Kur’ân olmadan kâinatın hazinelerini açmak ve görmek mümkün değildir. Bunun en bariz misali ilim adamlarının ekserisinin gafil ve münkir olmalarıdır.

İlim adamları onca fennî malumata sahip olmalarına rağmen, kâinatı ya tesadüfe ya tabiata ya da sebeplere veriyorlar. Hâlbuki onlar atom, zerre, hücre, alyuvar ve akyuvarların ilmî cihetlerini herkesten çok daha iyi bilip görüyorlar, ama ellerinde Kur’ân anahtarı olmadığı için, o harika fiilleri Allah’tan bilmiyorlar.

Kur’ân ve kâinat Allah’ın iki kitabı. Biri kelam sıfatının diğeri de kudret sıfatının tecellisi. Bu iki kitap birbirini şerh ve izah ediyor. Kur’ân kâinat kitabındaki tekvinî ayetlerin nasıl ve ne şekilde okunacağını ders veriyor. Bu rehber olmadan insanın kendi kısır ve kısa aklı ile kâinatı okuması ve tevhide ulaşması mümkün değildir. Bunun içindir ki birçok insan sebeplerde boğuluyor.

Kendisini ve kâinat kitabını okuyan mütefekkir bir insan, hiçbir mahlukun başıboş olmadığını, onların emir tahtında hareket ettiklerini idrak eder. Birbirini tanımayan şuursuz mahlûkların kendisine hizmet ettirildiğini, bu kadar harika işlerin meydana gelmesinde onların hiçbir tesirlerinin olmadıklarını, onların sadece birer perde olduklarını bilir.

“Bir köyün muhtarsız, bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz” olamayacağını bilen insan, her neye ve hangi hadiseye bakarsa baksın, onun arkasında Rabbinin sonsuz fiillerini ve nihayetsiz tasarrufunu idrak eder. Bu kadar san’atlı ve hikmetli eserlerin ve icraatların; “şuursuz sebeplerin, kör tesadüfün, sağır tabiatın” işi olamayacağını anlar. Kâinattaki bedi’ ve garip eserleri ibretle okur, her varlık üstünde Cenab-ı Hakk’ın silinmez ve taklit edilmez mührünü okur.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Okunma sayısı : 2.518
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

isahalim
Ne kadar güzel açıklamışsınız, Allah razı olsun... Son kısımda geçen "Ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri," ifadesinde tabiiyyunun tüm mevcudatı değil bir kısım mevcudatı da tabiat ve esbaba isnad etmedikleri anlamı çıkıyor. Tabiat ve esbaba isnad etmedikleri mevcudat var mıdır ki, örnek vermeniz mümkün mü?
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)

Tabiatçılar içinde de atomcular, unsurcular şeklinde farklı ekoller var. Mesela atomcular herşeyi atoma indirgelerler. Demokritos’a göre evren sınırsız bir boşlukla sonsuz sayıda atomdan meydana gelmiştir. Bu atomlar boşlukta hareket eder, birleşip dağılarak tüm evren olaylarını oluştururlar.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
rmc

Allah Teala'nın cüziyatı bilmediğini söyleyenin(tenzih amaçlı dahil) kafir olduğunda icma vardır.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...