"Burhan-ı inni" ile "Bürhan-ı limmî" nedir, "Mana-yı harfi" ile münasebetleri nasıldır?

"Burhan-ı inni" ile "Bürhan-ı limmî" nedir, "Mana-yı harfi" ile münasebetleri nasıldır?
Cevap

Değerli Kardeşimiz;

  • İSPATIN İKİ YOLU

Bürhan-ı inni: Eserden müessire, neticelerden sebeplere gidilerek yapılan istidlâl.”

Meselâ; Selimiye’yi bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata hayran kalıyor ve sonunda, “Böylesine muhteşem bir eserin mimarı, elbette büyük bir dâhi, eşsiz bir sanatkârdır.” hükmüne varıyorsunuz. Yani eserden müessire giderek bir istidlal yapmış oluyoruz ki, Risale-i Nurlarda ağırlıklı olarak bu delil tarzı kullanılıyor.

Sinan ve Süleymaniye, ikisi de birbirine delildir. Önce, Sinan’ın o yüksek dehasını, mimarlıktaki fevkalâde maharetini, sanat inceliklerine harikulâde vukufiyetini inceliyor ve onu bu yönüyle tanıdıktan sonra, “Elbette böyle bir ruhtan, şöyle bir eser çıkar” diyerek, Süleymaniye’yi gösteriyoruz. Burada müessirden esere, bir başka ifade ile sebepten neticeye bir istidlâl söz konusudur. İşte bu istidlale “bürhan-ı limmî” denilir.

Yahut önce Süleymaniye’yi bütün yönleriyle inceliyor, ondaki sanata hayran kalıyor ve sonunda şu hükme varıyoruz: “Böyle muhteşem bir eserin mimarı, elbette büyük bir dahi, eşsiz bir sanatkârdır.” Bu defa eserden müessire, neticeden sebebe bir istidlâl söz konusu olmuştur. Bu istidlale ise “bürhan-ı innî” denilmektedir.

“Bürhan-ı limmî: Müessirden esere, sebeplerden neticelere yapılan istidlâl.

Bürhan-ı limmî, Allah’ın isim ve sıfatlarından hareketle mahlûkat âlemi hakkında hüküm verme yoludur. Meselâ, “Mademki Allah Alîmdir, Hakîmdir, öyle ise yaptığı her işinde ve yarattığı her eserinde sonsuz hikmetler vardır.” diyen insan, bu hükmüyle müessirden yani eseri yapan zattan esere intikal edilmiştir.

Bir mahlûku inceleyip, ondaki hikmetleri, faydaları görüp, “Bu eserine böyle hikmetler takan Allah, elbette sonsuz bir hikmet sahibidir.” diyen insan ise eserden müessire intikal etmiş ve Allah’ın Hakîm olduğunu, eserindeki hikmetlerde okumuştur. Bu zâtı, Allah’ın Hakîm olduğu hakkında hiç kimse şüpheye düşüremez. Çünkü bu hükme bizzat inceleyerek, hikmetleri görerek, bilerek varmıştır.

Bir zatın merhametinden, rikkatinden, şefkatinden, cömertliğinden söz ediyoruz ve “Böyle bir zât elbette fakirlere ve düşkünlere yardım elini uzatacaktır” diyoruz. Burada da müessirden esere intikal etmiş oluyoruz.

Öte yandan, bir gurup fakirin her gün beslendiklerine, barınma, giyecek ve yakacak gibi her türlü ihtiyaçlarının aksatılmadan yerine getirildiğine şahit oluyoruz. Ve “Bu yardımları yapan mutlaka çok merhametli ve şefkatli bir zâttır” diye hükmediyoruz. Böylece, eserden müessire intikal etmiş oluyoruz.

Bu zamanda materyalist felsefe, insanların kalp ve gönül dünyasını ziyadesiyle yıpratıp yaraladığı için, onların bu yarasına uygun olarak "eserden müessire" metodu kullanılmıştır. Yani metodu ve hangi delilin ağırlıklı olması gerektiğini belirleyen ve şekillendiren husus, muhatabın manevi hastalığı ve manevi gereksinimleridir. Maddeye tapma derecesine gelmiş bir toplumda, tümden gelim metodunu ağırlıklı kullanmak tesirsiz kalır. Ama maddeden hareketle maddenin yaratanına intikal etmek bu toplum için en salim ve güzel yoldur.

"Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle 'bürhan-ı limmî' denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlâle de 'bürhan-ı innî' denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir." (İşârât-ül İ’caz, Bakara Suresi 20 ve 21. Ayetin Tefsiri.)

Kur’ân-ı Kerim’de her iki istidlâlin de misalleri vardır. Fâtiha suresi`nin hemen başında her iki delile de işaret edilmiştir. “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” buyrulmakla, önce âlemlerin harika terbiyesi nazara verilmiş ve “bu terbiyeyi yapan zatın her türlü hamde ve senaya layık olduğu” hükmü getirilmiştir. Burada eserden müessire istidlâl vardır.

Daha sonra Rahman ve Rahîm isimleri zikredilerek, Allah’ın “din gününün sahibi olduğu” nazara verilmiştir. “Mademki Allah, Rahman ve Rahim’dir, elbette din gününü getirecek ve bu rahmet ve inayetini ahirette de devam ettirecektir.” manası ders verilmekle, müessirden esere, sebeplerden neticeye bir istidlâl yapılmıştır.

Nur Külliyatından “Onuncu Söz'de” her iki istidlâlin çok misâlleri yer almıştır. Bu harika risalede, Allah’ın isimlerinden hareketle ahiretin varlığı ispat edilmektedir. Bu, bir bürhan-ı limmîdir. Meselâ, Hakîm isminden hareketle. “Mademki Allah Hakîm’dir, öyleyse ahiret vardır.” şeklinde bir hükme varılmıştır. Ancak iş bu kadarla bırakılmamış, Allah’ın Hakîm olduğunun delilleri zikredilerek “her şeyi hikmetle yapan, her icraatında nice faydalar, maslahatlar bulunan Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz hikmetinin, ahireti getirmemek gibi bir hikmetsizliğe müsaade etmeyeceği,” değişik açılardan izah edilmiştir. Böylece, önce âlemdeki hikmet cilvelerinden hareketle Allah’ın Hakîm olduğu ispat edilmiş (bürhan-ı innî), sonra Hakîm ismi ahiretin varlığına delil getirilmiştir (bürhan-ı limmi).

Öte yandan, Dokuzuncu Söz’de,

"Şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lazım ve kati ise, haşrin sabahı da Berzahın baharı da o kat’iyyettedir."

Buyrulmakla, bürhan-ı innî çok veciz bir şekilde aklın nazarına sunulmuştur. Geceden sonra sabahın, kıştan sonra baharın gelmesinden istidlâl edilerek dünyadan sonra ahiretin geleceği ispat edilmiştir. Burada da eserden müessire istidlâl vardır. Yani bu eserleri yapan zât, ahireti de getirebilir.

Bu kısa açıklamadan sonra Üstadımızın şu mükemmel tespitine bakalım:

"Kelime-i şehadetin iki kelamı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir." (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 17.)

Birinciye bir açıklama olarak “Ulûhiyet risâletsiz olamaz” hükmü getirilir. Yani, madem Allah vardır, öyleyse peygamber gönderecek ve insanlara kendini tanıtacak, onlara hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, kısacası, razı olduğu ve olmadığı şeyleri bildirecektir. Burada, ulûhiyet, risâlete delil getirilmiştir.

Öte yandan, Peygamber Efendimizin (asm) güzel ahlak üzere olması, kendisine emin denilmesi, elinde hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bin mucizenin zuhur etmesi de O’nun (asm) Allah Elçisi olduğuna delildir. Burada eserden müessire istidlâl söz konusudur. Nur Külliyatında hem bürhan-ı limmî hem de bürhan-ı innî için de birçok misal verilmekle birlikte şu noktaya, özellikle, dikkat çekilir:

“Bürhan-ı innî, şüphelerden daha sâlimdir.”

Allah kelâmında insanın yaratılışına, defalarca yer verilmesi, arz ve semanın terbiyelerine ve mükemmelliklerine dikkat çekilmesi, deveden arıya kadar nice hayvanların yaratılışlarının nazara verilmesi hep bürhan-ı innî kısmına girer. Bunlar, selim akılları doyurur, sönmemiş kalplere ve bozulmamış vicdanlara birer hidayet vesilesi olurlar. Allah Resulünün (asm) tefekkür üzerinde önemle durması da bu sırdandır.

Eserden müessire geçme konusunda Üstad Bediüzzman Hazretleri şöyle bir ölçü getirmiştir:

“Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin.” (Mesnevî-i Nuriye)

Mahlûkat âlemini inceleyerek İlâhî isimler ve sıfatlar hakkında marifet sahibi olmak isteyen bir insan, bu fikir hareketine kendi nefsinden başlamalıdır. Bu konuda olabildiğince tafsilatlı düşünmeli, kendini bilme konusunda ilerleyebildiği kadar ilerlemelidir. Ama diğer varlıkları düşünürken tefekkürünü ‘icmalî’ yapmalı, yani konuyu ana hatlarıyla ele almalı, fazla derinleşme yoluna gitmemelidir. Zira insanın dış âlemdeki eşya veya olaylar hakkındaki bilgisi, çoğu zaman, yetersiz kalır ve onu yarı yolda bırakabilir.

Meselâ, insan kendi bedenindeki her organın hikmetle yaratıldığını bilir. Ama semadaki her yıldızın vazifesini, yaratılış gayesini anlamaya zorlandığında, kendini yormaktan öte bir şey yapmış olmaz.

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam öğrendim;... Kelimelerden maksat: Mâna-yı harfi, mâna-yı ismî, niyet, nazardır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Mana-yı Harfi; bu varlık âlemindeki eşyayı, bütün mahlûkatı Allah namına, O’nun isimlerine ayna olma yönüyle tefekkür etmek, O’nun sanatı ve eseri olarak bakmak mâna-yı harfî, bu kutsî mânaları düşünmeksizin incelemek ise mâna-yı ismî iledir.

Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa, Mucidi ve Sanatkârı olan Allah’a bakan yüzlerce yönü vardır. İşte burada sanatkâra ve mucide bakan yüzlerce yöne "mana-yı harfi" denilmiştir.

‘İsim’ tek başına bir mâna ifade eder; ‘harf’ ise başkasının mânasını göstermek için bir alettir. Meselâ, ‘ev’ kelimesi bir isimdir ve başlı başına bir mânası vardır. Fakat ‘eve’ kelimesindeki ‘e’ tek başına bize bir şey söylemez; ‘ev’ kelimesine yardımcı bir görev yapmış olur.

İlâhî fermanda hem göklerin ve yerin yaratılışına, hem de insanın ana rahminde geçirdiği safhalara sıkça dikkat çekilir. Her şey Allah’ın eseri, mahlûku, mülkü olarak takdim edilir ve insan, âlemin her köşesini bu şuurla tefekkür eder.

Kendi varlığını mâna-yı harfiyle değerlendiren insan “Bu hayat benim şahsî malım değil.” diyecek ve hayatını Allah’ın Muhyi (hayat verici) isminin bir cilvesi bilecektir.

Aynı şekilde, görmesini ve işitmesini de Basîr ve Semi’ isimlerinin tecellisi bilecektir.

Mesnevî-i Nuriye’den konuyla ilgili bir başka ifade:

“Hiç bir şey, bir zerreye bile, mâna-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mâna-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur.”

Masdar; bir şeyin çıktığı, sudur ettiği yer demektir. Mazhar ise, o şeyin zahir olduğu, göründüğü, kendini gösterdiği mekândır.

Materyalistler ve tabiatçılar, masdar ile mazharı, bir başka ifadeyle sudur ile zuhuru birbirine karıştırıyor ve aldanıyorlar.

Bir aynada görünen yıldızlara iki şekilde nazar edilir: Birisi mana-yı harfiyle.

Bu bakışta aynanın kendisinde ışık olmadığını ve ondaki ışıkların yıldızlardan geldiğini biliriz.

İşte varlık alemini Allah’ın isimlerinin aynası bilmek mana-yı harfiyledir. O varlıkları kendilerine malik saymak, gördükleri vazifeleri kendi iradeleriyle yaptıklarını vehmetmek ise mana-yı ismiyledir.

Buna göre, ağaçtaki meyveyi Allah’ın ikramı ve ihsanı bilen insan o meyveye mana-yı harfiyle bakmış olur.

Ağaca mana-yı ismiyle bakanlar ise meyveyi ağacın yaptığı vehmine kapılırlar.

“Mânâ-yı harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînin inceliklerine tedkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismî, sadık, kâzib her hükme mahal olur.” (Mesnevî-i Nuriye)

İman ve marifetle ilgili bir konuyu açıklarken fen sahasından da bazı örnekler verdiğimiz olur. Bu örnekler mâna-yı harfî cihetiyle verilmişlerdir. Yani asıl maksadımız muhatabımıza fen bilgisi vermek değil, anlattığımız konuya o bilim dalından delil getirmektir.

Meselâ, biz “insan ve kâinat” ilişkisi üzerine bir konuşma yapalım. Bu arada dünyanın da, insan vücudunun da büyük çoğunluğunun su olduğundan söz edelim ve bu konuda “onda dokuz” gibi bir oran vermiş olalım. Bizim maksadımız Allah’ın harika bir eseri olan insan ile bu âlem arasındaki bazı benzerlikleri yakalamaktır. Ama su misalimizde, yerküresinin ve insan bedeninin üçte ikiden fazlası su olduğu halde, biz “onda dokuz” demişizdir. Maksadımız, yerküresini ve insan bedenini anlatmak olmadığından, bu yanlış bilgimiz, aleyhimize bir delil olarak kullanılamaz. “Mânâ-yı harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz.” hükmünce, biz o yanlış bilgimizden dolayı kınanmayız. Çünkü bedenden söz etmemiz mâna-yı harfi itibariyledir.

Ama bir anatomi profesörü insan bedeni üzerinde konuşma yapıyorsa, onun bedenden söz etmesi mânâ-yı ismiyle olur. Yani bizzat bedeni anlatmak için kürsüye çıkmıştır. Vereceği bilgilerin, gerçekten hiçbir sapma göstermemesi gerekir. “İnsan bedeninin onda dokuzu sudur” dese hemen itiraza uğrar. Çünkü “ mânâ-yı ismî, sadık, kâzib her hükme mahal olur.”

Mana-yı harfi ile iman aynı anda bulunuyor. Yani mana-yı harfi, harici delillerden sonra teşekkül eden bir iman formülüdür. Bu cihetle bakarsak; mana-yı harfi burhan-ı inni delilinin bir neticesidir. İnni delil, insanı imana ve mana-yı harfiye teşvik eden ve götüren mühim bir vesiledir.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
B
Okunma sayısı : 42.529
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

ebulturab
allah razı ölsun
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
nurcu56
Maşaallah, hakikaten anlaşılır bir üslubunuz var, Allah razı olsun.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...