"Mânâ-yı harfi" ve "Mânâ-yı ismi" ne demektir?
- Bu kavramların Arapça dilbilgisinde olmadığı söyleniyor. Bu konu hakkında bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Nahiv âlimleri kelimeyi üçe ayırırlar:
Fiil: Hâdiseye veya zamana delalet eden kelimelerdir.
İsim: Zaman kaydına girmeksizin, bir manaya tek başına işaret eden kelimelerdir.
Harf: Kendi başına bir manası olmayıp; ancak isim ve fiil gibi manalı kelimelerin manalarını göstermeye vasıta olan karakterlerdir. Yani harf, başkasının manasına hizmetkârdır; bizzat tek başına bir manası yoktur.
‘İsim’ tek başına bir mâna ifade eder; ‘harf’ ise başkasının mânasını göstermek için bir alettir. Meselâ, ‘ev’ kelimesi bir isimdir ve başlı başına bir mânası vardır. Fakat ‘eve’ kelimesindeki ‘e’ tek başına bize bir şey söylemez; ‘ev’ kelimesine yardımcı bir görev yapmış olur.
Şimdi bir misal ile bu tarifleri anlamaya çalışalım:
"Ankara’dan İstanbul’a geldim” cümlesinde üç kelime gözümüze çarpmaktadır. Bunlardan “Ankara” ve “İstanbul” kelimeleri, bir zamana tabi olmadan, kendi başına manaları bulunan kelimelerdir ki, bunlara “isim” diyoruz.
“Geldim” tabiri ise fiil olup, bir zaman kaydına girerek (geçmiş zaman), kendi başına bir manayı kendinde taşıyan bir kelimedir. Bu iki kelime sınıfının ortak yanları, bir manalarının oluşudur.
“Dan” ve “a” ekleri ise, bir manaya sahip değillerdir. Ancak “dan” eki, Ankara ismine eklenince, “gelme” fiilinin başlangıç noktasını; “a” eki de “İstanbul” kelimesine eklenince, aynı fiilin bitiş noktasını gösterir.
“Dan” ve “a” ekleri, “Ankara” ve “İstanbul” kelimelerine eklenince bunlara yeni manalar kazandırırlar. Ama bu eklerin, aynı kelimelerle olan bağlantıları kesilince, herhangi bir mana ifade etmeyecekleri gayet açıktır. Demek “dan” ve “a” ekleri, diğer iki kelimenin yeni manalarının anlaşılmasına hizmet eden alet ve vasıtalardır. İşte bu iki ek “harf” denen sınıftandır. (“dan”: Mef’ulunminh / ayrılma yeri; “a”: Mef’ulunileyh / yaklaşma yeri)
Bediüzzaman Hazretleri Arapça gramerinde geçen “isim ve harf” tariflerini Akaid ilmine uygulamış ve İlâhî birer sanat eseri olan bu âlemdeki varlıklara nasıl bakılması gerektiğini ortaya koymuştur.
“İsim”, başkasına muhtaç olmaksızın tek başına bir mana ifade eder. “Harf” ise, tek başına bir mana ifade etmeyip başka bir kelimenin anlaşılmasına yardım eder.
Meselâ, “masa” kelimesi bir isim olarak tek başına bir mana taşımaktadır.
Ama “nın” edatı, yalnız olarak bir mana ifade etmez, ancak “masanın” dediğimizde masa kelimesinin anlaşılmasına yardımcı olur.
Burada şunu ifade etmek gerekiyor.
Arapçada harf denildiği zaman sadece a,b,c gibi harfler anlaşılmaz.
Birkaç harften meydana gelen harf-i cerler, harf-i tarifler de yine harf olarak nitelendirilirler.
“İle” manasına gelen “ba” harfi, gibi, “…den, …dan” manasına gelen “min” de bir harf-i cerdir; yani kendilerinden sonra gelen ismi esre okuturlar.
Hâlbuki “min” harf-i cerri iki harften (mim, nun) meydana gelir. Keza, “…ye, …ya” görevi yapan “ilâ” da üç harften (elif, lam, ya) meydana gelir.
Muayyenlik ifade eden harf-i tarifler de elif ve lam olmak üzere iki harften meydana gelirler.
Bir ismin başına “el” harf-i tarifi geldiğinde, onun “bilinen bir şey” olduğu anlaşılır, bu harf-i tarif gelmese “herhangi bir şey” olarak anlaşılır. İngilizcedeki “a” ve “the” gibi.
Bu kısa açıklamadan sonra, konuya dönelim.
Bir meyveden, meselâ, bir portakaldan söz ederken, onun özelliklerinden, taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği beldelerden bahsedip de onun bir İlâhî eser ve insanlara bir ihsan, bir lütuf olduğundan hiç söz etmemek, portakala “mana-yı ismiyle” bakmak demektir.
Yani, onu müstakil bir varlık olarak düşünüp, yaratıcısını hiç nazara almamak “mana-yı ismiyle” bir bakıştır.
O portakalın insana faydalı bir rızık olduğunu düşünmek, şeklinden, kokusundan, renginden, taşıdığı zengin C vitaminine kadar her şeyiyle insana göre yaratılan bu meyveyi, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisi olarak seyretmek ise “mana-yı harfiyle” bir bakıştır.
Yani, o meyve bir harf olarak Rezzak isminin anlaşılmasına yardım etmekte, insana o İlâhî ismi hatırlatmakla onu düşünmeye ve şükre davet etmektedir.
Cenâb-ı Hakk’ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.
ÜSTAD Hazretleri buradan mana-yı harfi için “Onun hesabına bakmak” tarifini getirmiştir; örneğimizde, portakala Rezzak ismi hesabına bakmak gibi.
“Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak”, yani portakalı sahipsiz, yaratıcısız, tek başına müstakil bir varlık gibi düşünmek yahut ona ağacın bir eseri imiş gibi bakmak “hatadır.”
Dünyanın çok büyük bir coğrafyasında, biyoloji, fizik, botanik, zooloji, kimya, biyokimya gibi yaratılışla ilgili ilimler gençlerimize ders verilirken bütün bilgiler mana-yı ismiyle verilir.
"Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam öğrendim;... Kelimelerden maksat: Mâna-yı harfi, mâna-yıismî, niyet, nazardır." (Mesnevî-i Nuriye)
MÂNA-YI HARFİ; MÂNA-YI İSMİ
“Mâna-yı harfi: Başkasının mânasını göstermek, başkasının bilinmesine hizmet etmek.
Mana-yı harfi: Mahlûkata ve bütün kâinata Allah hesabına ve O’nun sanatı ve eseri nazarı ile bakmaktır. Yani kendi başına bir mana ifade etmez; ancak başkasına işaret ederse mana kazanır. Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa, mucidi ve sanatkârı olan Allah’a bakan yüzlerce yönü vardır. İşte burada sanatkâra ve mucide bakan yüzlerce yöne mana-yı harfi denilmiştir.
Bu varlık Âlemindeki eşyayı Allah namına, O’nun isimlerine ayna olma yönüyle tefekkür etmek mâna-yı harfî, bu kutsî mânaları düşünmeksizin incelemek ise mâna-yı ismî iledir.
Mâna-yı ismi: Bir şeyin kendi şahsına ve zatına bakan ciheti.
Mana-yı ismi: Mahlûkata ve kâinata Allah namına ve O’nun sanat ve eseri olarak bakmamak demektir. Yani mahlûkat ve kâinata kendi namına bakıp, sanatkâr ile olan ilişkisini koparmak manasınadır. Elmayı Allah’ın sanatı olarak değil, sadece nefsine bakan yönü ile değerlendirip, Allah’a bakan binlerce nispeti ve işareti kesmektir.
Her âlimin bu kabilden kendi içtihadı ile ortaya çıkarttığı manalar vardır.
İlâhî fermanda hem göklerin ve yerin yaratılışına, hem de insanın ana rahminde geçirdiği safhalara sıkça dikkat çekilir. Her şey Allah’ın eseri, mahlûku, mülkü olarak takdim edilir ve insan, âlemin her köşesini bu şuurla tefekkür eder.
Kendi varlığını mâna-yı harfiyle değerlendiren insan “Bu hayat benim şahsî malım değil.” diyecek ve hayatını Allah’ın Muhyi (hayat verici) isminin bir cilvesi bilecektir.
Aynı şekilde, görmesini ve işitmesini de Basîr ve Semi’ isimlerinin tecellisi bilecektir.
“Hiç bir şey, bir zerreye bile, mâna-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mâna-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur.” (Mesnevî-i Nuriye)
Masdar; bir şeyin çıktığı, sudur ettiği yer demektir. Mazhar ise, o şeyin zahir olduğu, göründüğü, kendini gösterdiği mekândır.
Materyalistler ve tabiatçılar, masdar ile mazharı, bir başka ifadeyle sudur ile zuhuru birbirine karıştırıyor ve aldanıyorlar.
Bir aynada görünen yıldızlara iki şekilde nazar edilir: Birisi mana-yı harfiyle.
Bu bakışta aynanın kendisinde ışık olmadığını ve ondaki ışıkların yıldızlardan geldiğini biliriz.
İkincisi, mana-yı ismiyle.
Bu bakışta aynanın kendisinin ışık sahibi olduğu, ondaki yıldız görüntülerine de aynanın ışık verdiği kabul edilmiş olur.
İşte varlık âlemini Allah’ın isimlerinin aynası bilmek mana-yı harfiyledir. O varlıkları kendilerine malik saymak, gördükleri vazifeleri kendi iradeleriyle yaptıklarını vehmetmek ise mana-yı ismiyledir.
Buna göre, ağaçtaki meyveyi Allah’ın ikramı ve ihsanı bilen insan o meyveye mana-yı harfiyle bakmış olur.
Ağaca mana-yı ismiyle bakanlar ise meyveyi ağacın yaptığı vehmine kapılırlar.
HÜKÜMDE ESAS OLAN...
"Mânâ-yı harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yıharfînin inceliklerine tedkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yıismî, sadık, kâzib her hükme mahal olur." Mesnevî-i Nuriye
İman ve marifetle ilgili bir konuyu açıklarken fen sahasından da bazı örnekler verdiğimiz olur. Bu örnekler mâna-yıharfî cihetiyle verilmişlerdir. Yani asıl maksadımız muhatabımıza fen bilgisi vermek değil, anlattığımız konuya o bilim dalından delil getirmektir.
Meselâ, biz “insan ve kâinat” ilişkisi üzerine bir konuşma yapalım. Bu arada dünyanın da, insan vücudunun da büyük çoğunluğunun su olduğundan söz edelim ve bu konuda “onda dokuz” gibi bir oran vermiş olalım. Bizim maksadımız Allah’ın harika bir eseri olan insan ile bu âlem arasındaki bazı benzerlikleri yakalamaktır. Ama su misalimizde, yerküresinin ve insan bedeninin üçte ikiden fazlası su olduğu halde, biz “onda dokuz” demişizdir. Maksadımız, yerküresini ve insan bedenini anlatmak olmadığından, bu yanlış bilgimiz, aleyhimize bir delil olarak kullanılamaz. "Mânâ-yıharfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz." hükmünce, biz o yanlış bilgimizden dolayı kınanmayız. Çünkü, bedenden söz etmemiz mâna-yı harfi itibariyledir.
Ama, bir anatomi profesörü insan bedeni üzerinde konuşma yapıyorsa, onun bedenden söz etmesi mânâ-yı ismiyle olur. Yani bizzat bedeni anlatmak için kürsüye çıkmıştır. Vereceği bilgilerin, gerçekten hiçbir sapma göstermemesi gerekir. "İnsan bedeninin onda dokuzu sudur" dese hemen itiraza uğrar. Çünkü, " mânâ-yıismî, sadık, kâzib her hükme mahal olur."
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
ALLAH C.C. razı olsun. "mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilmi " ifadesi geçmektedir risalelerde. Demek ki, sizin yukarıda anlattığınız şeklilde geçmekteymiş.