"Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar."
Rüşvetsiz muhabbet; katıksız ve karşılık beklemeden yapılan muhabbettir. Yani birisini Allah ve ahiret için seven biri, bir beklenti içinde olmaz, bir menfaat ve karşılık beklemez. Bu muhabbet safi ve halis bir muhabbettir. Hatta sevdiği kişinin zararı ve kötülüğü dokunsa yine ona karşı sevgisi devam eder. Karşılık ve menfaate dayanan sevgide bu fedakârlık ve feragat olmaz. Sevgide azıcık bir zarar ya da menfaat kaybı olsa sevgi buhar gibi uçar gider. Yardımlaşma da aynı muhabbet gibidir. Yani kişi insanlara yardım ederken, sadece Allah’ın rızasını düşünür ve yardımını ona bina eder.
Hilesiz hizmet ve muaşeret; yani Allah’ın rızasını ve ahireti esas alarak memleketine hizmet eden bir adam, asla ve kat’a hile ve aldatmakla iş görmez. İnsanî münasebetleri çok iyidir. Hatta memlekete hizmet ederken bir karşılık ve menfaat gözetmez, hizmeti halis ve Allah içindir. İnsanlarla güzel geçinmesinde Allah’ın rızası esastır. “Ben insanlara iyi davranayım da bana iyi desinler ve ben de bundan maddî manevî bir menfaat elde edeyim” gibi bir düşüncesi asla yoktur.
İşte Allah ve ahiret inancı insanın kalbine girdi mi, her şey böyle halis ve safi olur.
Riyâsız ihsan ve fazilet; yani insanlara iyilik ve hizmette bulunduğu zaman, asla gösteriş yapmaz, şöhretten uzak durur. İhsan ve ikramı tamamen Allah’ın rızasını kazanmaya matuftur. Faziletinde yani Allah’a olan kulluğunda da asla bir gösteriş ve riya olmaz, her amelinde ve her fiilinde, tam bir ihlas ve samimiyet esastır.
Enaniyetsiz büyüklük ve meziyet; yani kendinde bulunan güzel meziyeti, gıpta edilecek vasıfları Allah’tan bilir, asla nefsine vermez, gurura girmez ve büyüklük taslamaz. Hatta meziyetinin çokluğu kadar mahviyet içine girer.
Hülasa; Allah’a ve ahirete iman esası, nasıl bir insanın kalbini ve âlemini nurlandırıyorsa, aile, şehir, ülke ve hatta dünyaya da girip hükmettiği zaman, oraları da nurlandırıyor ve aydınlatıyor.
* Ahirete inanmayan bir kişi güçlü olursa illa zulüm mü işler?
Allah’a iman etmeyen ve ahirete inanmayan birisi için, bütün hayat şu kısa dünya hayatıdır. Ve bu kısacık dünya hayatında ise, ihtiyaç ve arzularını karşılayabileceği yeterli bir zamanı ve sermayesi yoktur. Yani insanın ihtiyaç ve talepleri okyanus, dünya sermayesi ise bu ihtiyaçlar karşısında bir iki damla hükmündedir. Bir iki damla sermaye, okyanus olmuş taleplere kifayet etmeyeceği için, kavga ve çatışma kaçınılmazdır.
Ayrıca böyle bir insan, diğer insanların arzu ve ihtiyaçları ile de mücadele ve rekabet içindedir. Çünkü dünya hayatı çok kısa, servet ve makamlara da çok kimse göz diktiği için, üzerinde boğuşmak, çarpışmak ve kavga etmek kaçınılmazdır.
Bütün himmetini dünyaya sarfeden, sadece onun fani nimetlerine hasr-ı nazar eden insanlar arasında kavga, rekabet, çatışma, gürültü ve gasp kaçınılmazdır. İnsanlık tarihindeki savaş ve çatışmalar bunun delili ve vesikasıdır.
Emperyalist güçler ve Siyonistler; petrol için, sudan bahanelerle Irak’ı işgal ettiler, Mısır’da darbe yaptılar, Suriye’yi yangın yerine çevirdiler. Libya, Afganistan, Tunus, Fas ve Pakistan’da nifak tohumları ektiler. Aynısını Türkiye’de yapmanın gayreti içindeler.
Asayiş ve emniyet, ancak insanların durumlarına şükretmesi ve kanaatkâr olması ile mümkündür. Şükür ve kanaat ise, ancak ahiret inancı ile olacak bir durumdur. Kanaatkâr insanlar, dünya metaı için kimse ile kavga etmez, asayişi ihlal edecek hareketlerde bulunmazlar.
Allah ve ahiret inancı olmayan insanların kavgacı hatta anarşist olması kuvvetle muhtemeldir. Mazide nice ayaklanmalar, savaşlar olmuş, nice insanlar katledilmiştir. Bolşevik (komünizm) ihtilalleri bunun en büyük vesikasıdır.
Bazı kanunlar her ne kadar asayişi temin etmiş olsa da garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu’, riya, rüşvet, aldatmak gibi kötü ahlakı engelleyemezler. Bu gibi içtimaî ve manevî hastalıklar ve derin yaralar ancak kuvvetli bir iman ve ahiret inancı ile tedavi edilebilir...
"Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir."
"Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi (a.s.) tanımaz ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip, on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur."(1)
"Mürted", İslam dininden çıkmış kişiye denir. İslam dini; bütün dinlerden en üstün, en son, en mukaddes ve en mükemmel dindir. Dinlerin en üstününü ve en mükemmelini terk eden adam, artık başka dinleri ve kanunları tanımaz ve onların terbiyesine girmez. Böyle olunca mürted tam bir anarşist olur. Bu da içtimaî hayat için büyük bir tehlike arz eder. Kangren olan bir âza vücudun bütününe zarar vermemesi için nasıl kesilip atılır ise, böyle anarşist ve mürtedler de toplumun bünyesine zarar vermemesi için idam edilip temizlenirler.
Üstad'ın vermiş olduğu misaldeki gibi, süt ve yoğurt bozulsa yine yenilebilir, ama sütün en mükemmel kısmı olan yağ bozuldu mu, zehir olur ve yenilmez. İşte Müslüman da insanlığı ve ahlakı en kâmil olan İslam dininden öğrendiği ve onunla terbiye olduğu için, artık bu daireden çıktığı zaman ruhuna kemalat kazandıracak başka bir nokta kalmıyor, bu yüzden tam bir inkâr ve anarşiye kayıyor; böyle zararlı bir haşerenin de hakk-ı hayatı kalmasa gerek. İşte bu yüzden, bütün mezheplerde "Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur." diye hüküm verilmiş.
“Hem her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır...”(2)
İfadesi de Müslümanlara bakıyor, denilebilir.
Yemek, içmek, uyumak nasıl insanî bir ihtiyaç ise bir mürtedin ya da ateistin ailesine şefkatli olması, düşkünün elinden tutması, dürüst olması vesaire gibi hasletler de birer insanî meziyettir. Buna fıtrî nazarı ile de bakılabilir.
İmandan gelen şefkat ile fıtrî şefkat arasında büyük bir fark vardır. Fıtrî şefkat çok dar bir haslet iken, imandan gelen şefkat ise çok geniştir. Mesela, imanı sağlam birisi kendi çocuğu için bir başkasının çocuğuna zulmetmez. Avrupa’da menfaat esastır; bir baba, on sekiz yaşını dolduran evladını oturduğu evin kirasına ortak ediyor.
Kur’ân-ı Kerim, Müslümanların hem şahsî, hem ailevî, hem de içtimaî hayatına esaslar getirmiş, Allah Resulü (asm.) bunları ümmetine bütün tafsilatıyla anlatmış ve hayatıyla da bilfiil izhar etmiş, ders vermiştir. Bir Müslüman Allah’a nasıl inanacağından, namazını nasıl kılacağına, ahlâk yapısını nasıl şekillendireceğinden, ticaret hayatında hangi esaslara uyacağına kadar her şeyi Peygamber Efendimizden öğrenmiştir. Üstad Hazretleri buna çok güzel bir misal veriyor ve Peygamber Efendimizi (asm.) merkezî bir lambaya teşbih ederek, bir Müslümanın her hususta o merkezî lambadan ışık aldığını, her şeyiyle ona bağlı olduğunu nazara veriyor. Bundandır ki, bir Müslüman, Peygamber Efendimizden (asm.) alâkasını kesse, hem ruh âleminde, hem ahlâk dünyasında, hem de dünyevî işlerinde tam bir çöküntüye uğrar. Ve sonunda küfür karanlığına düşer.
Bir Hıristiyan için durum çok farklıdır. Onun gerek şahsî hayatı, gerek cemiyet hayatı Hz. İsa’nın (as.) İncil’den alıp tebliğ ettiği İlâhî prensiplerle değil, beşerî kanunlarla ve cemiyet hayatının kültürüyle tesbit edilmiştir. Bu kültürün bazı esasları, temelde yine dine dayanmakta ise de tatbikatta durum çok farklıdır. Bir yasaktan sakınan kişi, bunu Hz. İsa’ya değil, kanunlara uymasının bir neticesi olarak yapmaktadır. Bunun içindir ki bu şahsın Hz. İsa’ya (as.) bağlılığı tamamen kopsa da hayat tarzında büyük bir değişiklik olmaz.
İslâmiyet, hem ferdin şahsî hayatını hem de içtimaî hayatın nizamını tanzim konusunda emir ve yasaklar vaz’ettiği için, bir Müslümanın bu emirlere uyması sevap, uymaması günah ve isyan olmaktadır. Beşerî kanunların hâkim olduğu Hıristiyan âleminde böyle bir durum söz konusu değildir. Onlarda emirlere uymanın bir mükâfatı yoktur. Ancak, yasaklara uymamanın cezaları vardır. Yani, bir Hristiyan toplumunun düzeni, İlâhî emir ve yasaklarla değil, beşerî kanunlarla temin edilmektedir.
Bundan dolayı, bir Müslüman, Peygamber Efendimizin (asm.) yolundan dönse, “hayat-ı içtimaiyyede bir zehir” hükmüne geçer.
Peygamber Efendimiz (asm.) ise bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” (Tirmizi, Zühd 4; Nesei, Cenaiz 3.) Ölümü hatırlamak, kişiyi ebedî hayat için daha fazla sermaye tedarik etmeye götürür. Yine ölümü düşünmek, ahirette “zerre miskal hayrın da, şerrin de” hesaba gireceğini hatırlatmakla, kişiyi günahlardan, isyanlardan ve gayr-ı meşru zevklerden uzaklaştırır.
Ölümü düşünmek, insanı hayvandan ayıran çok ehemmiyetli bir hususiyettir. Cenâb-ı Hak, hayvanlara ölümü bildirmemiştir. Zira, onların makamları sabit olduğundan böyle bir bilgi onları daha fazla amel işlemek gibi bir yola sevk etmeyecek, aksine hayatlarını karartacak, üzüntülerini artıracaktır. Buna ise Allah’ın rahmeti ve hikmeti müsaade etmemiştir.
Ölümü düşünmeyip sefahet yolunu takip eden insanlar, âyette haber verildiği gibi hayvanlardan daha aşağıdırlar. Zira hayvan günahsızdır, isyansızdır. Aklı olmadığı için ölümü bilmemekte ve kendisine kaderin çizdiği bir hayat tarzını aynen sürdürmektedir. Aklı olduğu hâlde ahiretini düşünmeyen, kendilerini ikaz eden peygamberleri dinlemeyen, ilâhî haberleri ve tehditleri hiçe sayan insanlar elbette hayvandan daha aşağı bir derekeye düşerler. Bunun neticesi ise cehennemde ebediyen azap çekmektir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü