"Enbiya-i sâlifînin ahval ve kıssaları, o Zâtın sıdk-ı nübüvvetine birer burhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lâzımdır." Buradaki dört nükteyi izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Birinci nükte: İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taallûk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra dâvâsını o esaslara bina etmesi, o fende mâhir ve mütehassıs olduğuna delildir.

Bir insan bilmediği veya vakıf olmadığı bir şeyden kendi davasına delil ve ispat getiremez. Ancak o ilmi, en can alıcı noktasına varıncaya kadar vakıf olduktan sonra davasına delil ve ispat olarak getirebilir. Yoksa sathî ve kısıtlı bir malumatla insanlığın önüne çıkıp meydan okumak kabil değildir.

Bir insanın bir dalda mütehassıs olduğunu da o ilmin esaslarına nüfuz etmesinden ve o fennin özüne vakıf olmasından anlarız. Her ilmin esasına ve ruhuna işaret eden özlü ve köklü cümleleri vardır ki, buna da ancak mütehassısı vakıf olabilir.

Kur’an-ı Kerim’deki bu kabilden ayetler, Kur’an’ın bütün ilimlere vakıf ve hâkim olduğunu gösteriyor. Hâlbuki bir insan ne kadar zeki ve dahi de olsa ancak birkaç ilimde derinleşebilir. Bir insanın bütün ilimlerde mütehassıs olması kabil değildir. Öyle ise Kur’an, Hazret-i Muhammed (asm)’in değil, Allah’ın kelamıdır. Zira Kur’an bütün ilimlerin esasına ve ruhuna işaret eden beliğ ve veciz cümleleri sarf etmekle mu’cize olduğunu ilan ve ispat ediyor. Bu paragrafta bu ince manaya işaret ediliyor.

İkinci nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki, âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dâvâ hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, âlem-şümul bir dâvâda, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmî, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşir ve ilân etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o meselenin Allah'tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı?

Küçük bir cemaat huzurunda, küçük bir mesele veya basit bir mevzu üzerinde yalan söylemek çok zor ise, bütün insanlığın huzurunda, çok büyük bir mesele hakkında büyük bir yalana teşebbüs etmek daha zor, daha utanç verici bir durum olacağı için haysiyetli bir adam buna asla cesaret ve tenezzül etmez.

“Hem bilirsin, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada hicabsız, pervasız; küçük fakat hacaletâver bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez. Şimdi bak bu zata; pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük davada, pek büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüt, bilâ-hicab, telaşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvi bir surette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? (19. Söz)

İtikadı ne olursa olsun, vicdanı kokuşmamış, fıtratı bozulmamış normal bir insan yalan söylemeye cesaret edemez.

Meselâ; Ebu Cehil çok kibirli, en azılı bir düşman ve müşrik olmasına rağmen, Peygamber Efendimiz (asm)'in ahlak ve faziletini hiçbir zaman inkâr etmemiş ve vakalar konusunda yalan söylememiştir.

Meselâ, ayın ikiye bölünmesi mu’cizesini inkâr etmemiş, ama inanmak istemediği için de "sihir" demiştir. Yine kıymetli eşyalarını Peygamber Efendimiz (asm)'e emanet edecek kadar onun emin olduğunu fiilen tasdik etmiştir. "Ben bunlara şahitlik etmedim, görmedim" diye yalan söyleyebilirdi.

Üçüncü nükte: Malûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve melûf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevîlerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevîlerin ahvâlinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvâlini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.

Peygamber Efendimiz (asm), hem ümmi hem de kapalı bir toplum olan bedeviler arasında doğup yaşadı. Dolayısı ile tarihî malumata vakıf olması ve ona göre konuşması pek mümkün değildi. Ama mazhar olduğu Kur’an, sadece o zamanın ilmî ve tarihî hakikatlerini değil, ta ezelden ebede kadar her şeyi görüyor ve doğru bir şekilde haber veriyor. O zaman ya Hazret-i Muhammed (asm) çok akıllı ve çok bilgili olduğu için -hâşâ- ‘Kur’an’ı kendi uydurdu’ denilecektir ki, bu da mümkün değildir. Zira Allah Resulü (a.s.m) ümmi idi, okuma ve yazma bilmiyordu. Ya da ‘Kur’an Allah’ın kelamıdır’ denilecektir, üçüncü bir ihtimal yoktur.

Yani Hazret-i Muhammed (asm) gibi okuma yazma bilmeyen birisinin, iki bin yıl önce yaşanmış hâdiseleri en ince teferruatına kadar beliğ ve doğru bir şekilde haber vermesi, zekâ ve tecrübe ile izah edilemez. O zaman çaresiz onun peygamber olduğu, kendinden değil, vahiy ile konuştuğu tasdik edilecektir.

Dördüncü nükte: Ümmî bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beyne'l-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilâflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî olduğuna delâlet etmez mi?

Hz. Muhammed (a.s.m)'ın ümmî olduğu halde, eski dinlerden gelen yanlışları tashih etmesi, ittifaklı mevzuları da tasdik etmesi peygamberliğinin bir delili oluyor. Hiç okuma yazma bilmeyen birisinin birden meydana çıkıp âlimlerin ittifak ettiği hususları tasdik edip, ihtilaflı olduğu meseleleri yanlışsız bir şekilde tashih etmesi, ancak vahiy ile hareket ettiğini gösterir.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 4.155
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

nurcu56

Birinci Nükteyi "fen" yerine "dava şuuru" diyerek okursak nasıl anlamamız gerekir?

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Sorularla Risale

Birinci nüktede özetlediğimiz inceliği, dava şuuruna tatbik edersek; davasına hakim ve vakıf olan birisi davasına hizmet noktasında çok verimli ve etkili olabilir. Yoksa kendi davasını hazmetmemiş, özüne vakıf olamamış birisinin davasına verimli olabilmesi mümkün değildir. Öyle ise önce kendimizin davamızı hazmetmemiz ve vakıf olmamız gerektiği esası ortaya çıkıyor.

Davasına hakim olan birisi münazara ve tartışmaya da hakim olur diyebiliriz.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...