"İ’lem Eyyühel-Aziz! Gâfil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühel-Aziz! Gâfil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümidvar olur. Âhiret için lâzım olan a'mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: 'Matlublarımın dünyada semereleri olmasa da esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faideleri vardır.' diye müteselli oluyor. Meselâ: İlim gibi, 'Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır.' diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur. Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir."(1)
“Bitişik” kelimesi, hatıra şöyle bir mana getiriyor: İnsan seyahat ederken bir otelde kalır, sonra orayı beğenmedi mi bitişikteki bir diğer otele geçer. Dünyadan ahirete geçmek bu kadar basit değil. Arada kabir hayatı var, berzah âlemi var, ilk olarak orada hesaba çekilecek. Cennet lezzetlerinin ilk misalleri de cehennem azabının ilk numuneleri de orada tadılacak. Sonra mahşerin dehşetini yaşama, sonra uzun süre vakfede bekleme, daha sonra mizanda hesaba çekilme var.
Nefis bunları düşünmek istemiyor, çünkü düşünse ona göre hayatına yön vermesi, o ebedî hayat için de bir şeyler yapması gerekiyor.
“Tegafül” kendini gaflete vermek, bile bile gafilce davranmak demektir. Hani bir cehalet var, bir de tecahül var. Cehalet bir şey hakkında bilgisi olmamaktır. Tecahül ise o şeyi bildiği halde kendini bilmezliğe vermek, bilmiyor gibi davranmaktır. İşte, bugünkü aşırı eğlenceler, sefahetler, içkiler, uyuşturucular, hep tegafülden, kendini aldatma isteğinden doğan marazlardır.
Üstadımız, bu gibi şeylerle akılların tenvim edildiğini, uyutulduğunu nazara verir. Ağlayan çocuğun önce oyuncaklarla avutup sonra uyutulması gibi, neci olduğunu, bu dünyaya niçin geldiğini ve ölümle nereye gittiğini düşünmek isteyen akılları susturmanın ve uyutmanın yolu da sefahettir, kumardır, içkidir, uyuşturucudur.
"Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder."
Bu ifadeler, o gibi kimselerin ruh haletlerinin bir tahlilidir. Bütün mü’minler, ölenlerin yok olmadıklarına, bize görünmeseler bile berzah âleminde hayatlarını devam ettirdiklerine inanırlar. Kendilerinin de o yolun yolcusu olduklarını unutmayarak, salih ameller işlemeye ve günahlardan sakınmaya âzamî hassasiyet gösterirler.
Hepimiz biliyoruz ki, vefat edenlerin ruhları bedenlerinden soyunuyor. Beden çürümeye ve dağılmaya terk edilirken, ruh hayatiyetini devam ettiriyor. Cenab-ı Hak, ruha hayat sıfatı vermiş ve artık geri almıyor. Ruh böylece bakileşmiş oluyor. Ruhun bekası ibka ile yani Allah’ın bakileştirmesi ile, ondaki hayatı ebediyen devam ettirmesi ile gerçekleşiyor.
Üstad Hazretleri, “Beden ruhun hanesidir” buyuruyor. Ölüm hâdisesi ile ruh bu haneden ayrılarak, bir süre kabir âleminde elem veya saadet görecek, daha sonra “neş’e-i uhra” denilen yeniden yaratılışla, ahirete münasib yeni bir beden giyecektir.
Nefsin ölüme bakışı bundan farklı. O, ölümü düşünmek istemiyor, ölenlerin şimdi dünyada olmadıklarını hatırlamaya yanaşmıyor.
Onların bir sefere çıktıklarını ve sanki bir başka şehirde hayatlarını devam ettirdiklerini zanneder gibi bir gaflet ile kendi sefih ve gayr-i meşru yaşayışını sürdürmeye devam ediyor.
“Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor” cümlesi onların bu tegafülünün, yani bilerek ölümden gaflet etmelerinin bir sonucu. Ölüme ehemmiyet vermeyince de hayatını sorumsuzca geçirebiliyor. Hâlbuki ölüm en büyük hâdise. İnsan öldü mü hiçbir şeyle alakası kalmıyor. Kâinattan kopuyor böylece.
Bir diş damakta iken ağızla, beyinle, sinir sistemiyle, kısacası, bütün bedenle alâkası vardır. Ama o dişi çekip masanın üstüne koyduğunuzda, artık onun için beden diye bir şey yoktur. Tek başına bir kemiktir.
Azrail aleyhisselam da ruhumuzu bedenimizden çıkaracak. Ve artık kâinatla hiçbir şeyle alakamız kalmayacak. Bu büyük bir hâdise. Onun için son nefeste iman ile göçmek en büyük meselemiz olmalı. Ama elhamdülillah Peygamberimiz (asm) müjde vermiş, “ehl-i iman için ölüm, cennet bahçelerinden bir bahçe”.(2)
O halde, mü’minler için kabir âlemi buradan daha güzel. Ruh, o âlemde saadet içinde yaşıyor ve mahşeri gözlüyor. Onun için cenazeyi geciktirmek doğru bulunmamış; o âleme kavuşsması için bir an evvel defnedilmesi tavsiye edilmiş.
Üstad Hazretleri ölüm hakkında, “ruhumun eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir” diyor.
Üstadımız nefsin kendini aldatma usullerini sergilemeye şöyle devam ediyor:
“Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: 'Matlublarımın dünyada semereleri olmasa da esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faideleri vardır.' diye müteselli oluyor. Meselâ: İlim gibi, ‘Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır.’ diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.”
Nefis, kendini böylece teselli ediyor.
Nur Risalelerinden konumuza ışık tutacak bir cümle:
“Demek imân bir mânevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”(3)
Demek ki, cennet imanın meyvesi. Oraya girmenin ilk şartı iman. Salih ameller mü’minin derecesini artırıyor. Bir insan bu dünyadan öte âleme imanla göçmemişse, bu dünyada işlediği faydalı işler, ilmî çalışmalar, insanların dünya hayatını daha rahat geçirmeleri için yaptığı keşifler onun cennete girmesi için kâfi değildir. Zira, temel şart ortada yoktur. Bu şart olduktan, yani kişi imanla göçtükten sonra, insanlık âlemine yaptığı her hizmet bir sadaka hükmüne geçer ve onun cennetini genişlendirir, derecesini artırır.
Cehenneme girmenin de temel sebebi küfürdür, yani o azap beldesi küfrün bir meyvesidir. Dünyada işlenen güzel ameller sadece, azabın daha az tadılmasını netice verebilir. Zalim ve kibirli bir kâfirle, mazlum ve mütevazi bir kâfirin cehennemdeki azapları aynı olmasa gerektir. Üstad Hazretleri bu “İ’lem”i şu cümle ile bir bakıma özetliyor:
"Hülâsa: “Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir."
Bu cümle üzerinde de kısaca duralım: Metnin başında geçen şu ifadeler, nefsin niçin devekuşuna benzetildiğini açıkça gösterir: “Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümidvar olur. Âhiret için lâzım olan a'mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır.”
Şeytanın; asılsız, saçma, akıl dışı vesveselerle insanı aldatması Sofestailiğe benzetilmiş oluyor. Allah’a isyan edip, Hz. Âdem’e (as) secde etmemesi gösteriyor ki, şeytan, Allah’ı biliyor. O’na karşı kullandığı küstahça sözleri de unutmuş değil. Ahireti de biliyor ve insanları cehenneme sevk etmek için bütün gücüyle çalışıyor. Böyle yapmakla sonunda cehenneme gideceğinin de gayet iyi farkında. Bütün bunlara rağmen yine de insanları yoldan çıkarmaya çalışıyor. Sofestailerin göz göre göre kâinatı inkâr etmeleri de bunun gibi bir şey.
Heva ise, insanın boş şeylerle ömür çürütüp nefsini eğlencelerle avutup oyalanmasını, kalp ve vicdanını böylece susturmasını netice veriyor.
Nefsin devekuşu olması; ibadet vazifelerinden kaçması manasındadır.
Deve kuşuna; “Madem kanatların var, öyle ise sen de uç!” demişler. Kanatlarını kısmış; “Ben deveyim” demiş.
“Mademki deveyim yiyorsun o zaman yük taşı demişler.” Bu kez de kanatlarını açmış ve “Ben kuşum” demiş. Sonunda, avcıların tuzağına düşmüş ve onların oklarına hedef olmuş.
İnsanların ekserisi deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokuyor. Ecel okuna her an hedef olacağını bile bile günahlara dalıyor, ibadetlerini yapmıyor, ölümü unutuyor ya da unutmaya çalışıyor. Böyle yapmakla ölüm ölmüyor, kabir kapısı kapanmıyor, ecel değişmiyor.
Heva, “nefse hoş gelen zevklere düşkünlük, boş şeylere istek duyma” şeklinde tarif ediliyor. Bektaşilerin yaptıkları demegojiler de boş ve neticesiz şey olması yönüyle hevadan başka bir şey değildir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Tirmizî, Kıyamet, 26; el-Akidetu’t-Tahaviye,1/169; Ahmed b. Hanbel, el-Akide, s.64-76.
(3) bk. Sözler, İkinci Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar