"Ey insan sen kendini, kendine malik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin." İnsanı bu düşünceye iten şey nedir? İnsan kendini kendine niye malik sayar ki?
Değerli Kardeşimiz;
İnsanı bu duygu ve düşünceye sevk eden sebep, ondaki ene duygusudur. Ve insan sahiplenmeye önce merkezden, yani bedeninden başlar; sonra çevreye yönelir, hatta hızını alamayıp ilahlık davasına kadar işi götürür, Firavun ve Nemrut gibi.
İnsana cüz’î irade verildiğinden, bu büyük nimeti yanlış kullananlar, yaptıkları işleri kendilerine mal ederler. Bununla da kalmayıp, ilahi hükümlerin zıddı bir yola girerler. Allah’a şirk koşar, yanlış itikadlar taşır, isyan yolunu tutarlar.
Bir asker, asker olduğunu unutmadığı müddetçe emir dinler ve emir altında hareket eder. Ama bu asker kendini padişah zannetse artık hiçbir emri dinlemez, kendi başına buyruk olur, kendisi başkalarına emretme yoluna girer.
İşte, bütün isyanların altında bu büyük gaflet ve bu yanlış mantık yatmaktadır. Kul olduğunu, dün bir damla su iken Allah’ın terbiyesiyle insan hâline geldiğini, onun rahmetiyle “gören, işiten, düşünen, anlayan, inanan” bir varlık olduğunu, “havadan, sudan, mevsimlere, Güneş’e, Ay’a kadar bütün bir âlemin onun emrine verildiğini, bunları kendi ilmi, iradesi ve kuvvetiyle yapmasının mümkün olmadığını” düşünen insan, kendisini ve bütün bu varlıkları yaratan Allah’a kul olur, onun emirlerine uyar, yasaklarından hassasiyetle kaçınır. Aksi hâlde, âlemlerin Rabbine isyan ve hükümlerine karşı çıkma gibi aklın da vicdanın da kabul edemeyeceği sapık bir yola girer.
"Halbuki Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur."
"Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünkü insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Mesela: Bir adam Cenâb-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: 'Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da onun kudretindedir.' diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder." (Mesnevi-i Nuriye, Katre)
Bu dünya imtihanının bir icabı olarak insana cüz’î irade verilmiş ve kendisine bu hür iradesini -hayır olsun şer olsun- her sahada kullanma imkânı tanınmıştır. Benlik ve hürriyet mefhumlarının temelinde bu cüz’î irade yatar. Bunun bir neticesi olarak da insan, yaptığı işlere sahip çıkmakta, “Ben yaptım, ben çalıştım, ben başardım.” diyebilmektedir. Yine insan bu yaratılışının bir başka netice olarak da “benim gözüm, benim elim, benim aklım, benim hafızam, benim ailem, benim evim” diyerek, kendi azalarına ve duygularına sahip çıkmaktadır.
Hâlbuki insan hakiki manada hiçbir şeye sahip değildir. "Benim evim, benim ailem, benim evladım, benim arabam, benim bedenim,.." derken, bunların hepsi vehmîdir, hakiki değildirler. Ene dediğimiz şey hakikatte olmayan, farazî ve vehmî bir sahiplenme duygusudur. Hâlbuki hakikat noktasından ne aile ne ev ne vücut ve ne de azalar insanın değildir; hepsinin maliki Allah’tır.
Âlemin sırrı ve Allah’ın gizli hazineleri, Allah’ın mutlak olan isim ve sıfatlarından ibarettir. Bu sırların ve mutlak sıfatların idrak edilip anlaşılması da ene denilen vehmî ve farazî sahiplenme duygusuna bağlanmıştır. Âlemin ve gizli hazineler olan Allah’ın isim ve sıfatlarının anlaşılması ile mümkündür.
Üstad Hazretleri insandaki bu benlik ve hürriyetin doğru kullanılmasıyla Allah’ın sıfatlarının fehmedileceğini, aksi halde insanın kendine ihsan edilen bütün iyilikleri nefsine mal etmekle kulluğunu unutup hâkimiyet davası güdeceğini ve firavunlaşacağını ifade eder.
Benlik, yani enenin yanlış kullanımı gaflet suyu ile büyüyüp gelişmektedir. İnsanın kendini kendine malik tevehhüm etmesi bir gaflettir.
Benlik ve hürriyet, “Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır.” Yani, insan kendi sıfatlarını bilecek, onlara bir yönüyle sahip çıkacak, benim ilmim, benim kuvvetim,.., diyecektir ki, bunları mukayese unsuru olarak kullansın da Allah’ın ilmini, kudretini bilebilsin.
İrade sıfatından mahrum bir cansız varlığın, Allah’ın iradesini bilmesi mümkün olmadığı gibi, ilim ve hikmetten nasibi olmayan bir hayvan da Allah’ın ilmini ve hikmetini bilemez.
İnsan ruhuna, “hayat, ilim, irade” gibi sıfatlar, “şefkat, rahmet, gazap” gibi şuûnat verilmiş ve insan bunları, vahid-i kıyasî olarak değerlendirdiğinde Allah’ın iradesini, ilmini, hikmetini, bütün sıfatlarını ve şuûnatını bilme imkânına kavuşmuştur.
İnsana ilim, irade, hayat gibi sıfatlar; merhamet, gazap, muhabbet gibi şuûnat verilmeseydi Allah’ın ne sıfatlarını bilebilirdi ne de şuûnatını. İman, marifet ve ibadet için yaratılan insanın ruhuna, Allah’ı tanıması için gerekli bütün duygular, sıfatlar, latifeler, şuûnat, aza ve cihazat nakşedilmiştir. Artık insan, meselâ, “İlâhî rahmet” denilince, hayrette kalmaz; çünkü ruhuna merhamet sıfatı konulmuştur. Onu vahid-i kıyasî olarak kullanıp Allah’ın rahmetini bilebilir. Diğer sıfatlar ve şuûnat da buna kıyas edilebilir. Bunların tümü nazara alındığında insanın marifet için yaratılmış olduğu daha iyi anlaşılır.
Benim kudretim şu kadar iş yapmaya yetiyor, Allah’ın sonsuz kudreti ise sayısız işleri birlikte ve gayet kolay idare ediyor.
Şu tarla benim mülküm, bütün sema ve arz âlemleri ise Allah’ın mülkü.
Ben bir anda ancak bir işi irade edebiliyorum; Allah ise hadsiz işleri birlikte irade ediyor.
Ben sözümü tutan raiyetimi mükâfatlandırıyor, emrime karşı gelenleri ise cezalandırıyorum. Allah da emrini tutanları cennetine koyacak, kendisine isyan edenleri ise cehenneme atacaktır.
Ben faydasız bir iş yapmamaya, yaptığım her şeyden bir fayda hasıl olmasına dikkat ediyorum. Allah’ın bütün tasarrufları da hikmet üzere cereyan ediyor; hiçbir işinde abesiyet görünmüyor.
Bizim ruhumuz mevcut bir varlık olduğu gibi, ona takılan kudret sıfatı da yine mevcuttur, vehim değildir. Ama o kudretin bizim kendi malımız olduğu vehimdir. Bir kişi kendisine emanet verilen şey hakkında “benim” dediği zaman, o şeyin kendi malı olmadığını da yakinen bilir. Biz de hem bedenimizi ve organlarımızı, hem de ruhumuzu ve ona takılı sıfatlarımızı, duygularımızı Allah’ın yarattığını, hiçbirinin hakiki maliki olmadığımızı çok iyi biliriz. Bu bilgi ve bu iman ile mevhum hattı bozar, "Lehü’l-mülkü / mülk umumen onundur." diyerek hepsini hakiki sahibine teslim ederiz.
Benlik ve hürriyet, gayelerine uygun kullanıldığında insanın “ulûhiyet sıfatlarını fehmetme”sine hizmet ederken, nefsin emrine girdiklerinde insanı hayvandan çok aşağı derecelere indirirler. Onun için hürriyetin doğru anlaşılması ve doğru uygulanması çok mühimdir.
Cenâb-ı Hak, Hakîm ve Halîm isimleri muktezası insana öyle bir hürriyet tanımış ki kendi yarattığı kulunu kendisine iman edip etmemekte, itaat yahut isyan etmekte serbest bırakmış. Küllî iradesiyle cenneti de cehennemi de yaratmış, kullarına bunlardan dilediğini tercih edebilme hürriyeti vermiş.
Bütün bu serbestlikler, dünya imtihanının son bulmasına kadar böyle devam eder. Ölümle artık cüz’î iradenin işi tamamlanmış olur. Ne kabir âleminde ne de mahşerde o iradenin yeni bir tercih yapmasına imkân verilmez. Artık Allah’ın küllî iradesiyle bütün kulların kabirde ilk sorguları yapılacak, mizanda amelleri tartılacak ve sevapları günahlarına galip gelenler, cennette ruhlarındaki irade sıfatını, nefsin desiselerinden ve şeytanın vesveselerinden azade olarak, melekler gibi sadece hayra yönlendirecekler ve bu sıfattan o sonsuzluk âleminde ebediyen istifade edeceklerdir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü