"Küfür ise, hakaik-ı imaniyeyi inkâr ve nefy olduğundan ademdir. Enâniyetin vücudu ise, haksız temellük ve aynadarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
“Küfür ise, hakaik-ı imaniyeyi inkâr ve nefy olduğundan ademdir”
Küfür, olan bir şeyi yok saymaktan ibaret olduğu ve hakikati olmadığı için, varlık sınıfından sayılmazlar.
Mesela meleklerin varlığına ve vücutlarına binlerce delil ve işaretler bulunduğu halde, kâfirin melekleri inkâr etmesi, hakikati olmayan bir şeydir.
İnsan küfür ve dalâlet yoluna girmekle kendisine hizmet eden bütün bir kâinatı tahkir eder; kıymetsiz ve mânâsız görür.
Ayrıca, bütün mahlûkatın hakikatleri esmâ-i İlâhîyeye istinad ettiğinden, mahlûkata yapılan bu tahkir esmâ-i İlâhîyeyi de tezyif mânâsı taşır. Yani o mükemmel tecellileri ehemmiyetsiz görür, dikkate almaz, düşünmeye değer bulmaz. Bu ise, o esmâya karşı büyük bir cinayettir.
Kâfir, mahlûkatı da “terzil” etmiş olur. Yani, Allah’ı tesbih eden o varlıkları kendi isyanına ortak eder, küfür ve isyan yoluna onların yardımlarıyla girer. Bu ise o varlıklara büyük bir hakarettir.
Vücud, binlerce sebebin bir araya gelmesi, intizam içinde çalışması neticesinde meydana gelir. Bu da ancak ilmi sonsuz, iradesi mutlak ve kudreti nihayetsiz olan bir zatın tedbir ve idaresi ile mümkündür.
Mesela bir sineğin, bir mevsim hayatta kalması için bütün kâinat çarklarının bir saat gibi çalışması gerekiyor. Güneşin doğması, bitkilerin yeşermesi, suyun teşekkülü vs, bütün unsurların hazır olması ile ancak hayatı devam edebilir. Bütün bunların meydana gelebilmesi de ancak nihayetsiz ilim, irade ve kudret ile mümkündür.
İnsandaki benlik ve sahiplenme duygusu vehmî bir haldir. İnsanın bir şeye hakikî mânada sahip olması, o şeyin bütün hal ve keyfiyetlerini bilip onları tedbir ve idare etmesinden geçer.
Hâlbuki bu benlik ve sahiplenme duygusu insana; Allah’ın mutlak sıfatlarına farazî bir kıyaslama yapabilmesi ve o sıfatları idrak edebilmek için verilmiş hayalî ve farazî bir hattır.
Benlik ve hürriyet, “Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyasîdir.” Yani, insan kendi sıfatlarını bilecek, onlara bir yönüyle sahip çıkacak, benim ilmim, benim kuvvetim,.., diyecektir ki, bunları mukayese unsuru olarak kullansın da Allah’ın ilmini, kudretini bilebilsin.
İrade sıfatından mahrum bir cansız varlığın, Allah’ın iradesini bilmesi mümkün olmadığı gibi, ilim ve hikmetten nasibi olmayan bir hayvan da Allah’ın ilmini ve hikmetini bilemez.
İnsan ruhuna, “hayat, ilim, irade” gibi sıfatlar, “hikmet, rahmet, gazap” gibi şuûnat verilmiş ve insan bunları, vahid-i kıyasî olarak değerlendirdiğinde Allah’ın iradesini, ilmini, hikmetini, bütün sıfatlarını ve şuûnatını bilme imkânına kavuşmuştur.
İnsan da, vücudunu kendisi yapmadığına, yolda da bulmadığına göre geriye tek yol kalıyor: Emanet. Bu vücud Allah’ın eseridir, bizde emanet olarak bulunmaktadır. Meselâ, gözümüzü düşünelim. Bu göz ne bizim eserimizdir, ne de anne ve babamızın. Bu hilkat mu’cizesini yaratmak Allah’a mahsustur. Ancak, bir ömür boyu onun kullanılması bize bırakılmıştır.
Bütün canlıların gözleri de bizimki gibi emanettir. Şu farkla ki, onlar imtihana tâbi olmadıkları için bizim gibi cüz’î iradeleri yoktur ve bu gözleri ancak Allah’ın emrettiği sahalarda kullanabilirler. İnsana ise, dünya imtihanının bir icabı olarak, bu emaneti yerinde kullanıp kullanmama selahiyeti de verilmiştir.
Gözün görmesi konusunda insanın hissesi çok azdır. Gözün çalışması için lüzumlu bütün şartları Allah hazırlamıştır. Ruha görme sıfatını O taktığı gibi, gözlere görme vasfını da O yerleştirmiş, beyin-göz münasebetini O kurduğu gibi, görmek için gerekli ışığı da yine O yaratmıştır.
Gözde olduğu gibi, kalb, mide, karaciğer, akciğer, böbrek, pankreas, safra kesesi gibi bütün iç organlarda da çok garip ve hayret verici san’atlar sergilenmekte ve bunların tümünün birlikte çalışmaları ve yardımlaşmaları neticesi insan hayatı devam etmektedir. Bu varlıkları yaratan ve bedenimizde çalıştıran bir “Sâni’-i Hakîm” vardır. Hem bu hane, hem de onun içindeki mu’cize eserler O’nun “dest-i kudretinden” çıkmışlardır.
Bu dünya imtihanının bir muktezası olarak insana cüz’î irade verilmiş ve kendisine bu hür iradesini - hayır olsun şer olsun - her sahada kullanma imkânı tanınmıştır. Benlik ve hürriyet mefhumlarının temelinde bu cüz’î irade yatar. Bunun bir neticesi olarak da insan, yaptığı işlere sahip çıkmakta, “ Ben yaptım, ben çalıştım, ben başardım.” diyebilmektedir. Yine insan bu yaratılışının bir başka neticesi olarak da, “benim gözüm, benim elim, benim aklım, benim hafızam” diyerek kendi organlarına ve duygularına sahip çıkmaktadır.
Üstad Hazretleri insandaki bu benlik ve hürriyetin doğru kullanılmasıyla Allah’ın sıfatlarının fehmedileceğini, aksi halde insanın kendine ihsan edilen bütün iyilikleri nefsine mal etmekle kulluğunu unutup hâkimiyet davası güdeceğini, haksız temellükte bulunacağını ve firavunlaşacağını ifade eder.
Benlik, yani enenin yanlış kullanımı gaflet suyu ile büyüyüp gelişmektedir. İnsanın kendini kendine malik tevehhüm etmesi bir gaflettir, haksız ve yersiz bir temellük (sahiplenme) davasıdır.
İnsana benlik duygusu, Allah’ın, mutlak ve sonsuz isim ve sıfatlarını kıyas ile bir derece anlamak için verilmiştir.
Çok zengin ve muktedir bir zat, emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin birtakım lezzetlerini, kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Fabrikanın kendi namına, kendi prensiplerine göre idare edilmesini, süre dolunca da fabrikanın eksiksiz olarak geri verilmesini şart koşar..
İki işçiden biri, fabrikanın idaresini alır ve aynen o zâtın şartlarına göre hareket eder. “Ben şu küçük tesisi idare ediyorum, o zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, o binlercesi ile alakadardır” der. Ona karşı sevgisi, saygısı artar, fabrikanın kendisine emanet edildiğini asla unutmaz. Bu güzel davranışı ile fabrika sahibinin teveccühünü kazanır ve büyük bir servetle mükâfatlandırılır.
Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini, vazifesini ve emanetçi olduğunu unutur. Hemen fabrikanın tabelasını indirir, kendi ismini asar. Fabrikayı kendi hevesine göre idare eder, o zatın şartlarına uymaz. Demirbaş malzemeleri satar, haddini aşarak temellük davasına sapar. Fabrikanın sahibi de onu cezalandırır.
Aynen öyle de insanın vücudu da bir fabrika gibidir. O iki işçi ise, biri mü’min ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, Firavun-meşreb kâfirleri temsil eder.
O Zât’ın tenbihleri ise İslam ve şeriattır. Otuzuncu Söz bu meseleyi tam halletmiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Çirkin olan küfrün, sermedi güzellikteki ilm-i ilahinin içinde bulunması durumunu nasıl anlayacağız?
Küfrün ademî olması; esasının ve hakikatinin olmaması mânasındadır. Yani küfür; iman ve hidayet gibi, varlığı ve esası olan bir şey değildir. Küfrün bu mahiyeti ile Allah’ın ezelî ilminde olması, -hâşâ- O’nun sonsuz güzelliğine bir leke ya da çirkinlik vermez. Zira küfür içi boş bir kabuk ve görüntüden ibarettir. Nasıl zihnimizden geçen çirkin bir şey kalbimizin güzelliğine mâni değilse, Allah’ın ilmindeki çirkin malumatlar da O’nun sermedî güzelliğine mâni değildir.
Küfrün bilinmesi çirkinlik değil, irtikâb edilmesi çirkinliktir. Tıpkı şerrin yaratılmasının şer değil, irade edilmesinin şer olması gibi. Allah’ın ilminde böyle şeylerin malum kabilinden olması O’nun sonsuz güzelliğine nakîse vermesi bir yana, tam aksine, O’nun ilminden hiçbir şeyin gizlenemediğine, nihayetsiz izzet ve azametine işaret eder.
Mesnevi-i Nuriye’de geçen şu “sual ve cevab” konumuzu daha iyi aydınlatır kanaatindeyiz:
Küçüklük ve büyüklük nisbîdirler. Bize göre böcekler küçüktür, biz de file göre, zürafaya göre küçüğüz. Diğer taraftan, bizim büyük dediğimiz şeyler de küçük şeylerden yapılırlar. Büyük kubbelerin küçük taşlardan örülmesi gibi, bütün canlıların bedenleri de o küçücük hücrelerden dokunurlar.
Cenâb-ı Hak küçük şeylerle alâkadar olmasaydı biz yaratılamazdık. Bizim hayat suyumuz olan kanımızdaki alyuvarlar ve akyuvarlar, en küçük hayvanlardan çok daha küçüktürler. Cenâb-ı Hak küçük böceklerle iştigal etmese, bizim kanımızdaki bu canlılarla da iştigal etmezdi.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab.