Üstad’ın tahte’l-arz yaptığı hayalî bir seyahatte gördüğü “Birinci Hakikat”i tafsilatlı olarak izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Birinci Hakikat:"
"Arkadaş! Mâlik-i Hakikî'den gaflet, nefsin firavunluğuna sebeb olur."
"Evet taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur."(1)
Üstad Hazretleri, “Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir.” buyurur. Bu ifadeleri “İnsan kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi.” tarifiyle birlikte düşündüğümüzde hayalimizde şöyle bir hakikat canlanır: Bir meyve diyor ki, “Ben kendime malik değilim, ağacım kimin mülkü ise ve beni ondan kim süzmüş ve yaratmışsa ben onun mülküyüm.”
İnsan da kâinat ağacının meyvesidir. Kâinata sahip olmayan insana sahip çıkamaz. Bu dersi nefsimize iyice öğretmeli ve ona “Malikim kâinatın mâlikidir” dedirtmeliyiz. Bu hakikatten gaflet edilmesi halinde, nefis kendini kendine malik zannedecek ve kendinde görülen kemalâtı, yaptığı faydalı işleri, ortaya koyduğu san’at eserlerini, kazandığı serveti, edindiği bilgiyi hep kendi nefsine mal etmekle mütemadiyen “ben, ben” deyip duracaktır. Ve Mâlik-i Hakiki'den ettiği bu gaflet onu zamanla firavunlaştıracaktır.
“Taht-ı tasarrufunda bulunan” ifadesi, bedenimizdeki bütün organlardan, malımıza ve mülkümüze kadar her şeyi içine alır. Biz bunlar üzerinde tasarrufta bulunur, yani onları kullanır, kendi irademizle harcarız. Ancak biz ne bedenimizin, ne de malımızın hakiki malikiyiz. Bütün bunlar bir ömür boyu bize emanet olarak verilmişlerdir ve onları yerinde kullanıp kullanmamaktan imtihan edilmekteyiz.
Zerre kadar hayır da şer de kaydedilmektedir. Bunların tamamı mahşerde teşhir edilecekler ve mizanda hepsinin hesabı sorulacaktır.
İşte bundan gaflet eden bir insan, “kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur." Bu vehmin neticesi ise, insanın kendi varlığını ve ona emanet verilen bütün nimetleri nefsinin dilediği gibi kullanması ve mes’uliyet altına girmesidir.
Meselâ, “Ağız benim mülkümdür.” vehmine kapılan bir insan, canının her istediğini yer ve nefsinin dilediği her şeyi konuşur. Bu nimetin emanet olduğunu bilen bir mü’min ise yiyip içerken de konuşurken de İslamî ölçülere uymaya azamî hassasiyet gösterir.
Yine Üstad Hazretlerinden bir nakil yapalım:
"Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de 'Kendime mâlikim.' diyen adam, 'Her şey kendine mâliktir.' demeye ve îtikad etmeye mecburdur."(2)
Bir insanın, “Ben kendime malikim” demesi de buna benzer. Allah’ın mülkünü kendine mal etme yoluna giren bu adam, o ters yolda rahatça gidebilmek için herkesi o yanlış yola çekmek isteyecektir. O zaman bütün insanlara da hakiki malikiyet tanıyacaktır. Artık onun nazarında herkes “Ben kendi ilmimle kazandım.” diyen Karun gibi “Ben yaptım, ben başardım.” diyecektir. İş bu kadarla da kalmayacak, aynı ters mantığı sebepler âlemine de mal edecek, “Güneş gezegenlerini şöyle çeviriyor, hava kanı böyle temizliyor” diyecektir.
Halbuki bunların hepsi Allah’ın mülkü, O’nun mahluku ve O’nun askerleridirler. Hepsinin hem kendilerini hem de yaptıkları işleri yaratan O’dur.
"Ve bu vesile ile Allah'ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlâhîyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar."(3)
“Ahkâm-ı İlâhîyeye karşı muaraza ve mübareze” ifadesi insana bakmaktadır. Zira ne cansız varlıkların, ne de bitkilerin ve hayvanların İlâhî hükümlere karşı gelmeleri düşünülemez. İnsana cüz’î irade verildiğinden bu büyük nimeti yanlış kullananlar yaptıkları işleri kendilerine mal ederler. Bununla da kalmayıp, İlâhî hükümlerin zıddı bir yola girerler. Allah’a şirk koşar, yanlış itikatlar taşır, isyan yolunu tutarlar.
Bir asker, asker olduğunu unutmadığı müddetçe emir dinler ve emir altında hareket eder. Ama bu asker kendini kumandan zannetse artık hiçbir emri dinlemez, kendi başına buyruk olur, kendisi başkalarına emretme yoluna girer.
İşte, bütün isyanların altında bu büyük gaflet ve bu yanlış mantık yatmaktadır. Kul olduğunu, dün bir damla su iken Allah’ın terbiyesiyle insan haline geldiğini, O’nun rahmetiyle “gören, işiten, düşünen, anlayan, inanan” bir varlık olduğunu, “havadan, sudan, mevsimlere, güneşe, aya kadar bütün bir âlemin onun emrine verildiğini, bunları kendi ilmi, iradesi ve kuvvetiyle yapmasının mümkün olmadığını” düşünen insan, kendisini ve bütün bu varlıkları yaratan Allah’a kul olur, O’nun emirlerine uyar, yasaklarından hassasiyetle kaçınır. Aksi halde, âlemlerin Rabbine isyan ve hükümlerine karşı çıkma gibi aklın da vicdanın da kabul edemeyeceği batıl bir yola girer.
“Halbuki Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû'-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur."
"Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık'ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır."
"Çünki insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Meselâ: Bir adam Cenâb-ı Hakk'ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: 'Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir.' diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.”(4)
Dersin bu bölümü, Otuzuncu Söz olan Ene bahsinin çekirdeği hükmündedir. Bu dünya imtihanının bir muktezası olarak insana cüz’î irade verilmiş ve kendisine bu hür iradesini - hayır olsun şer olsun - her sahada kullanma imkânı tanınmıştır. Benlik ve hürriyet mefhumlarının temelinde bu cüz’î irade yatar. Bunun bir neticesi olarak da insan, yaptığı işlere sahip çıkmakta, “Ben yaptım, ben çalıştım, ben başardım” diyebilmektedir. Yine insan bu yaratılışının bir başka neticesi olarak da, “benim gözüm, benim elim, benim aklım, benim hafızam” diyerek kendi âzalarına ve duygularına sahip çıkmaktadır.
Üstad Hazretleri insandaki bu benlik ve hürriyetin doğru kullanılmasıyla Allah’ın sıfatlarının fehmedileceğini, aksi halde insanın kendine ihsan edilen bütün iyilikleri nefsine mal etmekle kulluğunu unutup hâkimiyet davası güdeceğini ve firavunlaşacağını ifade ediyor.
Benlik ve hürriyet, “Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır.” Yani, insan kendi sıfatlarını bilecek, onlara bir yönüyle sahip çıkacak, benim ilmim, benim kuvvetim vs.., diyecektir ki, bunları mukayese unsuru olarak kullansın da Allah’ın sonsuz ilmini ve kudretini bilebilsin. İrade sıfatından mahrum bir cansız varlığın, Allah’ın iradesini bilmesi mümkün olmadığı gibi, ilim ve hikmetten nasibi olmayan bir hayvan da Allah’ın ilmini ve hikmetini bilemez.
İnsan ruhuna, “hayat, ilim, irade” gibi sıfatlar, “hikmet, rahmet, gazap” gibi şuûnat verilmiş ve insan bunları, vahid-i kıyasî olarak değerlendirdiğinde Allah’ın iradesini, ilmini, hikmetini, bütün sıfatlarını ve şuûnatını bilme imkânına kavuşmuştur.
Anadan doğma kör bir insana soruyorlar: “Sen görme denilince ne anlıyorsun? Zihninde nasıl bir şey canlanıyor?”
Adam şu enteresan cevabı veriyor: “Siz diyorsunuz ki falan adam geliyor. Ben hayret ediyorum ki nereden biliyorlar?”
İşte bize de ilim, irade, hayat gibi sıfatlar; merhamet, gazap, hikmet gibi şuûnat verilmeseydi Allah’ın ne sıfatlarını bilebilirdik, ne de şuûnatını. Bizim sıfatlarımız mahlûk olup Hâlık’ın sıfatlarına hiçbir cihetle benzemese de, o kör adam gibi değiliz. İlâhî hakikatlerden söz edildiğinde onlara muhatap olabilecek bir yaratılışa sahibiz.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
Bu âyet-i kerîmede geçen “ibadet” kelimesine Üstad Bediüzzaman ve birçok ulema “marifet” mânasını vermişler. Yani, “beni tanısınlar, bilsinler” diye yarattım. Zaten, Allah’ı tanıyan O’na ibadet eder.
İşte marifetullah için yaratılan insanın ruhuna, Allah’ı tanıması için lüzumlu bütün kabiliyetler; duygular, sıfatlar ve şuûnat nakşedilmiştir. Artık insan, meselâ, “İlâhî rahmet” denilince, o kör adam gibi hayrette kalmaz; çünkü ruhuna merhamet sıfatı konulmuştur. Onu vahid-i kıyasî olarak kullanıp Allah’ın rahmetini bilebilir. Diğer sıfatlar ve şuûnat da buna kıyas edilebilir. Bunların tamamı nazara alındığında insanın marifet için yaratılmış olduğu daha iyi anlaşılır.
Bu konuda Üstad Hazretleri’nin “kudret sıfatı” için verdiği misalden başlayarak bazı kıyaslar sıralayalım: Benim kudretim şu kadar iş yapmaya yetiyor, Allah’ın sonsuz kudreti ise sayısız işleri birlikte ve gayet kolay idare ediyor.
Şu tarla benim mülküm, ben de tarlam da dahil olmak üzere bütün sema ve arz âlemleri ise Allah’ın mülkü.
Ben bir anda ancak bir işi irade edebiliyorum; Allah ise hadsiz işleri birlikte irade ediyor.
Ben sözümü tutan raiyetimi mükâfatlandırıyor, emrime karşı gelenleri ise cezalandırıyorum. Allah da emrini tutanları cennetine koyacak, kendisine isyan edenleri ise cehenneme atacaktır.
Ben lüzumsuz bir iş yapmamaya, yaptığım her şeyden bir fayda hâsıl olmasına dikkat ediyorum. Allah’ın bütün tasarrufları da hikmet üzere cereyan ediyor; hiçbir işinde abesiyet görünmüyor.
Üstad Hazretleri, kudret sıfatıyla alâkalı misalinin sonunda şöyle buyuruyor:
“Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.”
Bizim ruhumuz mevcut bir varlık olduğu gibi, ona takılan kudret sıfatı da yine mevcuttur, vehim değildir. Ama o kudretin bizim kendi malımız olduğu vehimdir. Bir kişi kendisine emanet verilen şey hakkında “benim” dediği zaman, o şeyin kendi malı olmadığını da yakînen bilir. Biz de hem bedenimizi ve organlarımızı, hem de ruhumuzu ve ona takılı sıfatlarımızı, duygularımızı Allah’ın yarattığını, hiçbirinin hakiki maliki olmadığımızı çok iyi biliriz. Bu malumat ve bu iman ile mevhum hattı bozar, lehü’l-mülkü (mülk umumen O’nundur) diyerek hepsini hakiki sahibine teslim ederiz.
Benlik ve hürriyet hayırda istihdam edilirse insanı a’la-yı illiyyine çıkarır, şerde kullanılırsa esfel-i sâfiline düşürür.
Bu bölümün ilk cümlesinde şöyle buyurulmuştu:
“Halbuki Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor.”(5)
Bu noktaya kadar, “benlik” üzerinde durmaya çalıştık. Biraz da hürriyet mefhumu üzerinde duralım:
Hürriyetin temeli, yukarıda arz ettiğimiz gibi, insanın cüz’î iradesini istediği gibi kullanabilmesine dayanır. İnsanlar ve cinler dışında hiçbir varlığa bu mânada bir irade verilmemiştir. Ne balıklar karada, ne ceylanlar denizde yaşayabilirler. Meleklerin de iradeleri vardır, ancak onlar bu sıfatlarını kendilerine verilen vazifeyi kabul etmek ve işlemekte kullanırlar. Ne Cebrail (as) ruh kabzedebilir, ne Azrail (as) vahiy getirebilir.
İnsan istidadına tanınan bu geniş hürriyeti Üstad Hazretleri şöyle ifade ediyor:
“... öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.”(6)
Benlik ve hürriyet, gayelerine uygun kullanıldığında insanın “ulûhiyet sıfatlarını fehmetmesine” hizmet ederken, nefsin emrine girdiklerinde insanı hayvandan çok aşağı derekelere indirirler. Onun için hürriyetin doğru anlaşılması ve doğru tatbik edilmesi çok mühimdir.
Hürriyet; “insanın hürriyetinin başkasının hürriyet sınırında son bulduğu, yani her insanın başkasına zarar vermemek şartıyla dilediği gibi yaşayabileceği” şeklinde ifade edilir. Üstad Hazretleri bu şarta ikinci bir şart daha ilave ederek hürriyetin İslamî tarifini şöyle yapıyor:
“Hürriyetin şe'ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”(7)
Buna göre, insan sadece başkasına değil, kendisine zarar verme konusunda da hür değildir. Zira, “insan kendine malik değildir; Allah’ın kuludur, O’nun mahlûkudur.” Ona verilen her şey İlâhî bir emanettir. Bu emanetlerin isti’malinden imtihan olmaktadır.
İnsan kendi parmağını kesme hürriyetine sahip değildir, çünkü o parmağı kendisi yapmış değildir. Yine, insan içki içerek yahut uyuşturucu kullanarak aklına zarar veremez; çünkü akıl onun kendi malı ve eseri değildir.
Cenâb-ı Hak, Hakîm ve Halîm isimleri muktezası insana öyle bir hürriyet tanımış ki kendi yarattığı kulunu kendisine iman edip etmemekte, itaat yahut isyan etmekte serbest bırakmıştır.
Küllî iradesiyle cenneti de cehennemi de yaratmış, kullarına bunlardan dilediğini tercih edebilme hürriyeti vermiştir.
Bütün bu serbestlikler, dünya imtihanının son bulmasına kadar böyle devam eder. Ölümle artık cüz’î iradenin işi tamamlanmış olur. Ne kabir âleminde, ne de mahşerde o iradenin yeni bir tercih yapmasına imkân verilmez. Artık Allah’ın küllî iradesiyle bütün kulların kabirde ilk sorguları yapılacak, mizanda amelleri tartılacak ve sevapları günahlarına galip gelenler, cennette ruhlarındaki irade sıfatını, nefsin desiselerinden ve şeytanın vesveselerinden azâde olarak, melekler gibi sadece hayra yönlendirecekler ve bu sıfattan o sonsuzluk âleminde ebediyen istifade edeceklerdir.
“Çünkü nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acib bir makine-i İlâhîyedir. Kaza ve kader kâlemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciği) o makinede çalışıyor.”
Nefis, ekseriyetle, zât (kendi) mânasına kullanılır. Nitekim Altıncı Söz’de izahı yapılan;
“Muhakkak Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı...” (Tevbe, 9/111)
Meâlindeki ayet-i kerimede geçen nefis kelimesi ruhla bedeni birlikte ifade eder ve zât mânasınadır. Burada ise “nefis” kelimesi, “ruh” mânasına kullanılmış oluyor. İnsanda esas olan ruhtur, beden onun hanesidir. İnsan ne ruhunun hakikî malikidir, ne de o ruhun hanesi olan cisminin. Her ikisini de Allah yaratmıştır.
İnsanın cismi, “acib bir makine-i İlâhiyedir.” Üstad Hazretleri, bir şeyden her şey yapılmasına misal olarak, yenilen gıda maddelerinden bedenin muhtelif alet ve cihazlarının yapılmasını veriyor. Bir dokuma fabrikasında yünden yahut pamuktan elbise dokunur; bir şeker fabrikasında ise şeker pancarından şeker imal edilir. Hâlbuki insan bedenine giren gıda maddelerinden bütün organlar yapılmaktadır. Yani, beden denilen “acib bir makine-i İlâhîye” bir yönüyle kan fabrikasıdır, bir yönüyle saç fabrikası, bir yönüyle et fabrikasıdır. Bir başka yönüyle ise bu fabrikaya giren gıdalarla fabrikanın tümü yenilendiği için bu fabrika sanki kendini yeniden imal eden bir fabrika gibidir.
“Binaenaleyh insan o firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah'ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.”
Önceki paragraflarda temas edildiği gibi, insan bu mülkte emaneten vazife yapmaktadır. Kendini kendine malik olarak gördüğü, ve öyle vehm ettiği takdirde, emanete hıyanet etmiş olur. Organlarını ve duygularını nefsinin istekleri doğrultusunda kullanır. Bu hal onun kibrini ve isyanını artırır ve Hakk’ın emirlerine karşı gelmesiyle bir nevi firavun yapar.
İnsanda yüz trilyon hücre bulunduğu, her hücrede de yüz trilyon kadar atom olduğu söyleniyor. İnsan bunların hiçbirinin hakiki maliki değildir. Şayet birisine malik olma davası gütse, diğerlerine de malik olma iddiasına girişecek, sonunda bu batıl davasını bütün sebeplere de teşmil edecektir. Yani, kendisi hücrelerine sahip çıktığı takdirde, bir yaprağın hücrelerinin yapımını da ağaca verecek ve sonunda “Allah'ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.”
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre, Hatime.
(2) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksad.
(3) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre, Hatime.
(4) bk. age.
(5) bk. age.
(6) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(7) bk. Münazarat.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık'ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır."
Bu parağrafta neden "Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik " Denilmiş? Oysa benlik gaflet suyu ile büyür ve gelişirse, vahidi kıyasi yapmaması gerekir. Tam tersi, benim ilmim, benim iradem, benim kudretim demesi gerekmezmi?