"Her şey zıddıyla bilinir." cümlesine binaen; yokluğu tatmamış olan bizler, varlığın kıymetini nasıl anlayabiliriz?
Değerli Kardeşimiz;
İnsan, varlığın kıymetini tasavvur ve düşünce noktasından idrak eder. Mutlak manada yokluk diye bir şey olmadığı için, insan ancak nisbî yokluklar ile varlığın kıymetini ve mertebelerini hissediyor.
Nisbî yokluk; insanın bir halde iken başka hallerden mahrum olması şeklinde izah edilebilir. Mesela ölümle bir insanın diğer âleme gitmesi, bu dünyada yok olmasıdır. Bir başka şahıs bu olup bitenleri görüp kıyasladığı zaman varlığın kıymetini keşfetmiş olur. Gurbete giden bir adam için sıla yokluk hükmündedir, onunla sıladaki varlık nimetlerini hisseder vs... misalleri çoğaltabiliriz.
Soğuk nasıl sıcağın çok mertebelerini ihsas ettiriyor ise, bu âlemdeki nisbî ve itibarî yokluklar da varlık nimetinin mertebelerini ihsas ettirir. İlle de hakiki bir manada yokluğun olması gerekmez, zaten hakiki manada yokluk diye bir şey yoktur. Allah varken yokluk diye bir şeyin olması mümkün değildir. Mevcudat maddî varlıktan çıksalar bile, varlıklarını başka âlemlerde devam ettirirler.
"Eşya zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor; âlem-i şehadetten, âlem-i gayba gidiyor; âlem-i tağayyür ve fenadan, âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor." (Mektubat)
"Daire-i ilim" denilince akla gelen mânâ şudur: Bu varlık âlemi, güneşleri ve yıldızlarıyla, hayvanları ve insanlarıyla, cinleri ve melekleriyle henüz yaratılmamışken bütün bunların mahiyetleri Allah’ın ezelî ilminde mevcuttu. İşte, daire-i ilim bu “mahiyetler âlemi”dir.
Bunlar, yaratılmaları irade edildiğinde, ilâhî kudretle varlık sahasına çıkarılırlar. İşte, varlık âleminde boy gösteren bütün bu “hakikatler âlemine” de “daire-i kudret” deniliyor.
Buna göre, “daire-i ilim” gayb âlemi, “daire-i kudret” ise şehadet âlemi oluyor. Şu anda yağan yağmurlar, konuşan insanlar, ötüşen kuşlar, şehadet âlemindedirler ve daire-i kudrettedirler. İlâhî kudretle var olmuşlar ve vazifelerini ifa etmektedirler.
Kâinatın ilk tohumunun atıldığı andan, tâ kıyamete kadar yaratılacak bütün varlıklar ise şu anda gayb âlemindeler ve daire-i ilimde bulunuyorlar. Şu kudret dairesindeki eşya, vazifelerinin tamamlanmasıyla bu dünyadan göç ettiklerinde yine gayb âlemine göçmüş olacaklar, yani daire-i kudretten, daire-i ilme geçecekler.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Her şey zıddıyla bilinir." kaidesi mutlak mıdır? Bir şeyin bilinmesinin, zıtlıklardan başka ölçüleri var mıdır?
Zıtlar nispi (kıyas ile bilinebilen görece değerler) değerleri göstermek için vardır.
Mesela, sıcaklığın zıddından bağımsız müstakil bir manası vardır, ama nispi (göreceli) binlerce ara tonları da bulunuyor. Bu ara tonları görebilmek için zıddın müdahalesi gerekiyor. Yani soğuğun müdahalesi olmasa, sıcaklığın müstakil manasından başka diğer nispi (göreceli) değerlerini ve ara tonlarını hiçbir zaman bilemeyecek ve kavrayamayacaktık.
Yine Allah’ın mutlak kemali ve cemali, zıddı olmadan bilinebilen ve zıddından bağımsız cemal ve kemallerdir.
Yani "Her şey zıddıyla bilinir." kaidesi, mutlak bir kaide olmayıp, kainata ve insana has (özgü) bir kaidedir. Şayet mutlak bir kaide olmuş olsa idi, o zaman Allah’ın da zıddı ile bilinmesi icap ederdi ki bu caiz değildir.
"Her şey zıddıyla bilinir." ve "Her şey zıddı ile de bilinir." ifadelerinden hangisi doğru?
"Her şey zıddı ile bilinir" ifadesi Üstadımızın kullandığı bir ifade olması hasebiyle, onun yanlışlığına gitmek doğru olmaz. Bu cümle, mutlak bir kural olmayıp genel bir manayı ifade ediyor. Yani kâinatın yaradılış esaslarında "Her şey zıddı ile bilinir." kaidesi önemli bir yer tutuyor. Ama bir şeyin zıddı yoksa kesinlikle bilinemez demek de yanlış olur. Cenab-ı Hakk'ın zıddı olmamakla birlikte, esma ve sıfatlarıyla kemal derecede anlaşılabileceği gibi.....
“Her şey zıddı ile de bilinir” ifadesi doğru olmakla birlikte, alelekser hükmü tam anlamı ile ifade edemiyor. İnsan hem eşyayı hem de Allah’ın mutlak sıfatlarını ancak zıtları ile bilebiliyor. Allah’ın mutlak sıfatlarının hakiki bir zıddı olmadığı için vehmi, farazi ve kıyasi bir zıtlık ile meseleye bakabiliyor.
Mesela insan, varlığın kıymet ve değerini tasavvur ve düşünce noktasından idrak eder. Yani Allah, kainatta varlığın zıddı olan adem manasını nispi bir şekilde tasarlamamış olsa idi, insanlar düşünce ve tasavvur noktasından da varlığı bilemeyecekti ve kıyas yapıp varlığın kıymet ve değerini tam ihata edemeyecekti. Mutlak manada yokluk diye bir şey olmadığı için, insan ancak nispi yokluklar ile varlığın kıymetini ve mertebelerini hissediyor.
Sonuç olarak “Her şey zıddı ile bilinir.” ile “Her şey zıddı ile de bilinir.” ifadelerinin ikisi de kullanıldığı yere ve ifade ettiği manaya göre doğru olarak kabul edilebilir.
SUAL:
Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?
ELCEVAB:
Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra onundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir." der ve cüz'î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla o Sâni'-i Zülcelal'in ibda-ı sanatını anlar. Meselâ: "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş." der. Ve hâkeza... Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene'de münderiçtir.
Sözler (Sözler N.) - 522
"Her şey zıddıyla bilinir." kaidesince; nasıl ki Şafii ismine ayine olmak için hasta olmak gerekiyor; baki olan Rabbimize bu konuda ayine olabilir miyiz, bir an bile olsa yokluğu tatmamız gerekmiyor mu?
Adem; kelime olarak; yokluk, olmama, bulunmama mânalarına geliyor; varlığın zıddıdır. Adem ve yokluk; mutlak ve mukayyed olmak üzere iki nevidir.
Mutlak Adem: Ebedî ve ezelî olarak bir yokluk mümkün değildir. Zira Ezelî, Ebedî ve Vacibu’l-Vücud olan Allah, mutlak yokluğa müsaade etmez. Nasıl ki ışık ile karanlığın aynı anda ve aynı mekânda bulunması mümkün değil ise, mutlak yokluk ile mutlak varlık da beraber bulunamazlar. Allah ezelî ve ebedî olduğuna göre mutlak manada yokluk söz konusu olamaz.
Mektubat'ta geçen şu ifadelere bakalım:
Mukayyed Adem: Bir şeyin âyan-ı sabite noktasından, yani Allah’ın ezelî ilminde ilmî bir vücud şeklinde var olduğu halde, henüz haricî bir varlık kazanamamış haline denir. Bu yokluk izafîdir. Yani maddî ve kevnî âlemde olmayan bir şey, başka bir varlık sahasında bulunabilir. Mesela; Allah’ın ilminde ilmî bir vücud ile bulunduğu halde, haricî ve maddî âlemde olmayan bir şeye mutlak yok denilemez.
Eşyanın ilm-i İlâhîdeki hallerine “mahiyet” denilir. Bu ilmî vücutlara Muhyiddin Arabî hazretleri âyan-ı sabite demiştir. İlmî vücutlar mahlûk değildirler, ancak kudret dairesine çıktıklarında mahlûk olurlar ve “hakikat” adını alırlar.
Buna göre, Allah’ın ilmindeki mahiyetler esmâ-i İlâhiyenin gölgeleri, ilim dairesinden kudret dairesine geçenler ise gölgelerin gölgeleridir.
Varlık; vacib ve mümkün olmak üzere iki sınıftır.
Vacib olan varlık; Ezelî ve Ebedî olan Allah’ın varlığıdır. Allah Vacibü’l-Vücuddur. Yani varlığı zatındandır, ezelîdir, ebedîdir, olması vacib, olmaması muhaldir. Allah bizatihi kaimdir, yani bir başkasının yardımı ve bekası ile varlığını devam ettirmez. O’nun varlığı kendinden olup, hiçbir varlığa muhtaç değildir. Yokluk, bu varlığa yanaşamaz. İşte bu varlık mertebesi, mutlak yokluğu ebediyen imkânsız kılıyor.
Mümkün varlık ise; varlığının başı ve sonu olan, var olması da yok olması da müsavi olan bütün mahlûkat mümkün grubuna girer. Allah dilerse bu varlıkları yok eder, dilerse var eder; burada yokluk izafî ve mukayyed yokluktur. İnsan kendisinin mümkün bir varlık olduğunu bilmekle etrafındaki bütün eşyanın da mümkün olduklarını bilir ve bütün bu mümkünat âleminin vacib bir sahibi ve maliki olduğuna hükmeder.
Bir zamanlar yoktuk, Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla var olduk, yarın ise bu dünyadan ahiret âlemine göçeceğiz. Daire-i ilminden daire-i kudrete geldik. Daire-i kudretten yine daire-i ilmine geçeceğiz. Biz ezelî değiliz, ama Allah’ın Bâki ismine mazhariyetle ebedîyiz. Bizim vücudumuz Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının, cemal ve kemalinin bir aynasıdır. Bir nehrin yüzündeki kabarcıkların sürekli olarak değişmesi gibi, biz de her an değişmekteyiz. Bir zamanlar dedelerimiz ve babalarımız Allah u Teâlâ Hazretlerinin isimlerinin aynası idiler, şimdi ise onların bedeline o ayinedârlık vazifesini bizler yapıyoruz. Bu hal kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Öyle ise başta insan olmak üzere mahlûkatın yokluğa gitmeleri söz konusu değildir. Mahlûkatın yokluğu ancak harici ve maddî âlemden farklı âlemlere intikal etmesi manasındadır. Yani bir şeyin varlık boyutunun birisinde zeval bulması, başka bir varlık boyutuna intikal etmesi demektir.
"O'nun vechi (zatı) hariç, her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve hepiniz O'nun huzuruna götürüleceksiniz." (Kasas Suresi, 28/88) âyeti de bu manaya işaret ediyor.
(1) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup.