İman mı önce gelir, akıl mı?
Değerli Kardeşimiz;
İman daha çok kalp ile alakalıdır. Üstad’ın akıl ve kalp hakkındaki mütalaasını en güzel özetleyen cümle hakikat çekirdeklerinde şöyle ifadesini buluyor:
“Nur-u fikir, ziya-yı kalble ışıklanıp mezc olmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzîi leyle-i süveydâ ile mezc olmazsa basarsız olduğu gibi, (yani gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa, göz, göz olmaz) fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir.”(1)
Üstad Hazretleri ilmin mertebelerin şöyle sıralar; tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. Yani bir şey önce hayalimizde belirir, kuvve-i hayaliyemiz bunun üzerine eğilir, onu net bir şekle sokarsa buna tasavvur denir. Sonra akıl bunu eline alıp tartmaya ve tanımaya çalışırsa buna taakkul denir. Akıl bunun doğru olduğuna karar verirse tasdik olur. Sonra kalp de kabul ederse iz’an olur.
Eğer tasdik sadece akılda kalır, doğruluğuna sadece taraftarlık duyar, teslim olur ve inkiyat ederse, buna iltizam denir. Fakat kalbe mal olmuş ve sarsılmaz bir iman- itikat halini alır ki, buna itikattır denir ve insanı o itikada göre yaşamaya (imtisale) sevkeder.
Sadece akıl seviyesinde bir tasdikten hâsıl olan bir iltizamda işine geldiği için veya içtimaî faydasına inandığı için kabul söz konusudur. Şimdiki adıyla pragmatizm. Üstad bunu şöyle ifade ediyor:
“Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar.”(2)
Fakat ilmin (bilmenin) de dereceleri var. İlmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn. Dağın ardından yükselen dumanla görmeden ateşi bilmek (ilmelyakîn), dağa çıkıp bizzat ateşi gözüyle görmek (aynelyakîn) ve ateşe yaklaşıp sıcaklığını bizzat hissederek bilmek (hakkalyakîn).
Fakat insan iman-ı tahkikî ile ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaşabilir. Hz. Ali’nin “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" derken kasdettiği de bu olsa gerek.
Böyle bir iman mertebesine nasıl ulaşılır? Cevabını Üstad'dan dinleyelim:
“Bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir (yani kalbi zikirle işleterek, bazı latifelerin açılmasıyla iman hakikatlarını müşahede etmek). Bu yol ehass-ı havassa (hasların da en haslarına, yani Allah’ın çok çok özel kullarına) mahsustur, iman-ı şuhûdîdir. İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir."
"Bu ikinci yol, Risaletü'n-Nur'un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü'n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.”(3)
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Mevlana gibi zatların hiç saydıkları akıl, vahyi bir kenara koyup her şeyi sırf akılları ile anlamaya çalışan ve akılları ile anlamadıkları şeyleri reddeden filozofların savundukları akıldır. Dolayısıyla burada akıl derken asıl anlaşılması gereken felsefe yoludur. Fakat bu Üstad’ın net olarak ifade ettiği gibi “Kur’an’la barışık olmayan felsefe”dir. Bir de bunun karşısında aklı bir kenara koyup bütünüyle vicdanî bir tecrübe olan vecd ve istiğrak halinde iken yaşadığı keşf ve müşahedelerine itimat eden insanlar vardır. Oysa insan vecd ve istiğrak halinde iken yaşadığı ve müşahede şeyler, tıpkı rüyalar gibidir, olduğu gibi kabul edilemez, tabir lazımdır. Çünkü akıl ihatasız bir durumdadır. Üstelik görülenler kişiye mahsus olduğu için gerçek mi yoksa bir illüzyon mudur bilinemez.
Kur’an bu hususu “gaybe imanı” veya "gıyaben imanı” överek işaret etmektedir. Üstad bunu şöyle özetliyor:
“…derece-i şuhud (yani vicdanî-kalbî tecrübe), derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavânin-i hadsiyeleridir.”(4)
Mühim bir nokta da “kalp mi, akıl mı, hangisi daha üstün?” tartışmasının ne kadar manalı olduğudur. “İnsanın el mi yoksa ayağı mı daha üstün, ya da gözü mü daha elzem yoksa kulağı mı” gibi bir soru bu. Hepsinin yeri ayrı, hepsi insanın bir tarafı. Aklı esas tutup kalbi bir kenara atmak veya tam tersini yapmak ne mantıklı ne de gerekli? Bu meselede Üstad'ın şu ifadeleri ne kadar mühim ve yerindedir:
“… insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.”
“Hem imân, yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır."(5)
Yani yalnız sadece aklı esas tutan felsefeye karşı, bir kısım ehl-i kalp de kalbi esas tutup aklı reddetmektedir. Üstad bunu, gözünü kapatarak hakikatı aramaya çabalamaya benzetmekte ve hakikî ehl-i kalbin aklı reddetmediğini ve Risale-i Nurların da aynı yolu takip ettiğini ne güzel ifade eder:
"…Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, girmiş.”(6)
Kur’an’la barışık felsefenin veya aklı imanın hizmetine veren ehl-i hakkın aklı putlaştıran Felsefeden en mühim farkı da şudur: Bunlar Kur’an’ın beyanını mutlak doğru olarak kabul edip aklî bürhanlarla inançlarını delillendirme ve şüpheleri izaleye çalışıyorlar. Yoksa hakikate akılla ulaşmıyorlar. Kalplerinde hissettikleri imanı (hidayet nurlarını) akılla tahkik ediyorlar. İman akla ait bir vasıf değildir. İmanın yeri kalptir. Üstad bunu şöyle ifade ediyor:
“…neticenin kayyûmu imandır. Burhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür.”(7)
Bir kısım ehl-i tasavvuf, mesele artık itikat mertebesine ulaşmış ve sarsılmaz bir iman hâsıl olmuşsa, daha dönüp tekrar aklın teftiş ve tahkikine gerek duymayıp tamamen kalbî bir hayatı yaşarlar. Yani aklın kılavuzluğuna ihtiyaç kalmamıştır. Hakikat güneşini müşahede ettikten sonra aklın pusulasını kırmayı tercih ettikleri söylenir. Oysa müşahedelerini Kur’an ve sünnetin ölçülerine arz etmek için yine akıl lazımdır. Şahsi tecrübelerini başkalarına aktarırken de aklın kılavuzluğuna ihtiyaç vardır.
Bu asırda dalalet fen ve felsefeden geliyor, akla şüpheler veriyor. Bu kadar şüpheler içindeki insanlara sübjektif kalbî tecrübelerden bahsetmek veya "gel önce seyr u sulükle kalbin inkişaf etsin, hakikati görürsün" demek hiç de tatminkâr bir yol değildir. Bu insanlara ulaşmak ancak delil ve bürhan gibi hakikatlerle mümkündür.
İki mesele vardır: Bir kısmı vazgeçilmez olan “Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir.” Diğeri ise “Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir.” “İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.”
Bu dehşetli asırda, imansızlık bir salgın gibi tüm dünyayı sarmışken ve kalpler iman gıdasından mahrumken, tasavvufun meyveleri ile uğraşmak Üstad'a zaid görünüyor. Bu yüzden “Zaman tasavvuf zamanı değil iman kurtarmak zamanıdır” diyor. İmam-ı Rabbani gibi bir tarikat kahramanının "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır" deyişi üzerinde düşünülürse, Üstad'la ne kadar paralel düştüğü görülür.
Bediüzzaman Hazretlerinin zamanında, imanın erkânına ilişilmiş, neden ve niçin yollu suallerle mü’minlerin kalplerine şüpheler sokulmuş, imanları tehlikeye atılmıştır. Ayrıca, küfür, dalâlet ve sefahet birer şahs-ı mânevî hâlinde ve dünya çapında organize edilmiş olarak imâna, İslâm’a ve ahlâka musallat olmuşlardır.
İşte tarihte misli görülmemiş bu ifsat hareketlerine karşı, tebliğ ve irşad vazifesini mânen yüklenen o büyük Üstad, bir yandan şüpheleri giderici ve mü’minlerin imanlarını taklitten tahkik seviyesine çıkarıcı dersler verirken, diğer yandan bu engebeli, dikenli, mayınlı ve uçurumlarla dolu yolda Müslümanların nasıl yürümeleri gerektiğini ders veren lâhika mektupları kaleme almıştır.
Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri.
(2) bk. a.g.e., Dokuzuncu Mektup.
(3) bk. Kastamonu Lahikası, 13. Mektup.
(4) bk. Mektubat, On Sekizinci Mektup.
(5) bk. Sözler, Yirmi Yedinci Söz'ün Zeyli.
(6) bk. Mesnevi-i Nuriye, Mukaddime.
(7) bk. a.g.e., Şemme.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü