Kur’ân-ı Kerim mahlûk mudur?
Değerli Kardeşimiz;
Kur’ân-ı Kerim'in mahlûk olup olmama meselesinin temeli, Allah’ın sıfatları hususuna dayanır. Bu yüzden, evvelâ Allah’ın sıfatları hususunda geniş bir izahat yaptıktan sonra, asıl meselemize bu malumat ışığında bakalım.
Cenâb-ı Hakk’ın aynî, gayrî, ne aynî ne de gayrî olmak üzere üç çeşit sıfatı vardır.
Aynî sıfatlar, Allah’ın selbî sıfatlarına denir. Bunlar Vücûd, Kıdem, Beka, Muhâlefetünlil-havâdis, Kıyâm bi-nefsihî ve Vahdâniyetdir. Bu selbî sıfatlar Allah hakkında câiz olmayan mâna ve halleri bertaraf eden vasıflardır. Bu tenzihî sıfatlar iş ve icraat yapmazlar, onun için Allah’ın Zât-ı Akdes’inin aynı kabul edilmişlerdir.
Meselâ; "Vücûd" sıfatı Allah’ın Zâtının varlığını ifâde eden bir sıfattır; onun zıddı olan ademi, yani yokluğu bertaraf eder.
Kıdem, Cenab-ı Hakk’ın başlangıçtan münezzeh olmasını ifade eder.
Bekâ ise, sonu olmamayı ifâde eder. Bu sıfatlar; kudret ve irâde sıfatı gibi fâil değillerdir, tasarrufları yoktur.
Gayrî sıfatlar, Allah’ın fiilî olan sıfatlarına denir. İmam Maturudîye göre Cenâb-ı Hakk’ın sekiz, Eş’arî’ye göre yedi sübutî sıfatı vardır. Bu sıfatlarla icra edilen fiiller ise sonsuzdur, bunların bir nihayeti ve sınırı yoktur. Bu fiilî sıfatların sonsuz olması, Allah’ın kudret sıfatının muhtelif mevcudattaki muhtelif tecelliyatından ileri geliyor. Mesela; Allah’ın kudret sıfatı bir çekirdeğin açılmasında tecelli ederken Fettâh ismini, bir canlının ölümünde Mümit ismini, bir hayat bahşederken Muhyî ismini, canlılara rızık verirken Rezzâk nâmını, hastalara şifa ihsan ettiği zaman da Şafi ismini ve hâkeza...
Meselâ, Allah rızık yaratmayı irade ettiğinde bu sıfatlarla “terzik-rızıklandırma” fiilini icra eder ve Rezzak ismini tecellî ettirir. Sûret vermek irade ettiğinde, yine aynı sıfatlarla “tasvir” fiilini icra ederek Musavvir ismini tecellî ettirir. Böyle sayılamayacak kadar çok fiil ve her birinin de yine sayılamayacak kadar çok tecellî mertebeleri vardır.
Bu sıfatlar, kâinat ve mahlûkatın yaratılması ile meydana çıktıkları için, Ehl-i Sünnet’e göre hâdistirler. Ama bu isimlerin arka cephesinde asıl iş gören ve icra eden Kudret sıfatı, ezelî ve ebedîdir. Onun için Allah, ezelde Rezzâk, Muhyî, Fettâh değildi demek, doğru değildir. Allah, ezelde de Kudret itibâri ile bu gibi fiilî isimlere sahipti ama tecelli ve yaratma ile bu isimler meydana çıktığından hâdis oluyorlar.
Ne aynî ne de gayrî olan sıfatlar ise, Allah’ın Zâtî ve Sübûtî olan sıfatlarına denir. Bunlar Hayât, İlim, İrâde, Kudret, Sem’, Basar, Kelâm ve Tekvin’dir.
Bu sıfatlar kâinatta iş ve icraat gören ve tasarruf ve tecellileri olan hakîki ve müessir sıfatlardır. Bu sıfatlar selbî ve gayrî sıfatlar gibi tenzihî sıfatlar değildirler. Allah’ın Zâtından başka mâna ve esasları olan, ama ondan da müstakil olmayan sıfatlardır. Onun için ne ayn, ne gayr mânasını ifâde eden Allah’ın Zât-ı Akdes’ine ait ve O’nun ile kâim sıfatlar denilmiştir. Ne o, ne de onsuz olabilir.
Allah’ın hayat sıfatı hariç, diğer altı sıfatı kâinatta doğrudan tecellî ediyor. Hayat sıfatı ise Muhyi isminin vasıtası ile tecellî ediyor. Kelam âlimleri Hayat sıfatının doğrudan değil, dolaylı olarak tecellî ettiğini ifade etmişlerdir.
Bu sıfatların Allah’ın Zâtı ile olan alâkası, İlm-i Kelâmın ve felsefenin en esaslı ve ihtilaflı konusudur. Biz burada üç grubun fikrini hülasa olarak izah edeceğiz ki, mesele vuzuha kavuşsun...
Öncelikle Ehl-i sünnet’in dışındaki iki görüşü aktaralım:
Birincisi: Mûteziledir. Bunlar, Allah’ın bu sekiz sıfatını tıpkı selbî sıfatlar gibi, O’nun Zât’ının aynı kabul edip, bu sıfatların vücûdunu inkâr ediyorlar. Yani bunlar, Allah’ın Zâtı hem ilim hem irâde hem kudret ve sâire deyip, Zât'ından başka bir şeyi kabul etmiyorlar. Allah, kâinatta sıfatlar olmaksızın Zât’ı ile iş ve icraat yapıyor diyorlar. Bunun sebebi olarak da tenzihi gösteriyorlar. Yani Allah’ın Zât’ından başka Kadîm sıfatları kabul etmek, Kadîm Zâtların artmasını icap ettirir ki, bu da tevhid ve tenzihe zıt olur derler.
Mûtezilenin bu görüşü hem akla, hem de nakle zıt bir görüştür. Aklî açıdan ilim ve irâdeyi aynı kabul etmek, zaten açık bir safsatadır. Kur’ân-ı Kerim Allah’a “ilimdir, kudrettir” demiyor, “Alîmdir, Kâdirdir” diyor. Yani ilim sahibidir, kudret sahibidir diyor. Bu da Mûtezilenin görüşünü çürütmektedir. Daha çok deliller var, ama biz numune nev’inden bunlarla iktifâ edelim.
İkincisi: Kerramiyelerin görüşüdür. Bunlar Allah’ın bu sekiz sıfatını, O’nun Zât’ının tamamen haricinde ve ondan müstakil olarak değerlendirirler. O zaman Mûtezilenin dediği gibi Kadîm varlıkların artması söz konusu olur ki, bu da şirktir. Mûtezileyi tefrite götüren sebep, Kerramiyenin ifrat fikirleridir. Kerramiye ekolünün savunduğu fikrin butlanı zâhirdir, izaha ve ispata lüzum yoktur.
Üçüncüsü: Ehl-i sünnet’in görüşüdür. Ehl-i sünnet’e göre Allah’ın Zâtî ve Subûtî sıfatları, Allah’ın Zât-ı Akdes’ine zâiddir; yani O’nun ile kâimdir, O’nun ile ayakta durur, O’nun ile dâimîdir. Ama bununla beraber Allah’ın Zât-ı Akdes’inin aynı, mücâviri, muttasılı, mürekkebi, mücehhezi de değildir. Bu sıfatlar Allah’ın Zât’ının aynı değildirler, onun için Allah’a ve Zât’ına ilimdir, kudrettir, irâdedir demek yanlış oluyor. Bu sıfatlar Allah’ın Zât-ı Akdes’ine zâiddirler. Yani O değiller, ama O’nunla kâimdirler. Allah’ın Zât’ının aynı olmamaları gayrı olmalarını gerektirmez.
Mûtezile tefrit edip sıfatları Allah’ın zatının aynı kabul etmekle bu sıfatların varlığını inkâr ediyorlar. Kerramiye ifrat edip, sıfatlara Allah’tan bağımsız ulûhiyet isnât etmişler.
Ehl-i sünnet, ne sıfatları inkâr etmişler ne de ulûhiyete götürmüşler. Ehl-i hak olan, ehl-i vasat Ehl-i sünnet’tir.
Şimdi asıl mevzumuza geçebiliriz. Allah’ın icraat ve iş gören sıfatları hükmünde olan subûtî sıfatları, yani Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem, Basar, Kelam gibi sıfatları inkâr edip, sadece Allah’ın Zâtını kabul eden Mutezile mezhebine göre Kur’ân mahlûktur. Kelam sıfatı olmayan Allah’ın Kitap vasıtasıyla peygamberle konuşması düşünülemez. Böyle olunca Kur’ân kelam sıfatından gelen bir kitap değil, Allah’ın Zât’ı ile yarattığı bir mahlûktur. Yani "Kur’ân mahlûktur" fikrinin arkasında Allah’ın kelam sıfatının inkârı yatar.
İşte Mutezile Mezhebi'nin şiddetli bir şekilde Kur’ân’ın mahlûk olduğunu ileri sürmesinin asıl sebebi budur. Bunun içindir ki, Ehl-i sünnet âlimleri de eserlerinde bu batıl fikre karşı cevaplar yazmışlardır.
Ehl-i sünnet âlimleri "Kur’ân mahlûk değildir" derken, Allah’ın kelam sıfatının varlığına atıfta bulunuyorlar. Yani Allah, kelam sıfatı ile Kur’ân-ı Kerim’i bütün insanlığa indirmiştir, yoksa Zât’ı ile bu kitabı yaratmış değildir, diyorlar. Ancak, kelime ve cümleden teşekkül eden ve ağzımız ile okuduğumuz Mushaf-ı Şerif mahlûktur. Elimizde okuduğumuz Kur’ân Mushaf’ını mahlûk olmaktan çıkarmak dalalettir.
Diğer bir ifade ile Kur’ân'a iki ayrı yönden bakmak gerekir:
1. Kur’ânın maddî ve mahlûk olan ciheti, şu anda elimizde mevcut olan Kur’ânların kâğıdı, mürekkebi, kabı, sesi, mahreci ve kılıfı gibi gözle görülüp, kulakla işitilen ve elle tutulan şeylerdir.
2. Kur’ân'ın manevî ve İlahî bir sıfat olan Kelam ile alâkalı olan ise, onun mahlûk olmadığıdır. Çünkü madem Allah ezelîdir; elbette sıfatları da ezelîdir. Bu sıfatlarından biri olan kelam sıfatı da ezelîdir. Ve Kur’ân'a biz “Kelamullah” demekteyiz. Kelamullah, yani Allah'ın kelamı bir sıfat-ı İlâhîdir. Bu yönüyle Kur’ân mahlûk değildir. Bir sıfat-ı İlâhîdir ve Allah'ın bizden arzularını, emir ve yasaklarını anlamamız için inzal edilmiştir, bu inzal bir tenezzülat-ı İlâhîyedir.
Tarihte İbn-i Teymiyye’nin başını çektiği selefî cereyanı bu inceliği anlamadığı için, meseleyi yanlış noktalara çekmişlerdir. Ses ve harflerin de Allah’ın sıfatları gibi ezelî ve ebedî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre Allah ezelî olan ses ve harflerle konuşur. Kur’ân’ın elimizdeki mevcut halinin de bunun bir neticesi olduğunu iddia ediyorlar.
Ahmed İbn-i Hanbel meşhur mihnet hâdisesinde Mutezilenin sapkın ta’til sıfat fikrine karşı çıkmıştır. Yoksa Kur’ân'ın mahlûk olan Mushaf’ına mahlûk değildir, dememiştir. Malum, o dönemde Abbasi halifelerinin bir kısmı Mutezile mezhebinden olduğu için, Ahmet İbn-i Hanbel’e cebren, "Kur’ân mahlûktur" dedirtmeye çalışmışlar; dedirtemedikleri için de eza ve cefa vermişlerdir. Bu hâdise de tarihte “mihnet” olarak adlandırılmıştır.
Kur’ân’ın mahlûk olan yönü, elimizdeki kelime ve cümlelerden müteşekkil ve lisanımızla kıraat ettiğimiz iki kapak arasındaki kitaptır. Buna "Mahlûk değildir" demek bir nevi cismanî bir şeyi ilahlaştırmak mânâsına gelir. Ehl-i sünnet âlimleri de eserlerinde bu mânâya dikkat çekmişlerdir.
Kur’ân’ın mahlûk olmayan yönü ise, Allah’ın kelam-ı nefsaniyesine bakan yönüdür. Yani Allah, kelam sıfatı ile Kur’ân-ı Kerimi kelime ve cümle kurmaksızın, keyfiyetsiz bir şekilde nefsü'l-emirde, bizim idrakinden aciz olduğumuz bir şekilde hitap buyurmuştur.
Allah’ın konuşması ile kulun konuşması aynı değildir, birbirine de benzemez. İşte Mutezilenin inkâr ettiği husus burasıdır. "Allah konuşmaz, sadece yaratır" diye iddia ediyorlar. Allah’ın ezelî ve ebedî olan kelam sıfatını tamamı ile inkâr etmiş oluyorlar.
Cismanî Kur’ân’a Allah’ın kelamı denilmesinin sebebi ise, Allah’ın kelam sıfatının bir tecellisi olmasındandır. Zaten cismanî Kur’ân’ın da lafız ve mânâsını tespit ve tayin eden yine Allah’tır.
Allah’ın zatı gibi sıfatları da mahlûkatın zatlarına ve sıfatlarına benzemez. Onun kudret sıfatı ne semayı direksiz durdurmasıyla, ne dünyayı döndürmesiyle, ne güneş sistemini topyekûn sevk etmesiyle anlaşılmaz. O kudret; mahlûkatın hiçbir kuvvetine, kudretine, cazibesine benzemez.
Aynen öyle de Allah’ın kelam sıfatı da hiçbir kelama benzemez. Kudret sıfatı mahlûkat âleminde kendini gösterdiği gibi, kelam sıfatı da vahiyler ve ilhamlarla tezahür eder. İlham da, vahiy de Allah’ın kelam sıfatına bakmaları yönüyle kelimesizdirler. Ancak bunların insanlara intikal ettirilmesinde, Üstadın ifade ettiği gibi, bir İlâhî tenezzül devreye girer ve Allah insanlara onların dilleriyle hitap eder.
Kelimesiz konuşmanın en bariz misali insanın kalbidir. Kalp kelimesiz konuşur. İnsan bir güzel manzarayı kalbiyle sever, bu sevgi kelimesizdir; onu anlatmak istediğinde akıl devreye girer ve sevgiyi kelimelere dökerek ifade etmeye çalışır. İman da kalbin kelimesiz konuşmasıdır, şahadet getirmekle bunu kelimelere döker. Sevgi gibi korku; şefkat, merhamet de kelimesizdirler.
Kelime ve cümle insan bedeniyle ilgilidir; ağızdaki kelime mahreçlerinden, dilin ve dudakların hareketlerine, dış âlemde ise havanın varlığına muhtaçtır. Maddeden münezzeh olan Allah’ın kelam sıfatı elbette madde âlemindeki hiçbir konuşmaya benzemez; kudreti hiçbir mahlûkun kuvvetine benzemediği gibi.
Kur’ân Allah kelamıdır; O’nun kelam sıfatından gelmektedir ve Kur’ân Allah’ın insanlara bir tenezzül-ü İlâhî olarak hitabıdır. Bunu böyle değerlendirmeyen kimseler kelam sıfatının kemalini idrakten aciz oldukları gibi, Kur’âna muhatap olmaktan da mahrum kalırlar.
Kur’ân bildiğimiz muhtevası ve şekliyle Allah Resulüne (asm.) vahy edilmiş olduğu bütün Müslümanların ortak kanaati iken, bu inancı bulandıracak ve hiçbir faydası olmayan bir vehim ortaya atılıyor. Onlara göre, Kur’ân mana olarak Allah Resulüne (asm.) gönderilmiştir ama lafızlarını O (asm.) tanzim etmiştir. Bu iddialarına da çok tutarsız bir delil getiriyorlar. Allah insanlarla böyle konuşmaz; bazı müşrikler hakkındaki hoş olmayan ifadeleri kullanmaz.
Allah’ın kelam sıfatı hadsizdir. Bütün hayvanat ilhamları onun konuşmalarıdır. Bütün melaike ve evliya ilhamları O’nun konuşmalarıdır. Keza bütün semavi kitaplar da Onun kelamıdır. Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ın insanlara hitabıdır. Bu hitap onların kabiliyetlerine göredir. Bir de bu hitap insanların ekserinin avam olmaları dolayısıyla öncelikle o büyük kitle nazara alınarak yapılmış, havas dediğimiz, ilmen üstün fakat sayıca az tabakaya da işaretlerle ve remizlerle çok ince ve bir derece gizli hakikatler bildirilmiştir.
Bu konuda Mesnevî-i Nuriye’den bir hakikat dersi:
“Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'ân'ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs'atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'ân'ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü, zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur'ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'ân'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'ân'ın her bir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla, mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer.”
Kur’ânın avama göre hitap etmesinden havassın da istifade ettiğine ve ayetlerden birçok hakikat dersi istihraç etmelerine sadece bir misal verelim:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, … … elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara Suresi, 164)
Allah’ın gece ve gündüzü ihsan etmesindeki büyük nimeti herkes rahatlıkla anlar. Ve bu âyet avam-havas bütün insanlara bir hitaptır.
“Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar…” (Fatir Suresi, 13)
Geceyi gündüzün gündüzü de gecenin içine sokma ifadesi dünyanın küre şeklinde olduğuna işaret etmektedir. Zira dünya düz olsa ve güneş dünyanın etrafında dönse, güneş doğunca gündüz, batınca gece olsa, gece ve gündüzün sürelerinde bir değişme olmaz. Dünyanın sabit olup güneşin dönmesiyle gece ve gündüzün geldiğinin bilindiği o dönemde gece ve gündüzün birbiri içine girmelerindeki gizli mana avamca düşünülemezdi.
Neml suresinde (88) bu konuda büyük bir hakikat dile getiriliyor: “Dağları görür, onların durduğunu sanırsın; oysa bulutlar gibi hareket ederler.”
Bu âyet, önceleri kıyamette dağların kopup uçacağını haber veren âyet-i kerime gibi düşünülmüştü. Asırlar sonra anlaşıldı ki, dünya dönüyordu, dağların dünya üzerinde dönmeleri bulutların hareketine benzetilmişti.
Dünyanın güneş etrafında döndüğü yaklaşık dört yüz sene önce keşfedildiği halde, Kur’ân-ı Kerimde bu gerçeğe bin dört yüz yıl önce işaret edilmişti. Ancak, Kur’ânın ana maksadı iman ve ibadet olduğu için, o günün insanlarının kabul etmeyip inkâra sapacakları bu hakikat açıkça değil işaretlerle haber verilmişti.
Kâinat yaratılmadan her şey her şeyiyle Allah’ın ilminde mevcuttu. Varlıkların Allah’ın ilmindeki hallerine mahiyet deniliyor. Cenab-ı Hak bunlardan hangisini yaratmayı dilerse, kudretiyle onu haricî âlemde var ediyor. Allah insanlara bir hidayet rehberi olarak Kur’ânı ezelî ilmiyle şu andaki haliyle takdir etmiş ve ahir zamanın bütün insanlarına bir hidayet rehberi olarak inzal etmiştir. İlmindeki bütün eşyaya kolayca haricî vücut giydiren ve o ilmî mahiyetleri mahlûk haline getiren Allah, yine ilminde takdir ettiği Kur’ânı niçin doğrudan inzal etmesinde, Cebrail vasıtasıyla peygamberimizin kalbine, mana olarak, ilka etsin ve kelimelere dökülmesini Ona (asm.) bıraksın. Kudret kelimeleri olan mahlûkat için icra ettiği bu İlâhî sünneti kelam sıfatı için niye icra etmesin?
Kur’ânın lafızdan mücerret bir mana değil, bir kitap olduğunu beyan eden bütün âyet-i kerimeler bu yanlış telakkiye ayrı birer cevaptır. Misal olarak bazı âyetleri takdim edelim:
“Bu bir kitaptır, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için onu sana indirdik.” (Ra’d, 23/1-2; İbrahim, 14/1),
“Biz sana Kitabı, insanların üzerinde ihtilafa düştükleri hususları açıklaman için indirdik.” (Nahl, 16/24),
”Biz Kur’ân’ı Kadir gecesinde indirdik.” (Kadr, 97/1),
”Sana vahyedilen Kitabı oku.” (Taha, 20/123).
Allah’ın ilmindeki manalara “kitap” denilemeyeceği açıktır.
Sayın Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz söz konusu batıl düşünce hakkında şu güzel tahlilde bulunuyor: Yüce Allah bu âyetlerde Hz. Peygamber’e Kitap indirdiğini, daha önce de kitaplar indirdiğini ve bunlara inanılması gerektiğini haber vermiştir. İndirmek, var olan bir şey için kullanılır. Allah’ın Kitabı vardır ve bu Kitabı indirdiğinden bahsediyor. Olmayan kitabı Allah nasıl indirdi? Öyle olmasa yani yüce Allah, sözleri ve muhtevası ile Kur’ân’ı indirmemiş olsaydı, “Kalbine vahyettik.”, “Kalbine bıraktık, sen de bunları ifade ettin yahut ifade et.” derdi.
Sayın Dr. Erkan Baysal’dan güzel bir tespit: “(Ey Muhammed!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma!” (Kıyamet Sûresi, 16)
“Bu âyette geçen üç ifade vardır. Üçü de Kur’ân’ın lafız olarak indiğini ifade etmekte veya buna delalet etmektedir. Bunlar da “kıpırdatma”, “dil” ve “acele etmek”tir.
Çünkü Kur’ân mana olarak inseydi Peygamber’in dilini kıpırdatmasının bir manası kalmazdı. Aynı zamanda “acele etmek” yerine Hz. Peygamber’in sabırla onu en güzel şekilde nasıl ifade edebileceğini düşünmesi gerekirdi.
Dilleri muhtelif bütün kavimlerin yeni dünyaya gelen bebeklerine kısa bir sürede o kavmin dilini konuşturan Allah, Kur’ânı da Arapça olarak O inzal etmiştir. Kur’ân kelam-ı ezelidir. Ezelde Allah’ın ilminde nasıl takdir edilmişse, o şekilde inzal edilmiştir. Yukarıda arz ettiğimiz âyet-i kerîmelerle de açıkça beyan edilmiştir ki, bu inzal Kur’ânın tamamı içindir. Onu mana olarak inzal edip o manaların lafza dökülmesini peygamberimize bırakmış değildir. Zira böyle bir durumda Kur’ân inzal edilmiş olmaz, sadece manası kalbe ilka edilmiş olur.
İnzal kelimesi iki ayrı manada düşünülmüştür. Birisi, İlahi ilimde mevcut olan Kur’ân’ın peygamberimizin kalbine Cebrail vasıtasıyla indirilmesidir. Diğer mana ise, ilm-i ezelideki Kur’ân levh-i mahfuzda kaydedilmiş, ondan Peygamberimizin kalbine intikal ettirilmiştir.
Arının ilhamından, peygamberlere gelen vahiylere kadar hepsi Allah kelamıdır. Ancak, Allah her mahlûkuyla onun mahiyetine ve kabiliyetine göre konuşur. Arıya ilham etmesi, Cebrail’e emretmesine benzemez.
Allah elma ağacına elma verdirmekle onu bir nevi konuşturur, kiraz ağacına da kiraz verdirmekle… Bunun gibi her kavime de onun diliyle hitap eder. Böyle sonsuz bir kelam sıfatının Kur’ânı bildiğimiz lafızlarıyla inzal etmesi akıldan niçin uzak görülüyor da manasız tevillere sapılıyor.
Yasin Sûresinin 79. âyetine genellikle “O, bütün yaratılmışları hakkıyla bilendir.” şeklinde mana verilmekle birlikte bir tefsirde de şu mana geçmektedir: “O, yaratmanın her türlüsünü hakkıyla bilir.”
Ruhumuzu zamansız yarattığı gibi, bedenimizi ana rahminde dokuz ayda yaratır. Melekleri yoktan yarattığı gibi meyveleri ağaçların eliyle bir mevsimde yaratır. Cevizi muhteşem bir ağaçtan süzerek yarattığı gibi, kavun ve karpuzu ince bir sapın ucunda yaratır.
Âdem babamızı anasız babasız yarattığı gibi, Hz. İsa’yı annesiz yaratmış bizleri de anne ve baba vesilesiyle yaratmıştır.
İşte yaratmanın her çeşidini bilen Allah, konuşmanın da her çeşidini bilir. Melekleriyle ilham yoluyla kelam eden ve onları kendisine doğrudan itaat ve ibadet ettiren Rabbimiz, dünyaya imtihan olmak üzere gönderdiği insanlara da emir ve yasaklarını kendilerine kitap inzal ederek bildirmiştir.
Allah dilediği kavme dilediği dilden emirler gönderir. Bu O’nun kudret sıfatı gibi, kelam sıfatının da sonsuz oluşundandır. Allah’ın zatı maddeden münezzehtir, bir ismi Nur’dur, bütün isimleri nuranidir. Elbette onun konuşması bildiğimiz konuşmalar gibi olmayacaktır. Zatı mahlûkata benzemediği gibi sıfatları da benzemez. Keza kelam sıfatı da benzemez. Ancak, daha önce de arz ettiğimiz gibi, insanlarla konuşması, Üstadın ifadesiyle, bir tenezzül-ü İlahidir ve O’nun hikmetinin ve rahmetinin gereğidir.
Kur’ân, dünyanın her tarafında her milletten her grup insana hidâyet olmaya, onları küfürden imana, şirkten tevhide, isyandan ibadete yönlendirmeye devam etmektedir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar