"Resâili’n-Nur şakirtleri imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler." hükmü hangi ayetten çıkarılmış, tüm talebeler mi?
Değerli Kardeşimiz;
"O gün insanlardan şakîler ve saidler vardır." (Hûd Suresi, 11/105).
"Saidlere gelince, onlar da Cennette kalacaklardır." (Hûd Suresi, 11/108).
Üstad Hazretleri bu iki ayetin ebcet ve cifir değerleri ile bu asrın iman hareketi olan Nur hareketine dair müjdeler tespit ediyor. Tabi bu müjdeyi mealde sarih ve zahir bir şekilde görmek mümkün değildir. Kur’an’ın her bir ayet ve harfinde canlılık ve mana hükmettiği için, insanların cansız ve kabuk hükmündeki kelamlarına kıyas edilmemelidir. Kur’an Cenab-ı Hakk’ın ezelî ilmiden süzülüp geldiği için, bütün zamanları ve mekânları içine alan âlemşümul bir Kitaptır; bu asra bakıp zecr ve müjdeler vermemesi kabil değildir.
Hangi insanın kabre iman ile gideceği bilinmez; bunu ancak Allah bilir. Fakat kabre iman ile gidebilecek kişilerin vasıfları, ayet ve hadislerde ifade edilmektedir. Kur'an ve hadislerde ifade edilen bazı alametlere ve kıstaslara göre, hangi insanın kabre iman ile gidilebileceği tahmin edilebilir.
Meselâ; "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz" hadis-i şerifi bize bu noktada ışık tutmaktadır. Demek ki, bizim yaşama tarzımız istikbalimizi belirleyen en mühim bir sebeptir.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de müminlerin cennete gireceği çoğu ayette ifade edildiği halde, çok "keşfel kubur velisi" denilen kabirleri müşahede eden velilerin ifadesine göre, bazı insanların kabre imansız gittiği bilinmektedir. Üstad hazretleri Meyve risalesinin Dördüncü Meselesinde, "İslam diyarı olan bir yerde kırk vefiyattan bir iki kişinin kazandığını diğerlerinin kaybettiğini" ifade etmektedir. Demek ayet ve hadislerde ifade edilen "Müminlerin cennete gireceği" hususu mutlaktır ve şartlara bağlıdır.
Şartları yerine getiren kişiler, kabre iman ile giderler. Ama şartları yerine getirmeyen kişiler ise isimleri mümin olsa bile, bu imtihanı kaybedebilirler.
Aynı şekilde Üstad Hazretleri, Risale-i Nurların bu zamanda çok kişinin imanını kurtardığını, iman hakikatlerini mükemmel izah ettiğini, şahs-ı manevî olduğu için cüz'i ve hususi sevapları arttırdığını muhtelif yerlerde ifade etmektedir. Ama bu gibi teşvikler, şartları yerine getiren kişiler için geçerlidir. Yoksa kendine "Ben Nur talebesiyim" diyen herkes, şartlarını yerine getirmediği sürece, Üstadımızın verdiği müjdeli habere muvaffak olamaz.
Birinci Şua'nın Beşinci ve Yirmi Altıncı ayetlerinde bu konuda izahat yapılmıştır. Şöyleki:
"Beşinci Ayet:"
"Sabri'nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun mânevî tesiriyle bu âyeti ve اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetiyle beraber düşünürken hatırıma geldi. Risale-i Nur bu derece kuvvetli işaret-i Kur'âniyeye ve şakirtleri bu kadar kıymetli beşaret-i Furkan'iyeye ve aktâbların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki, hiçbir eserin mazhar olmadığı bir kudsî takdir ve tahsin almış."
"Demek ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünden değil, belki musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi cüz'î ve az olduğu halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki, bu âyette işaret ve beşaret-i Kur'âniyede ifade eder ki, 'Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler' diye müjde veriyorlar. Evet, bazı vakit olur ki, bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin fevkıne çıkar, binler derece kıymet alır."(1)
"Yirmi Altıncı Ayet:"
" فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ ayetinin makam-ı cifrîsi olan 1349 adediyle, 1349 tarihinden beşaretle remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kur'ân hizmetkârlarından bir taifenin ashab-ı Cennet ve ehl-i saadet olduğunu mânâ-yı işârîsiyle ve tevafuk-u cifrî ile ihbar eder ve bu tarihte Risale-i Nur şakirtleri Kur'ân hesabına fevkalâde hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin telifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzarâtı tezahür ettiğinden, elbette bu tarihe müteveccih ve işârî, tesellikâr bir beşaret-i Kur'âniye en evvel onlara baktığını gösterir."
" فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ yani, 'Cennette sonsuza kadar kalacaklardır." (Hûd Sûresi: 11:108. ) ayetinde şeddeli 'nun' , bir 'nun' sayılmak cihetiyle 'ta' 400, 'ha' 600; 1000 eder. İki 'nun' 100; bir 'ye' iki 'fe' , bir 'lam' 200; diğer 'lam' 30, ikinci 'ya' 10, iki 'elif' 2, bir 'cim' 3, bir 'del' 4, 49 eder ki; yekûnu 1349 eder." (Bu ayetin tarihine bakıldığında Nur talebelerine bakan müjdesi mevcuttur.)
"Bu müjde-i Kur'âniyenin binden bir veçhi bize teması, bin hazineden ziyade kıymettardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-yı sadıkadır. Şöyle ki: Isparta'da başımıza gelen bu hadiseden bir ay evvel bir zâta, rüyada ona deniliyor ki, 'Resâili'n-Nur şakirtleri imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler.' Biz o vakit o rüyaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kur'âniyenin bir müjdecisi imiş."(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, Beşinci Ayet.
(2) bk. age., Yirmi Altıncı Ayet.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ ONUN MÜSLÜMAN TÜRK SEVGİSİ VE YENİ DEVİR AĞABEYLER SALTANATI Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI Bedîuzzaman; Said-i Nursî bir felâket asrında yetişmiş, Tanzimat, İstibdâd, Meşrutiyet, İnkılap ve Demokrasi devirlerini gör¬müş, bu arada şanlı Osmanlı Devletinin bin bir türlü dâhili ve harici entrika ve oyunlarla nasıl yıkıldığını bir ızdırap yığını, bir elem yu¬mağı olarak tam bir çaresizlik içinde seyretmiş ve âdeta kahrolmuştur. Fakat O, herkesin artık her şey bitti!& dediği bir ümitsizlik devrinde yeniden hem de bir mücahit gazi olarak ve yepyeni bir misyonla ortaya çıkmış, inandığı yüce gaye ve hizmet ettiği ulu dava uğrunda, bıkmadan yorulmadan çalışmış ve bir asra varan ömrünün her dakikası, hatta her saniyesini davası için yaşamış, imanı herkesi kucaklamış, nuru bütün Anadolu topraklarını ay¬dınlatmış ulu bir Anadolu Evliyasıdır([1]). Said-i Nursînin; Hz. Peygamberden aldığı risâlet davası meşalesi ve nesilleri kucaklayan iman davası ve bunun Anadolu ve hele hele Orta-Asya Türklüğü için ifade ettiği gerçek ayrı bir in¬celeme konusudur. Ancak,O; küfr-ü mutlakın bütün insanlığı tehdit, ateizmin telkin edildiği, komünizm ve daha bir nice kokuşmuş ideolojilerin azgın bir ahtapot gibi Anadolu insanının bütün, maddi manevî değerlerini yutmaya başladığı bir asırda koca bir neslin imdadına koş¬muştur. Artık bundan sonra Saîd-i Nursî, bütün gücü ile; ilhamını Haktan aldığı ve adını Risâle-i Nur olarak ilân ettiği eserleri ile Türk Gençliğinin her şeyden önce imanını kurtarmak için yeni bir iman seferberliği başlatmıştır ki, bunun yeni adı bize göre ANADOLU HAREKETİ dir ve Anadoluda başlı başına bir olaydır([2]). Bediüzzamanın öncelikle Anadolu insanı ve Türk gençliğinin imanını kurtarmaya koşmasının altında yatan temel felsefe nedir? Bu sorunun Said Nursîye göre, zahîrî, batım, birçok cevabı vardır. Bize göre bunun en önemli nedeni, Türk Milletinin alın yazısı ve Hz. Peygamberin ebediyetlere kadar yaşayacak olan ilâhî Risâlet misyonun, Türk milletine Buyur! edilmesi ve bu büyük sırrı, Bediüzzamanın maneviyat gözüyle görmüş olmasıdır. Zâten bu hal, mübarek Orta Asya ve Anadolu evliyalarının geleneğinde de vardır. Zira aynı sırrı Hz. Peygamberden telâkki eden Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevînin de bütün himmeti bu mübarek Anadolu toprakları üze¬rine olmuş ve o, bütün müritlerini bir Horasanlı Erenler ordusu hâlinde Anadolu yaylalarına göndermişlerdir([3]). Evet bu büyük sırrı keşfeden Bediüzzaman, Müslüman Türke, Türk gençliğine, onun imanını kurtarmaya, hayır; onun yakılmak, istenen İslâmî şahsiyetini bütün heybetiyle ayağa kaldırmaya ça¬lışmış ve bunun içinde hiçbir engel tanımamıştır. Ancak O, bu noktaya kendiliğinden gelmemiştir. Onun ummanları andıran iman deryasında, Nuh Tufanını andıran dalgalanmalar olmuştur. Bu dal¬galanmalara sebepte Bediüzzamanın, Kuran-ı Kerimin birçok âyetleri ve Hz. Peygamberin birçok hadislerinden; Türk milletinin ululuğu, onun ilâhî bir kader çizgisi doğrultusunda İslâm dinine asırlardır hizmeti ve onun, Allah tarafından kabul edilmiş ol¬masıdır. Hatta, bundan öte onun; şu hâdisât âleminde, herkesin bin bir türlü ümitsizlik içinde, emellerinin bir son bahar yapraklan gibi döküldüğü bir devirde, istikbâlin, en yüksek ve gür sedâsı İslâmın sedâsı olacaktır! yolunda ifâde ettiği bir Kızıl Elma ül¬küsünün gerçekleşmesi için, Türk milleti ve onun kahraman or¬dusuna duyduğu sonsuz güven, sevgi ve bu uğurda Kuran-ı Kerimin birçok âyetleri ve Hz. Peygamberin birçok hadislerinden aldığı Rabbânî İlhamlarıdır. Evet Bediüzzaman; Türk milletinin asırlardır İslâmı kucaklayan ilâhî misyonunu, belki gelmiş geçmiş bütün insanlar içinde en iyi bilen ve ona bir iman coşkusu ile inanan en ulu kimsedir. O bu imanına en büyük delil olarak Allahın Kelâmı ile Hz. Peygamberin bir kısım Hadislerini göstermektedir. Bunun için en büyük dayanağı Kuran-ı Kerimden el-Mâide sûresinin yukarda mealini verdiğimiz bir âyetidir. Çünkü bu âyetinde Cenab-ı Hak; kendisinin bizzat onları; onların da, Zât-ı pâkini seveceği bir kavim, bir millet göndereceğini beyan buyurmuştur. Üstâd Bedîuzzaman, bu âyetin münhasıran büyük Türk milleti ve onun kahraman ordusu için indirildiğine, hem de bütün varlığı ile inanmakta ve bundan büyük bir haz ve gurur duymaktadır. Nitekim o, Risâle-i Nur adını verdiği külliyâtı ve Lâhikalar adını verdiği mektuplarında müslüman Türk milletinin manevî şahsiyetine olan saygı ve inancını şu şekilde dile getirmektedir. Allahü Zülcelâl Hazretleri, Kuran-ı Kerlmde; öyle bir kavim göndereceğim ki onlar Allahı Allahta onları sever buyurmuştur([4]). Bende bu beyân-ı ilâhi karşısında düşündüm. Bu kavimin bin yıldan beri Âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım[5]). Üstad Bediüzzaman bu konularda, her türlü riyada uzak, üs¬telik çok samimi görülmektedir. O eserlerin birçok yerinde; Türk milletini pek ciddi bir muhabbetle sevdiğini ve Kuran-ı Kerimin senâsına mazhariyetleri cihetiyle Türk milletini pek çok takdir ettiğini ve altı yüz seneden beri bütün dünyaya karşı Kuranın bayraktarı olan bu millete karşı gâyet şiddetli taraftar, olduğunu söy¬lemektedir([6]). Hatta o, bu duygularını zaman zaman kükremiş bir arslan gibi haykırmakta ve Arş-ı âlâya duyurmak istercesine şöyle demektedir: Ey Efendiler! İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler ol¬duğundan meslek-i Kurâniyem cihetiyle her milletten ziyâde Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezâsıdır([7]). Üstad Bediüzzaman, Türklerin sâdece Kuran-ı Kerimde Allahın değil, Hadislerde de Hz. Peygamberin senasına mahzar olmuş ulu bir millet olduğuna inanmaktadır. Buna sebepte Hz. Peygamberin başta Kütüb-ü Sitte olmak üzere diğer ciddî hadis ki¬taplarının hemen hepsinde yer almış olan Türkler hakkındaki ha¬disleridir. Gerçekte Bediüzzaman; ilmi dünyayı doyuracak bir hâle geldiğinde çoktan bu hadis kitaplarını tetkik etmiş ve onların Hz. Peygambeden Türkler hakkındaki nakletmiş oldukları hadisleri bir, bir okumuş, doğrusunu, yanlışından ayırmış ve en sonunda, Türk¬lerin, Hz. Peygamberin medih ve tebşîratına mazhar yüce bir millet olduğu yolunda mükemmel bir kanaate sahip olmuştu. Nitekim Üstâd dirayetli bir talebesine gönderdiği bir mektubunda aynen şöyle demektedir: Türkler hakkında Senâ-i Peygamberi muhakkaktır. Bir kaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş hadis vardır. Fakat bu hadisin hâkimi sûreti ve ne olduğunu yanımda Kütüb-ü Hadisiyye bulunmadığından bilemiyorum. Fakat mânası hakikat ve Türk mil¬letinin Senâ-i Peygamberiye mazhar olduğu bir hakikattir. Bir nu¬munesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir([8]). Üstadın eserlerinde, onun iyi bir hadis tarihi kültürüne sahip olduğu ve bir kısım hadislerin muhtevasını yo¬rumlamada, şaşılacak derecede, kendine has bir ilmî kudret, deha ve cesaret gösterdiği görülmektedir. Âyet ve hadislerin birçok âlimlerin bile arayıp bulmakta güçlük çektikleri derûnî, ince ma¬nalarını bütün açıklığı ile ortaya koymak, bu herhalde Cenab-ı Hakkın, ona lütfettiği bir sezgi gücü olmalıdır. Eserlerinde O, bunun örneğini vermiş ve herkesi hayretler içinde bırakmıştır([9]). Aynı dehâ gücünü o, Türklerle ilgili bir kısım hadisleri yorumlamada da göstermiştir. Meselâ Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuşlardır; Yakın bir gelecekte sizin aranızda yabancılar (el-acem) çoğalacak ga¬nimetlerinizi yiyecekler ve sizin dizginleriniz de onların eline ge¬çecektir([10]). Bu ve benzer hadislerde geçen yabancılardan maksadın Üstâd; Abbasiler devrinde hilâfet ordusuna intisâb eden Türkler olduğunu beyan etmiştir ki bu fevkalâde önemli bir tespittir. O bu hadisle ilgili olarak yaptığı yorumunda aynen şöyle demektedir; Hem nakl-i sahih ile Hz. Peygamber; o zamanda vücûdu ol-mayan Basra ve Bağdadın vücuda geleceklerini ve Bağdada dünya hazinelerinin gireceğini ve Türkler ve Bahr-i Hazar et¬rafındaki milletler (Hazar Türkleri) ile Arapların muharebe ede¬ceklerini ve sonra onların çoklukla İslâmiyete gireceklerini, Arap¬lara; Arapların içinde hakim olacakların haber vermiş ve haber verdiği gibi de çıkmıştır([11]). O, Hz. Peygamberin bir başka hadisini yorumlamada da çok ince bir deha örneği göstermiştir. Nitekim konumuza esâs olan bir hadisinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır; Yaklaşıp gelmekte olan bir beladan Arapların vay haline! Bediuzzaman bu hadisi, İslâm dünyasına bir kasırga gibi gelen Cengiz ve Hülâgû orduları ile yorumlamakta ve aynen şöyle demektedir; Hem nakl-i sâhih ile Hz. Peygamber ferman etmiş, Cengiz ve Hülâgûnun dehşetli fitnelerini ve Arap Devlet-i Abbâsiyesini mahvedeceklerini haber vermiş verdiği gibi de çık¬mıştır([12]). Üstadın bu yorumu, tarihi olaylarda da büyük bir uyum ve muvafakat içindedir. Ayrıca onun, Abbasiler devletine bir Arap Devleti gözü ile bakması, üzerinde önemle durulacak bir husustur. Zira o büyük İslâm devleti olarak Osmanlıları gör¬mektedir. Bediüzzamanın, meşhur İstanbulun fethi ile ilgili hadis içinde yaptığı açıklama çok ilginçtir. Ona göre Fetih Hadisi ve bunda Hz. Peygamberin asıl muhatabı Türkler ve bizzat Fatih Sultan Mehmed Handır. Nitekim o, bu konuda aynen şöyle demektedir; Hz. Peygamber; İstanbulun İslâm eliyle fetholacağını ve Hz. Sultan Mehmed Fatihin yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş, haber verdiği gibi de zuhur etmiştir([13]). Görüldüğü gibi Üstâdın; Müslüman Türk milletine bakış açısı, Osmanlı-İslâm ulemâsından çok farklıdır. İslâm âlimlerinin çoğu bu kabil hadislerin mana ve mefhumunu kavramakta çok büyük bir sıkıntıya düştükleri halde, Bediüzzaman; meselenin bir keramet olarak özünü keşfetmiş, Âyet ve hadislerden murad-ı ilâhinin ne olduğunu açık açık ortaya koymuş ve sâdece müslüman Türk milletine değil, İslâm ümmetine de bir ulu hedef göstermiştir. Oda; İslâmiyetin asırlardır bayraktarlığını yapmış Müslüman Türk milletinin bu manevi şahsiyetinin kabul edilmesi ve bu büyük akıncılar ruhunun tekrar İslâmın hizmetine kanalize olmasıdır([14]). Fakat burada karşımıza çok önemli bir keyfiyet çıkmaktadır. O da, böylesine güzel emeller ve yüce gayelerle yola çıkan ve Anadolu da yeni bir iman hareketi başlatan Ustad ve Risale-i Nur Cemaati ve özellikle yeni nesil ağabeylerinin bu günkü durumu nedir? Anadolu iman hareketi hedeflerine ulaşmış mıdır? Burada hemen üzülerek şunu bir kere daha ifade edelim ki, Üstad Bediüzzaman vefat ettikten sonra neyazik ki Onun bu yüce gayelerini kucaklayacak, ufku geniş ve bu büyük sosyal ve siyasi gelişmeleri, üstadın İman Hareketi ve onun yüce hedefleri açısından değerlendirecek ve cemaate yeni yeni ufuklar gösterecek yetenekli, şahsiyet ve fazileti herkez tarafından kabul edilmiş kimseler yani AĞABEYler çıkmamıştır. Bu bakımdan Üstad Urfa'da vefat ettikten sonra ne yazık ki Onun çilekeş Anadolu insanı için hayal ettiği büyük hedefleri, Müslüman Türke olan büyük sevgisi, Orta Asya Türklüğüne olan büyük beklentileri gibi daha bir nice büyük gayelerinin üzerine tam bir ölü toprağı serpilmiş ve neticede, bu canlı, heyecanlı iman hareketi, Nur Medreseleri denilen evlerde sadece Risâle-i Nurları bir doğma gibi okuyan ve hiçbir iddiası olmayan sessiz ve fakat mütedeyyin bir toplum haline gelmiştir. Bundan daha da acısı bir kısım AĞABEY denilen, yetki ve selahiyeti tamamen kendinden alan ve hiçbir üst otorite kabul etmeyen, başına buyruk ve az olsun yeter ki benim olsun! diyen bu sözde AĞABEYler, ikinci neslin yeni kendini beğenmişleri, bütün imani zevk ve coşkusunu Üstad ve Risâle-i Nurlardan alan nur cemaatini bin bir parçaya bölmüşler ve Üstadn yazdığı İHLAS RİSALESİNİN mana ve mefhumunu da param parça etmişlerdir. Bunlar Üstadın İHLAS RİSALESİNDE yazdığı gibi yan yana dizilmiş birler olmayıp üst üste konmuş birlerdir ve sanki birer ferdi vahittirler. İman hizmetinde başkalarının varlığını kolay kolay kabul etmek ve müşterek hedefler tespit ederek bu hedeflere beraber koşmak gibi bir düşünceleri de yoktur. Anadolu insanının karşı karşıya olduğu bir çok dini ve sosyal problemler bu AĞABEYLER in çoğu halde kalplerini kanatmamaktadır. Ayrıca bu yeni devir Ağabeylerinin hizmet adına gösterdikleri ENANİYET i izah etmekte çok zordur. Üstad ve Risale-i Nur namına yarınlara giden yolda çilekeş Anadolu insanı ve Müslüman Türk Milleti namına hiç bir iddiası olmayan bu yeni devir AĞABEYLERİ; Müslüman Türkün, Ayet ve Hadislerin iltifatına mazhar o büyük varlığını ve bunun Üstad ve Risale-i Nurlardaki o etkin durumunu tamamen göz ardı etmek istemişler ve bunda büyük ölçüde de başarılı olmuşlardır. Zira bugün Anadoluda TÜRK kelimesini telaffuz etmekten bunlar kadar çekinen hiçbir kimse yoktur. Bu bedbaht durum şüphesiz Üstadı kabrinde dahi rahatsız etmekte ve onun kemiklerini sızlatmaktadır. Durumun vehameti sadece bizim burada bir kaç cümle ile tespit ettiğimiz bu bir kaç noktadan ibarette değildir. Zira; her ne hikmetse Müslüman Türkün muhteşem tarihi şahsiyetini görmemezlikten gelen ve TÜRK kelimesini bir türlü ağzına almayan ve bu kabil şeyleri güya menfi milliyetçilik, unsuriyyet ve ırkçılığın bir tezahürü olarak gören bu bedbaht zihniyet ve kendinden yetkili bu yeni devir AĞABEYleri, bu olumsuz davranışlarında daha da ileri gitmişlerdir. Onlar bu ağzı dualı nur cemaatini, milli gelişmelere karşı tavır almaya yönlendirmişler ve böylece bu saf temiz Anadolu insanını, diğer milliyetçi çevreler ve bütün hizmet ehli cemaatlerle bağlarını kesmişler ve onları koyu bir yalnızlığın içine itmişlerdir ki bu yürekleri dağlayan bir durumdur. Şimdi bu yeni devir AĞABEYLER saltanatı ve muhterem AĞABEYLER e sormak istiyoruz ! Şayet; Üstat, Risale-i Nur ve anadolu iman hareketinin gayesi sadece nur medresesi denilen evlerde haftada bir defa toplanıp ve bir dogma olarak Risale-i Nurlardan her hangi bir yeri okuduktan sonra herkesin evine dağılıp gitmekse, başta Üstat olmak üzere yeni sahabe neslinin ömürlerinin çoğu niçin hapishanelerde geçmiştir ? Yok eğer bu değilse yeni devir AĞABEYLER saltanatı ve muhterem AĞABEYLER bu keyfiyeti nasıl izah edeceklerdir? Aralık, 2008, Konya. www.zekeriyakitapci.com
tesekkur edirim, Allah razi olsun
Sadık nur talebeleri imanla kabre girecektir inşaallah. O yüzden rabbim bizleri sadakatle nura bağlı olanlardan eylesin. Sadakatin şartının ne olduğunu ise üstadımız Risale-i Nur da izah ediyor