"Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar." Dindar siyasetçi olamaz mı? Peygamber Efendimiz de siyaset yapmadı mı?
Değerli Kardeşimiz;
"Siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer."
"Hakikî dindar ise; 'Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir.' diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar."(1)
Burada siyaseti asıl maksat yapanların gündeminde dinin ister istemez ikinci planda kalacağı ifade ediliyor. Halbuki hakikî dindar için bütün kâinatın gayesinin iman ve ibadet olduğunu, siyasetin ise ikinci ve üçüncü derecede ve mümkünse dine ve hakikate âlet ve hizmetkâr kılmakla sınırlı olduğunu bildiriyor.
Üstad burada münhasıran dine hizmet için yola çıkmış, insanların siyasetle alakasını böyle bir temele oturtarak, dini ve hizmetkârlarını politik çekişme ve mücadelelerin getireceği kirlenme ve şaibelerden uzakta tutmanın da yolunu açmıştır..
Bu esas ölçüye, düsturlara ve ikazlara itibar etmeyerek, dindar hüviyetlerini öne çıkararak siyaset sahnesine atılanlar, çok ciddî bir bunalım yaşıyorlar. Hatta siyasetin zalim ve çirkin prensipleri arasında kaybolup gidiyorlar. Onların dindarlıkları bir zaman sonra şekilde ve görüntüde kalıyor.
Hâlihazırdaki siyasetçilerin vaziyeti ve tarihteki siyasilerin zulüm ve haksızlıkları Üstad'ın bu fikrinin ve tesbitinin ne kadar hakikatli olduğunu göstermektedir.
Risale-i Nur'da dünya saltanatının aldatıcı olduğunu hatırlattıktan sonra, hilâfet ve saltanat makamına geçecek kişinin bu aldatıcı cazibeye kendisini kaptırıp aldanmamak için ya peygamber gibi masum veya Dört Halife, Ömer bin Abdülaziz ve Abbasî Halifesi Mehdî gibi “harikulâde bir zühd-ü kalbî” sahibi olması gerektiğini nazara veriyor.
Tarihte Âl-i Beyt mensuplarınca kurulan ve başarısız olan Mısır’da Fatımî, Mağrib’de Muvahhidîn ve İran’da Safevî devletlerini buna misal gösterdikten sonra, dünya saltanatının Peygamber (asm) nesline yaramayacağını ve dini koruyup İslâm’a hizmet olan asıl vazifesini unutturacağını ifade ediyor.
Bu durumda Peygamber Efendimiz (asm)'in siyasî hüviyetini misal gösterip, siyasetle ilgilenmenin dindarlıkla tezat teşkil etmeyeceğini iddia etmek doğru değildir. Tarihte siyasetle hakiki dindarlığı cem eden insan sayısı iki elin parmakları kadar azdır.
Bilhassa günümüzde yalan, hile, iftira vesaire altın çağını yaşarken, siyasette temiz kalabilmek pek de mümkün değildir.
Siyaset; devlet idare etme sanatıdır.
Siyaset, “diplomatlık”, “politika”;insanların dünya ve ahiret işlerini tanzim etme gayretidir.
Hüccet’ül-İslâm İmam-ı Gazali, İhyayı Ulûm adlı eserinin birinci cildinde siyaseti dört kısma ayırmaktadır:
1-Peygamberlerin siyaseti: Dünya ve ahirete taalluk eden ilâhi emirlerin tümünü, umum insanlara tebliğ, talim ve tatbik etmektir.
2-Hükümetin siyaseti; kalkınmanın temel unsurları olan ziraat, ticaret, maarif ve sanayi kesiminin millet ve memleket menfaati hesabına tanzim, sevk ve idaresidir.
3-Vaiz ve nasihlerin siyaseti; Allah’ın emirlerini ve Kur’an’ın hükümlerini tebliğ edip, yasaklarından sakındırmaktır.
4-Müceddit ve Mürşitlerin siyaseti;Kur’an’ın daha ziyade itikat, ibadet, ahlâk ve fazilete bakan cihetlerinin, o asrın anlayış seviyesine uygun olarak izahı ve isbatıdır. Bu siyasetin temelinde, kalp ve vicdanın tatmini, ruh ve aklın tenvir ve irşadı esastır.
Resul-i Ekrem Efendimiz (asm.) her haslette olduğu gibi, siyasette de emsal idi, büyük bir kudrete haiz idi. O’nun şecaat ve heybetinden düşmanın kalbine korku dolardı. Zehirli kılıçlarıyla O’nu (asm.) öldürmeye çalışan müşriklerin en kahraman yiğitleri Allah Resûlü ile karşılaşınca korkudan titremeye başlar ve ellerinden kılıçlar yere düşerdi.
Hz. Peygamber (asm.) büyük bir siyasî dahi ve fevkalade bir müdebbir idi. Zamanın devlet ve kabile başkanlarına mektuplar yazdı ve elçileri vasıtasıyla onlara İslâm’ı tebliğ etti. Başta Kayser-i Rumî, Acem kisrası, Habeş Kralı Necaşi, Mısır valisi, Bulga ve Yemame melikleri olmak üzere birçok meliklere sefirlerini göndererek Allah’ın varlığını ve birliğini ve kendisinin ahir zaman nebisi olduğunu tebliğ etti. Bunun için, Abdullah b. Huzeyfe’yi İran’a, Dihye’yi Bizans’a; Hâtib b. Beltea’yı Mısır’a; Şuca’ b. Vehb’i Gassânîler’e; Sâbit b. Amr’ı Yemâme hükümdarına; Amr b. Ümeyye’yi Habeşistan’a yolladı. Elçiler gittikleri yerlerde değişik şekillerde karşılandılar. O (sav.) her hükümdarın şevket ve kudretini iyi biliyordu. Bunlardan Yemen Meliki şöyle bir şart koştu: “Beni kendisine veliaht ederse Müslüman olurum! Yoksa O’nunla cenge tutuşurum!” Fakat O da kısa bir zaman sonra ölüp Cehenneme gitti.
(1) bk. Emirdağ Lahikası-I, 30. Mektup.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü