"Tefsir" ne demektir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın bütün beşeriyete gönderdiği en son ve en mükemmel semavi kitaptır. Bu ilahi hitapta, insanlığa lüzumu bulunan her şey ana hatlarıyla ele alınmıştır.

“Biz Kitab’ı (Kur’an’ı) sana her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik.” (Nahl Suresi, 89)

“Biz o kitab’ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık” (En’am Suresi, 38) gibi ayetler, Kur’an’ın her şeyden bahsettiğini, her meseleden söz açtığını anlatır.

Büyük bir ağacın küçük bir çekirdekte dercedilmesi gibi, ilahî ve kevnî bütün hakikatler de öz olarak Kur’an’da dercedilmiştir. Kur’an, hem ezelden bahseder, hem ebedden. Hem dünyadan söz açar, hem ahiretten. Hem yaratılışı anlatır, hem kıyameti; hem ferdi ele alır, hem cemiyeti...

Fakat bu meseleler, bu ele alışlar çok veciz ve âli bir üslupla olduğundan, Kur’an’a muhatap olan herkes, birden en yüksek manalara yükselemez, ayetten matlup manayı hemen anlayamaz.

İşte bu noktada tefsir ilmi devreye girer. Yorum manasındaki tefsir kelimesi, “Allah’ın kelamını açıklamak” manasında kullanılır. Bu ilim vasıtasıyla insanlar Kur’an ayetlerine daha iyi muhatap olabilirler, onun engin ve zengin manalarını daha iyi anlayabilirler.

Kur’an’ın ilk müfessiri, yine kendisidir. Çünkü Kur’an’ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder. Bir yerde mücmel olarak bildirilen bir husus, bir başka yerde açıklanır. Meselâ; Fatiha suresinde Cenab-ı Hakk’ın bir unvanı olarak geçen “Maliki yevmiddin” (din gününün sahibi) ifadesi mücmeldir. Bu ifade, İnfitar suresinde “Bildin mi nedir din günü? Evet, bildin mi nedir din günü? O gün kimse kimseye sahip olamaz. O gün bütün emir, Allah’ındır.” şeklinde açıklanmıştır.

Keza, yine Fatiha suresinde; “Bizi nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet” ayetinde bu nimet verilenlerin kimler olduğu belli değildir. Nisa suresindeki, “İşte onlar Allah’ın nimetlendirdiği nebiler, sıddıklar, şehitler salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar” ayetinden, ilahi nimete mazhar kılınan bu seçkin kimselerin kimler olduğu açıklanmıştır. (Nisa Suresi, 69)

Hz. Peygamber (asm), Kur’an’ın ilk müfessiridir. Kur’an’da mücmel veya mübhem olarak geçen nice meseleye O vuzuh kazandırmıştır. Meselâ; Cenab-ı Hak, “Namazı kılın, zekâtı verin!” buyurmuş. Fakat “Namaz nasıl kılınır, kaç vakit ve kaçar rek’at kılınır? Hangi maldan ne kadar zekât verilir?” şeklindeki ayrıntılara girmemiştir. Peygamber Efendimiz, bu gibi noktalara açıklık getirmiştir. “Sana Zikri (bir öğüt olan Kur’an’ı) indirdik. Ta ki onlara indirileni insanlara beyan edesin... “ ayeti, Hz. Peygamberin bu yönüne dikkat çeker. (Nahl Suresi, 44)

Keza, Hz. Peygamber (asm.), yaptığı yorumlarla ashabına ve ümmetine ufuk açmış, onların Kur’an’ı yanlış anlamalarına engel olmuştur. Meselâ; şu ayete bakalım: “İman edip de, imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar (var ya), işte onlar için emniyet vardır ve hidayete erenler de onlardır.” (En’am Suresi, 82)

Bazı sahabiler, bu ayeti duyunca endişeye kapılırlar. Hz. Peygamber, ayette geçen zulmün şirk olduğunu nazara verir ve “Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman Suresi, 13) ayetiyle istidlalde bulunur.

Peygamber Efendimiz (asm), Fatiha’daki “bizi nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet. Gadab edilenlerin ve sapanların yoluna değil” ayetinde geçen “gadab edilenlerin” Yahudiler, sapanların Hıristiyanlar olduğunu bildirir. (Tirmizi, Tefsir, 1/2) Şüphesiz, gadap edilenler sadece yahudiler, sapanlar da sadece Hıristiyanlar değildir. Hz. Peygamber’in bu şekildeki beyanı, gadap edilen ve sapanların en bariz tipleriyle bir açıklama olarak kendini göstermektedir.

Hz. Peygamber (asm), kendisine Kur’an’la beraber, onun bir mislinin de verildiğini bildirir. (Kurtubi, I, 29) Kur’an’ı şerheden O’nun sözleri, bu ifadesinin bir isbatıdır. Durum böyleyken, bir kısım insanların “Allah’ın kitabı bize kâfidir. Onda olanla iktifa ederiz” demeleri, Allah’ın Kitabını da bilmemenin bir alametidir. Erike hadisi olarak şöhret bulan bir hadiste, Hz. Peygamber bazılarının koltuğuna oturup vurdum duymaz bir şekilde böyle bir tavır sergileyeceklerini mucizane haber vermiştir. (Tirmizi, İlim, 10)

Kur’an’ın tefsirinde Hz. Peygamberin tefsirinden sonra sahabenin âlimlerinin tefsiri gelir. Hz. Peygamberin sohbetiyle yetişen bu insanlar şüphesiz tefsir noktasında seçkin bir konuma sahiptirler.

“Allahım, onu dinde anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret.” (Müslim, Fedailu’s- Sahabe, 138) duasına mazhar olan İbn-i Abbas, Hz. Ali, İbn-i Mes’ud, gibi seçkin sahabiler, Kur’an’ın yorumunda ufuk açıcı ifadeleriyle sonraki devirlerde gelenlere yol göstermişlerdir. Hz. Peygamberin “en hayırlı asır benim asrımdır. Sonra, onu takip eden iki asır.” (Buhari, Şehadat, 9) ifadesi, sahabeye ve sahabeden sonra gelen tabiin ve tebeü’t-tabiin devirlerinin faziletine işaret eder. Bu üç nesil, Kur’an’ın tefsirinde sonraki devir insanlarına örnek ve önder olmuşlardır.

Evet, Kuran ezeli ve ebedi sönmez bir nurdur ancak her âlim bile ondan hüküm çıkaramaz. O sahada derinleşmiş olmak lazımdır. Nitekim bir ayette bu hakikat şöyle ifade edilir: “Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun ayetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu ayetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez. İlimde derinleşmiş (uzman) olanlar, “Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.” derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.”(Âl-i İmran Suresi, 7)

Evet, sonsuz bir nur olan Kur’an-ı azimüşşanı sadece meal okuyarak anlamaya çalışmak ya da sadece mealin kâfi olduğunu söylemek, aslında Kur’anın kudsiyetini, derin ve geniş manalarını sınırlamak demektir. Bir meselede o sahada ihtisas sahibi olan kimselerin sözü geçerlidir, ona itibar edilir. Bir binanın çürük veya sağlam olduğuna dair bir mühendisin sözü mü esas kabul edilir, yoksa bir doktorun sözü mü? Bir binanın sağlam ve çürük olduğunu rapor eden bir inşaat mühendisinin sözü, o konuda fikir beyan yüz doktorun sözünden daha inandırıcı ve daha tesirlidir. Aynı şekilde bir kişinin hastalığı konusunda da yüz mühendisin değil, bir doktorun sözüne itibar edilir. Zira o konuda söz söyleme salahiyeti ona aittir.

Dünyada her mesleğin bir ustası, her ilmin bir mütehassısı, her hastalığın bir tabibi olduğu gibi, içtimaî ve manevî hastalıkların tabipleri de başta Fahr-i Âlem Efendimiz (sav.) olmak üzere diğer bütün peygamberler, mürşitler, mücedditler ve âlimlerdir. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, onları birçok manevî hastalıklardan korumak, cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için bu gibi emsalsiz zatlara ihtiyaç vardır. Güneşten feyiz alan meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum asfiyaların, mürşit ve mücedditlerin, âlim ve evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği takdirde onun huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükûnete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için Kur’an’ın nurlu yolunda yürüyen, Ehlisünnet çizgisinden ayrılmayan, Hz. Peygamberin (sav.) sünnetlerini kendilerine rehber edinen mürşitlere, mücedditlere, âlimlere ve evliyalara muhtaçtır. Sadece meal okuyarak Kur’an’ı anladığını söylemek en azından haddini bilmemezliktir.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
T
Okunma sayısı : 4.882
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...