Yedinci Şua, On Bir ve On İkinci Mertebelerde melekler işleniyor. On Dörde gelince “âlem-i gayba geçelim” deniyor. Melekler âlem-i şehadetten mi oluyor?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, 'Acaba âlem-i gayb ne diyor?' diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı. Yani, 'Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san'atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyleyse, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz.' dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:"

"Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü'l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfatıyla bildiriyor."(1)

Gayb, bilinmeyen, görünmeyen demektir.

Istılahî olarak gayb, insanın duyu organları ile idrak edilmeyecek şeylere denir.

Kur’an-ı Kerimde mü’minlerin vasıfları sayılırken; Onlar ki, gayba iman ederler buyurulur.

Biz melekleri görmeyiz ama onların varlığına iman ederiz. Bizim için melekler ve cinler gayb âlemindendir, görünmezler, ancak Allah Resulü cinlere de peygamberdir, onlar Kur’an okuduğu zaman O’nu dinlemeye gelirlerdi. Hz. Cebrail dört büyük melekten biridir, görünmez amma Hz. Peygambere (sav.) sürekli vahiy getirir, bazen de insan kılığında sualler sorardı.

Evet, gayb çok şümullü bir kelimedir. Gayb, bazen âlem-i şehadet içinde de olabilir. Mesela, a odasında iken b odası bana gaybdır. Cinler ile insanlar iç içe yaşarken, yani her ikisi de âlem-i şehadette iken, cinler insanlara gaybî olabiliyor. Ahiret dünyaya nisbeten gaybî bir âlemdir. Melekler görülmedikleri için insana nisbeten gaybîdirler vs...

Burada "gaybî" ifadesi, Allah’ın Zat-ı Akdesine bakıyor. Gayb umumî olarak mutlak ve izafi olmak üzere iki kısma ayrılır.

Mutlak Gayb: Yaratılmışların sonsuza dek muttali olamayacağı gaybî hallerdir. Yani ebedî olarak ihata ile bilinemeyecek ve idraki mümkün olmayacak şeylerdir. Bunlar Allah’ın Zat-ı Akdesi ve sıfatlarıdır. Hiç bir mahlûk ihatalı bir şekilde Allah’ın Zatını ve sıfatlarını idrak edemez. Onun için Allah’ın Zatı ve sıfatları ihata noktasından ebedî olarak bize gayb olacaktır.

“Gözler O’na erişemez. Onun ilmi ise bütün gözleri ihata eder.” (Enam, 6/103)

Bu âyet gözlerin, Allah’ı ihata sûretiyle, künhüne erecek şekilde göremeyeceklerini bildirir. Ama Allah bize mahdut ve ihatasız olarak zatını ve cemalini gösterecektir. Allah’ın kendini görmesi ile kulun Allah’ı görmesi müsavi olamaz. Bu yüzden, Allah’ın kendini ezelî ve ebedî olarak ihata ile görmesi bize gaybîdir.

Bu yüzden biz Allah’ı Zatı ile değil, isim ve sıfatları ile tanıyoruz. Allah’ın varlığını en güzel ve en zahir gösteren delillerden birisi de konuşmasıdır; yani vahiy ve ilhamlardır.

Diğer taraftan, meleklerin, durumlarına göre gaybîlikleri değişebilir. Cebrail (as) vahiy getirdiği zaman âlem-i şehadette, semaya çıktığı zaman âlem-i gaybda olabiliyor. Ama Allah’ın Zat-ı Akdesi ihata noktasından mutlak gaybdadır.

Ayette geçen idrak kelimesi, bir şeyi her cihetiyle anlamak demek değil, mahdut olan bir şeyi ihata etmek demektir. Ayette asıl nazara verilmek istenen husus; “Her göz sahibi onu idrak edemez” demektir. Her göz, Yüce Allah’ın azamet ve celalini mahiyetiyle idrak edemez.

Evet, insan her gördüğü şeyi idrak edemez. Su üzerinde ihtisası olmayan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelaleleri ve elektrik cereyanını müşahede etmektedir.

Büyük bir deryaya bakan bir insan, o deryanın derinliklerinde nelerin olduğunu idrak edemez; inci, mercan ve yakut gibi paha biçilmez mücevheratları göremez. Aynı şekilde ami bir insan, güneşe bakınca onu bir elma kadar zanneder, ama bir astronomi âlimi, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat daha büyük olduğunu, onda pek çok patlamaların meydana geldiğini bilir.

Sıradan bir insan, kanı, kırmızı bir su olarak görürken mütehassıs bir hekim o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.

Botanik ilminden habersiz olan bir kişi bir bitkinin yüzüne bakıp dururken, o fende terakki etmiş ve ihtisas yapmış bir kişi, onda gizli olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilaç yapmaktadır.

Evet, göz her şeyi göremediği gibi, akıl da her şeyi idrak edemez. Zira akıl da bir mahlûktur, mahduttur ve sınırlıdır. İdraki sınırlı olan bir akıl, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretini, nihayetsiz ilmini, azamet ve büyüklüğünü ve mutlak iradesini hakkıyla bilemez.

İnsan, kendi ruhunun, aklının hatta en basit bir bitki hayatının dahi mahiyetini tam olarak bilememektedir. Eşyanın mahiyetini de ancak Allah (c.c) bilir. Çünkü mevcudatın Sanii ve yaratıcısı odur.

(1) bk. Şualar, Yedinci Şua, Ayetü'l-Kübra.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...