Kur'ân'ın "Âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi" olmasını izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi..." (İşârâtü’l-İ’caz)
Cenab-ı Hak ne âlem-i şehadettedir ne de âlem-i gaybtadır. Allahu Teâlâ mekândan münezzehtir; âlem-i şehadeti ve âlem-i gaybı yaratandır. Dolayısıyla Kur’an’ın âlem-i gayb cihetinden gelmesini, -hâşâ- Allah orada bulunuyor da oradan vahyetmiş şeklinde anlamamalıyız. Bu ifadeyi şu manalarda anlayabiliriz:
1. Kur’an’ı Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a getiren Hz. Cebrail’dir. Cenab-ı Hak Hz. Cebrail’e vahyetmiş; o da kendisine vahyolunan ayet-i kerimeleri Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’a getirmiştir. Hz. Cebrail gayb âlemlerinden bir âlemde olduğuna göre, Kur’an’ın âlem-i gayb cihetinden geldiği söylenebilir.
2. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) vahyin uzun zaman gelmediği dönemlerde başını semaya kaldırır ve vahiy beklerdi. Bu sahneyi anlatan bir ayet-i kerime şöyledir:
قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا
"Yüzünün göğe çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni hoşnut olacağın bir kıbleye elbette döndüreceğiz." (Bakara Suresi, 144)
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılıyor ve kıblenin Mescid-i Haram olmasını çok arzu ediyordu. Bunun için de vahiy bekliyor ve başını sık sık semaya kaldırıp Hz. Cebrail’i gözlüyordu. Resul-i Ekrem Efendimiz öğle veya ikindi namazının üçüncü rekâtında iken, Mescid-i Haram kıble olduğunu haber veren mezkûr ayet-i kerime nazil olmuş, o da namazı bozmadan cemaatle birlikte kalan iki rekâtı Kâbe istikametine yönelerek kıldırmıştır. Kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çevirmesi üzerine, buraya mescid yapılmış, ismine de “iki kıbleli mescid” manasına gelen “Mescid-i Kıbleteyn” denilmiştir.
Habib-i Kibriya Efendimiz (a.s.m.) vahyin gelmesini gökten bekliyor ve başını kaldırıp Hz. Cebrail’i gözlüyordu. Göklerin ötesi âlem-i gayb olması hasebiyle Kur’an’ın âlem-i gayb cihetinden geldiği söylenebilir.
3. Kur’an’ın âlem-i gayb cihetinden gelmesi mecaz olarak da kabul edilebilir. Bu durumda, Allah’ın âlem-i gaybta olmasından murad Allah’ın saltanatıdır. Her ne kadar Allah’ın saltanatı yeryüzünde gözükse de yeryüzü o saltanatın haşmetini hakkıyla gösterebilecek kabiliyette değildir. Bu sebeple, saltanat-ı İlahiyenin mazharı olarak gökler ve âlem-i gayb gösterilmiştir. Buna göre, Üstadımızın mezkûr ifadesinin manası şöyle olur: Kur’an, saltanatı göklerde ve âlem-i gaybta olan Allah tarafından vahyedilmiş, dolayısıyla âlem-i gayb cihetinden gelmiştir.
Âlem-i gayb çok geniş ve şumullü bir tabirdir. Bütün iman hakikatleri gayb âlemindendir. İnsana nisbetle nasıl ahiret ve melekler gayb ise, aynı şekilde Allah’ın Zâtı ve isimleri de gayb hükmündedir.
Kur’ân ise Allah’ın hem Zât’ı hem de isim ve sıfatları hakkında bize malumat veren, aynı zamanda O’nun razı olduğu şeylerin ne olduğu hususunda bizi bilgilendiren ezelî bir hitap, ezelî bir hazinedir. Mesela, bize namaz ve zekât gibi şeyleri emretmesi ezelî bir iltifattır.
Kur’ân, ayrıca bize göre gaybî âlemler hükmünde olan uhrevî âlemlerin güzelliklerini ve orada bizim için hazırlanmış olan nimet ve iltifatların mahiyetinin ne olduğunu bildiren ezelî ve ebedî bir hazine ve iltifattır.
Üstadımız Kur’an’ı iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi olmakla vasfetti; vasfederken de Allah’ın Rahman ve Sübhan isimlerini kullandı. Bu isimlerin kullanılmasının hikmeti şudur:
Rahman “rızık veren” manasındadır. Bu rızık maddî olabileceği gibi, manevî de olabilir. Kur’an manevî bir rızıktır; O’nun nüzulü Allah’ın Rahman isminin bir tecellisi ve neticesidir.
Sübhan ise kusurdan münezzeh olmak demektir. Cenab-ı Hak zatı itibariyle Sübhan olduğu gibi, kelamı cihetiyle de Sübhan’dır. Kelamında bir eksiklik, bir kusur ve hata yoktur. Kur’an bu manaya şu ayetiyle işaret eder:
اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّهِ لَوَجَدُوا فيهِ اخْتِلاَفًا كَثيرًا
"Onlar hâlâ Kur’an’ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasının katından olsaydı, şüphesiz içinde birçok ihtilaflar bulacaklardı." (Nisa Suresi, 82)
Kur’an’da hiçbir ihtilaf, hiçbir tenakuz, hiçbir hata ve kusur yoktur. Bu cihetle de Sübhan olan Zatın kelamıdır ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesidir.
Kur’an Rahman olan Rabbimizin bizlere bir iltifatıdır ve içinde çok iltifatları vardır. Belki de en büyük iltifatı, يَا أَيُّهَا النَّاس “Ey insanlar!”, يَا اَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا “Ey iman edenler!”, يَا بَني اٰدَمَ “Ey Âdemoğulları!” hitaplarıyla, Allah’ın insanı kendine muhatap kabul etmesidir. Bundan daha büyük bir iltifat var mıdır?
Şu âlemin maliki olan Allahu Teâlâ insanı kendine muhatap seçmiş, onunla konuşmuş ve halifelik vazifesini insana vermiştir. Bu iltifatları ile insanı kıymetsizlikten, kimsesizlikten, sahipsizlikten, zavallı bir biçare olmaktan kurtarmış ve kendine muhatap yapmıştır.
Hazine olmasına da temas edelim: Cenab-ı Hakk’ın insanla birçok konuşması vardır. Kalbe gelen her bir ilham İlahî bir konuşmadır. Kur’an ise bu konuşmaların bir hazinesidir. Hani insan bir-iki altın bulsa sevinir ama bir sandık altın bulsa, bununla bir hazine bulmuş olur. İnsanın gönlüne düşen ilhamlar bir-iki altın bulmak gibidir. Kur’an ise hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesidir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü