Allah, "çekim kuvveti" denen bir kuvvetle mi, yoksa sebepsiz olarak kudretiyle mi yıldızları, gezegenleri yönetiyor?
Değerli Kardeşimiz;
Kuvvetlerden kast edilen mana; Allah’ın kudretinin o yerde aldığı isim ve unvandır. Yani Allah’ın kudreti suyun kaldırma kanununda tecelli edince, o ismi alıp onunla biliniyor. Güneşin çekme ve itme kanununda tecelli edince de; o isim ve unvan ile anılıyor vs. İsimleri ve unvanları veren insanlardır, itibari ve vehmi olması da bu manayadır. Hakiki manada iş gören ve tesir eden ise; Allah’ın kudretidir. Sebepler sadece bir perdedir ve kanundurlar, fail değildirler.
Mesela, bir meyvenin vücut bulma aşamasında sebepler sadece perdedir, hakiki manada hiçbir müdahaleleri ve tesirleri yoktur. Ağacın bütün planını çekirdeğine yerleştiren, onu Fettah ismi ile açıp ağaç haline getiren ve başında meyve bitiren Allah’tır. Ağaç ile elma arasında yaratma açısından hiçbir münasebet yoktur. Kayyumiyet sırrı ile Allah’ın kudreti, elmanın meydana gelme merhalesinin her noktasında mutlak galiptir.
Cenab-ı Hak, ağacı meyveye, arıyı bala, koyunu süte, tavuğu yumurtaya, anne ve babayı da çocuğa vesile kılmıştır. Hz. Âdem’i ana- babasız, Hz. İsa’yı da babasız yaratan sonsuz kudret sahibi Allah, isteseydi ağacı da aradan kaldırır, meyveleri gökten yağdırırdı. Ama bunlarda nice derin sırlar, bilmediğimiz nice hikmetler vardır; asıl maksat ise esma-i İlâhîyenin tecellileridir. Ağacın bütün planını çekirdeğe yerleştirmek ayrı bir sanat, çekirdeği açıp ondan ağaç, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyve yaratmak ayrı sanattır. Bu dünyada hikmet hâkim olduğundan nimetler sebepler vasıtasıyla bize ulaşıyor.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Gayet vahşi bir adam muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın, devletin nizamatıyla ve kanun-u padişahî ile kumandasını anlamayıp, inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünür; hayrette kalır. Sonra gider.. Ayasofya gibi gayet muazzam bir câmie, Cuma gününde dâhil olur. O cemaat-ı müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Manevî ve semavî kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatın maddî iplerle bağlandığını ve o acib ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.
İşte aynı bu misal gibi: Sultan-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mabud-u Ezelînin muntazam bir mescidi olan şu kâinata; mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelînin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelînin şeriat-ı fıtriye-i kübrasının, manevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlahiyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara "Tabiat" namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, bir zîkudret ve müstakil bir kadîr telakki etmek; misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir!..
Elhasıl: Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir sanat olabilir, Sâni olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz." (Tabiat Risalesi)