"Tabiat, Allah'ın san'atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun mes'eleleridir. Kuva dahi, o mes'elelerin hükümleridir." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Meseleye tevhid açısından bakıldığında, tabiatın yerine âdetullah konulur, o kadar. Çünkü nevamis ve kuva âdetullah noktasından da aynıdır. Sadece tabiat yerine âdetullah ya da sünnetullah deniliyor.

Bal arısının yaratılışını “şuursuz, kör, mecrâ ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânâtından evleviyet olmayan” basit ve camit sebeplere vermek son derece muhaldir.

Manevî kanun, itibarî kanun, ilmî vücud gibi şeylerin hepsi tabiat ve sebepler dedikleri şeylerin haricî bir varlığı ve vücudu olmadıklarına işaret eden birer ıstılahtırlar.

Mesela, suyun kaldırma kuvvetinde cisimleri kaldıran Allah’ın kudret sıfatıdır, ama Tabiatperestler bu kudreti inkâr ederek cisimleri kaldıran şeyin kanun olduğunu söylüyor. Hâlbuki kanun denilen şey o kaldırma fiilinin devamlılığına atıfta bulunan bir nişane ve bir temsildir. Yani kanun bir adam veya bir varlık değil ki, cisimleri tutup kaldırsın. Kanun tabiri, insan zihninin o hâdiseye giydirdiği bir elbise veya bir temsildir. İşte böyle hayalî ve vehmî kanunlara haricî ve maddî bir suret verip, sonra da onu -hâşâ- ilah kabul etmek ne derece bir akılsızlık olduğu bedihidir.

Tabiat ve sebepler, Allah’ın kudretinin farklı tecellilerine ancak birer temsil, nişan, isim ve unvan olabilirler. Tabiatperestler, Allah’ın kâinat üzerindeki tedbir ve tasarrufunu inkâr edip, her şeyin ve her neticenin sebeplerin tasarrufunda ve idaresinde olduğuna inanıyor ve sebepleri ilahlaştırıyorlar.

Allah kâinatta sebepler vasıtası ile iş yapıyor. Bu yüzden, kâinatta sebepler bir sünnetullah ve adetullah nev’inden daimîdirler. Allah bu nizamını bozmuyor, sürekli ve devamlı yapıyor. Zaten sebeplere tapan tabiatçıları aldatan da bu kanunların ve sebeplerin istikrar ve devamlılığıdır. Yani aynı neticenin aynı sebeple devamlı beraber olmaları insanların ekserisini yanıltmıştır. Hâlbuki ağaç elmanın, arı balın, inek sütün mucidi ve yaratıcısı olamaz.

Felsefenin hükmettiği fen ilimleri, işin maddî cihetini ve sebepler boyutunu inceliyor; onların arkasında hakiki manada iş gören Allah’ın kudretini göremiyorlar. Onlar o sebebe bir isim ve unvan takmakla işi çözdüklerini zannediyorlar. Hâlbuki isim ve unvan vermek, işin mahiyetini ve hakikatini asla çözemiyor ve çözemez de.

Materyalist ve pozitivist felsefe, kanun dedikleri şeyin arka cephesinde iş gören hakiki faili, yani Allah’ın kudretini, her şeyin O’nun idare ve tasarrufunda olduğunu bir türlü göremiyor ya da görmek istemiyor. Kudret ile kanun arasındaki kuvvetli alaka ve münasebeti koparıp, tabiat dedikleri muhayyel bir şeye dayandırmaya çalışıyorlar.

Bir şeyin var olması için mutlaka gözle görülür, elle tutulur olması gerekmiyor. Elle tutamadığımız gözle göremediğimiz nice varlıklar var. Şimdi bunlar tutulmuyor ve görülmüyor diye inkâr mı edilecek? Hâlbuki fen ilimleri bunların varlığını kat’î olarak ispat ediyor.

Bütün mahlûkatın yüksek bir sada ile Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ilan ediyor. Sayısız denecek kadar yıldızların sema âlemini şenlendirmeleri, yine üç milyon olarak ifade edilen canlı türlerinin bütün fertleri yanında bütün bitki türlerinin de gayet kolay ve sanatlı olarak yaratılmaları birlikte düşünüldüğünde bütün bu icraatları yapan kudretin sonsuz olduğu açıkça anlaşılır.

Canlı türlerinden birisi insandır. İnsan nev’inin bütün fertlerinde her saniyede elli milyon hücrenin ölmesi ve bir o kadarının da yaratılması İlâhî kudretin sonsuz olduğunu bildirmeye kâfidir.

Kâinat ile bir çiçek, güneş ile bir karınca, büyüklük ve küçüklük noktasından farklı olabilirler; ama bu cilveler ardında tecelli eden sonsuz kudret aynıdır, değişmez. Kudret sıfatının büyüğe çok, küçüğe az şeklinde bir tecellisi söz konusu değildir.

İnsanın kuvveti onun ruhunun bir sıfatıdır. Ruh mahlûk olduğu gibi, kuvveti de mahlûktur. Keza, güneş mahlûk olduğu gibi cazibesi de mahlûktur. Yerküresi mahlûk olduğu gibi çekimi de mahlûktur. Bütün mahlûkat ordusuna ihsan edilen bütün kuvvetler İlâhî kudretin birer tecellisidir. Tabiatperestler bu kuvvetleri kendi başlarına diledikleri işi yapabilecek müstakil kudretler olarak görmekle hakikatten sapmışlardır.

Kâinattaki bütün kanunlara ve kaidelere Allah'ın kudret sıfatının birer tecellisi ve birer cilvesi nazarı ile bakabiliriz. Allah’ın İrade sıfatının arşı olan âlem-i emirde kanunlar tesbit edildikten sonra, o emrin tatbik ve icrasını Allah’ın kudret sıfatı yapar.

Mesela, âlem-i emirde suya kaldırma kuvveti, güneşe itme ve çekme kuvveti verilir; verilen bu kuvvetin tatbikini ve fiiliyata dökülmesi işini de Allah’ın kudret sıfatı yapar.

Üstadımız bu hususa şöyle işaret etmektedir:

Fakat caizdir ki, her bir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def, hareket, kuva gibi emirler, âdetullahın kanunlarına birer isim olsun. Lakin kanun, kaidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe, itibariden hakikate ve aletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz."(1)

Kâinat kitabından bir kelime hükmündeki “bal arısı”na dikkat edelim.

O küçük makine ile şeker fabrikasını şöyle bir mukayese edelim: Şeker fabrikası geniş bir saha üzerinde kurulmuş, nice motorlar ve aletler bir araya getirilmiş, içinde nice mühendisler, işçiler çalışıyor. Mesele şeker pancarından şeker yapmak. Yâni, zaten içinde şeker maddesi taşıyan şeker pancarını şeker ve posa olmak üzere ikiye ayırmak için bu kadar masraf ediliyor, gayret gösteriliyor. Bal arısı ise, küçücük bir fabrika; çiçeklerden bal yapıyor. Arıyı Allah’ın bir memuru, şifalı balı da O’nun ihsanı bilmediğimiz takdirde bal arısı ilim ve san’at cihetinden bütün insanları çok gerilerde bırakmış olur.

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Nokta.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 3.308
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...