"Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden,.." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Evvela İkinci Vartanın Birinci Meselesi'nde geçen ifadeleri aynen buraya alalım:
"Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o mânen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve mâneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalâlete atarlar, boğulurlar."(1)
Yukarıdaki pasajda yer alan ifadelerin bir izahını, On Üçüncü Lem'a'da yer alan aşağıdaki cümlelerde bulmak mümkündür.
"Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kàsır fikirli insanları aldatır, der ki: 'Bir tek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvâliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acip, büyük meseleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?' der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor."(2)
İnsanın en mühim vazifesi iman, marifet ve ibadettir. Marifet Allah’ı tanımak, O’nun azamet ve kibriyasının sonsuz olduğunu bilmektir. İşte “Allahu ekber” bu tanımanın anahtarıdır.
Sayısız yıldızları sapan taşı gibi çevirmesi, güneşi lamba yapması, dünyayı döndürüp mevsimleri değiştirmesi, baharda ölmüş arzı diriltmesi gibi büyük ve hârika işler Rabbimizin varlığını ve birliğini, azamet ve kibriyasını göstermektedir.
Aklımıza şöyle bir sual gelebilir: "Madem insanlar Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede ve anlamada zorlanıyorlar, öyle ise neden Allah, varlığını perdesiz bir şekilde bizlere göstermiyor?"
Böyle bir suale verilecek cevap; "Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir." ifadesi olacaktır.
Bunun izahı ise Yirmi İkinci Söz'de şu şekilde ifade edilmektedir:
"Ey esbab-perest gafil! Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rububiyetin temâşâger nazırlarıdırlar."(3)
İnsanlar anlayamadıkları şeyleri inkâr etmeye meyillidir. Bilhassa felsefe ile fazla meşgul olan, her meseleyi sadece akılla veya fennî malumat ile halletmeye çalışanda bu durum daha fazla görülür.
Materyalist felsefenin "Laboratuvara girmeyen hiçbir şeyin aslı ve esası yoktur" hükmü, bu düşüncenin bir mahsulüdür. Bunlar aklını ve benliğini vahyin üstünde tuttuğu için, inkâr bataklığından kurtulamıyor.
Bütün inkârların temelinde “istib’ad” hastalığı yatmaktadır. İstib’ad; akıldan uzak görüp inkâra sapmak... Bunlar, deryayı bardağa, sonsuzu sınırlıya sığıştırmak istiyorlar.
Kâinatta hükmeden İlâhî icraatlar sonsuz, insan aklı ise sınırlıdır. Sınırlının sonsuzu ihatası ve anlaması mümkün olmadığından insanın önüne iki yol açılıyor. Birisi, bu işlerin bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ın iradesi ve kudretiyle meydana geldiği… Bu hakikate eren bir mü’minin kalbinde Allah’ı tesbih ve tekbir etme mânaları hayat bulur.
Diğer yol ise, aklın almadığını inkâr etmektir. Bu ise gözün görmediğini inkâr etmekten çok daha ileri bir cehalettir ve insanı yoldan çıkarır. İnsan, henüz aklının bile ne olduğunu, nasıl çalıştığını, işittiği cümleleri nasıl anladığını, anladığı şeyi hafızasında nasıl koruduğunu, gerektiğinde bu eski bilgileri nasıl hatırladığını bile izah edemeyen o sönük aklıyla, kâinattaki sonsuz icraatları elbette tam olarak idrak edemez. Anlamamayı olmamaya delil göstermek ise ancak hasta akılların işidir.
Bu zihniyette olan birisinin önüne, aklının almadığı boyunu aşan bir mesele gelse onu hemen inkâr eder. Onlara göre akıl ve fen ile halledilemeyecek bir mesele yoktur. Bu hissiyat dem ve damarlarına işlediği için aksini düşünemiyor; “Bu mesele asılsızdır” deyip kendini aldatıyor. Hâlbuki nice hakikatler vardır ki, akıl ve fennin mikyası ile değil, ancak vahyin o eşsiz beyan ve ispat gücü ile anlaşılır. Ama benliği ve enaniyeti şişkin bu adam, vahyin terbiyesine girmek istemiyor. İşte bu adamı inkâr batıklığına sürükleyen şey; gurur ve kibridir.
Masiyetle, gafletle, maddiyata dalmakla akıl ve kalp gözünü körleştiren veya zaafa uğratan kişi, Allah’ın büyüklüğünü, sonsuz sıfatlarını idrak edemiyor. İdrak edemediği şeyleri inkâra meyilli olmasından, bir de gurur ve enaniyet kavi ise inkâra sapmak kaçınılmaz hale geliyor. Aklı ve kalbi madde içinde boğulmuş insanların, mana âlemini anlama kabiliyeti kalmadığı için, inkârı netice veriyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(2) bk. Lem'alar, On Üçüncü Lem'a.
(3) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü