"Bir adama iman ile hidayet ihsan etmek..." Hidayet Allah'tan mı, yoksa irademizden mi?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

İman ve hidayet, insanın kendi cüz’î iradesi ile kabul ettikten sonra, Allah tarafından kalbe konulan bir nurdur. Küfür karanlığını izale eder ve bütün âlemleri aydınlatır.

“İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı Diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik etmekten hâsıl olan bir nurdur.” (İşaratü’l İ’caz)

“İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin Tefsirine göre: "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." (İşaratü’l İ’caz)

“Hidayet haddizâtında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir.” (İşaratü’l İ’caz)

Bütün âlemleri aydınlatan, kâinatı ışıklandıran ve her şeyin sırrını çözdüren şey; iman ve hidayettir ki, bunları kalbe akıtan müessir ise Hâdi olan Allah’tır.

İnsanın iman ve hidayet nurunda hissesi, yüzde bir nisbetindedir; geri kalan doksan dokuzu Allah’a aittir. Bu yüzden, iman ve hidayet nurundan hâsıl olan bütün güzellik ve kemaller, Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bu lütuf ve ikramı gölgeleyen ve perdeleyen şey ise; sebepleri hakiki fail bilmektir. Yani iman ve hidayet nurunu sebeplere ya da nefsimize verir isek, iman ve hidayetten hâsıl olan güzellik ve kemaller kaybolur, adileşir, lütuf ve ikram mânası gider. Lütuf ve ikram mânası gidince, şükür yolu da kapanır.

Hayır da şer de Allah’tandır; insanları hidayete erdiren ve dalâlete düşüren de ancak O’dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalâletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalâleti Cenab-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler; “Hidayet Allah’tandır, O nasib etmedikten sonra insan doğru yola giremez” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşad etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarından mazur göstermek istemektedirler.

Resul-i Ekrem Efendimiz çok arzu etmesine rağmen amcası Ebu Talib de iman etmedi ve şu ayet nazil oldu: “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” (Kasas Suresi 28/56)

Rabbini arayan ve O’na müteveccih olan bir kul, Firavun’un kucağında bile olsa hidayet nuruna kavuşur. Eğer bir kul Hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hatta mezar taşları İslâm’ı telkin ederken, hâlâ İslâm’dan uzak ve Allah’tan gafil nice insanlar yok mudur?

Evvela şunu ifade edelim. Cenab-ı Hakk’ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak O’dur. Lâkin Hâlık-ı Hakîm’in bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun kendi cüz’î iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa kul kendi kabiliyetini dalâlete yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez.

Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah’tan bekler. Zira Rezzâk (rızık verici) ancak O’dur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeye kesin gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira Hâdî (hidayete erdirici) ancak Allah-u Azimüşşân’dır. O Zât-ı Zülcelâl’in dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vereceği demektir. Yoksa hidayet sebeplerine teşebbüs etmemek mânasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeye benzer.

“Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mu’tezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakiki fiyatı ve bahası Cennet olan o Rahmânî pırlanta, bir cam parçasına inip, âyinedarlık ettiği kudsî cemâlin lem’asını kaybeder.”

Sebepleri fail zanneden Mu’tezile Mezhebi'ne göre; iman ve hidayetin tamamı kula aittir. Allah, iman ve hidayet nurunu, kulun cüz’î iradesine şart yaptığı için, iman ve hidayet ancak insanın iradesi ile celb olur. Yani kul iradesi ile iman ve hidayet taleb etmedikçe, Allah iman ve hidayet nurunu göndermiyor. İşte Mutezileyi aldatan nokta burasıdır. Hidayet ve iman, irade ile beraber gelmesinden dolayı, hidayet ve imanı iradenin mahsulü zannediyor. Hâlbuki irade; iman ve hidayetin basit ve âdi bir şartıdır.

İnsan iman yerine küfrü tercih ederse, neticesi karanlık ve elemlerdir. İmanı tercih ederse, hidayet ve nurdur ve her iki cihanda saadettir.

Allah, iman ve hidayet nurunu, kulun cüz’î iradesine şart yaptığı için, iman ve hidayet ancak insanın iradesi ile celb olur. Yani kul, iradesi ile iman ve hidayet talep etmedikçe, Allah, iman ve hidayet nurunu göndermiyor. İşte Mutezile'yi aldatan nokta burasıdır. Hidayet ve iman, irade ile beraber gelmesinden dolayı, hidayet ve imanı, iradenin mahsulü zannediyor. Hâlbuki irade, iman ve hidayetin basit ve adi bir şartıdır.

İnsan, iman yerine küfrü tercih ederse, neticesi karanlık ve elemlerdir. İmanı tercih ederse, hidayet ve nurdur ve her iki cihanda saadettir.

Hulasa; kâinattaki hâdiselere, rızık, şifa ve hidayet gibi fiillere "tevhid ve iman nazarı" ile bakılmazsa, her şey basitleşip kıymetsiz bir vaziyete girer. Orada Allah’ın muazzam ikram ve ihsan mânası, âdi ve sıradan bir şeye dönüşür. Ama tevhid ve iman gözlüğü ile bakılırsa, Allah’ın sonsuz ikram ve ihsanları parlar, nihayetsiz bir şükre kapı açar.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...