Kader konusunda Ehl-i sünnet yolundan sapan "Cebriye ve Mutezile" hakkında bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Cebriye mezhebi, batıl itikat mezheplerinden biridir. Cehm b. Safvân tarafından kurulan bu mezhebin mensupları, kaza ve kaderi inkâr eden Mutezile fırkasına karşı çıkmışlar, lakin onların tefritine karşılık bunlar da ifrat ile dalalete gitmişlerdir.
Bu mezhep sakinlerinin itikatları şöyle özetlenebilir:
"Cenâb-ı Hak, kâinatı yaratmadan önce, her şeyi ezelî ilminde takdir buyurmuştur. O takdire göre de kaza etmekte, yani yerine getirmektedir. Bir şeyin takdiri, ezelde onun ilim ve iradesiyle olduğu gibi, yaratması da ancak onun yaratması ve icadıyladır. Kulların fiillerini de Hak Teâlâ ezelde takdir etmiştir. Bu fiilleri o ezelî takdirine göre yaratmakta, kaza etmektedir. Cansız şeylerin hareketlerini o Hâlık-ı Zülkemâl yarattığı ve tanzim ettiği gibi, insanların bütün hareketlerini de o yaratmakta ve tanzim etmektedir. Bu noktada, insanın iradesinin hiçbir tesiri yoktur."
Cebriyeciler bu şekilde düşünmekle, insanların fiillerinde irade ve ihtiyarlarının hiçbir tesiri olmadığını kabul etmektedirler. Bu fikre göre, insan rüzgârın önündeki bir yaprak gibidir. Onun irade ve tercihinden söz edilemez. İçinde pekçok tezatlar olan bu batıl anlayış, akla ve mantığa zıttır, ilim ve hikmete de ters düşmektedir.
"İnsan tamamen kaderin mahkûmudur." diyerek tefrite düşer.
"Biz insana yolu gösterdik. İster şükreder, ister inkâr eder." (İnsan, 76/3)
"De ki: Rabbinizden size hak gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun." (Kehf, 18/29)
gibi ayetlerle insanın hür iradesi olduğu açıkça bildirilmiştir.
Cebriyeciler;
"Sizi de amellerinizi de Allah yarattı." (Saffat, 37/96)
"Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz." (İnsan, 76/30; Tekvir, 81/29)
gibi ayetleri, yanlış yorumlayarak iddialarına delil gösterirler.
Hâlbuki bu gibi ayetler insan iradesinin yokluğunu değil, kifâyetsizliğini ders verir. İnsanın bir işi yapmak için iradesini kullanması o şeyin varlığı için kâfi değildir. Trafik kazaları bunun en açık delilidir. Kaza öncesi, insanlar bir şehre gitmeyi istemişler, iradeleriyle otobüse binmişler ama o şehre ulaşamamışlardır. Dilediğimiz şehre ulaşmamız ancak Allah'ın dilemesiyle mümkündür. Bizim dilememiz kâfi değildir.
Yani Allah külli iradesiyle bir şeyi dilemişse, kulun iradesi bunu engelleyemez. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Hayır ve şer olan, yani insanın cennet yahut cehenneme girmesine sebep olacak işlerde Cenab-ı Hak, tercihi kula bırakmıştır. O, hayrı tercih ederse, Allah hayrı yaratır, şerri dilerse şerri yaratır. Yürümeyi yaratan Allah’tır. Kul dilerse camiye gider, dilerse meyhaneye gider.
Cebriyecilerin hakikatten uzak olan görüşleri, Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından aklî ve naklî delillerle tamamen çürütülmüş, hatta bu görüşün tutarsızlığı alay konusu olmuş ve şöyle bir darb-ı mesel ile dile getirilmiştir:
"Cebriyecinin ensesine bir tokat vur. O da 'Bu yaptığın nedir?' deyince, 'Kaza ve kader böyle imiş.' de. Bakalım seni mazur görecek mi?"
Cebriye mezhebine karşı aklî deliller:
Bu görüşün ilim, mantık ve itikad yönünden tutarsızlığını maddeler hâlinde açıklamaya çalışalım:
1) Cenâb-ı Hak zulümden münezzehtir. Cebriyecilerin kabul ettiği gibi, insanların cüz’î iradelerinin hiçbir tesiri yoksa ve insanın bütün fiilleri doğrudan doğruya irade-i İlahiyye ile meydana geliyorsa, bu takdirde O Âdil-i Rahîm’in -haşa- adaletle hükmetmediğini kabullenmek gerekir. Çünkü bu takdirde Cenab-ı Hakk’ın şerleri kullarına cebren işlettiğini, sonra da iradesi olmayan bu insanları mesul tutarak cehenneme attığını kabul etmek gerekecektir.
İnsanların işledikleri ihtiyari fiillerinde hiçbir tesirleri olmadığına ve bu fiillerin sadece Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiğine itikat edilmesi hâlinde, içinden çıkılmayacak birçok sorulara kapı açılır; aklî ve naklî delillerle bağdaşmayacak birçok imkânsızlıkların kabulü gerekir.
Bu fikre göre, Firavun, Nemrud ve diğer zalim ve gaddar kâfirlerin işledikleri nihayetsiz cinayetlerin mesuliyeti kime verilecektir? Bu fiillerin Cenâb-ı Hak tarafından zorla işletildiği iddia edilerek onlar suçsuz mu sayılacaktır? Veya onlar mahşer gününde, "Ya Rabbi, bizim cüz’î irademiz ve ihtiyarımız senden olduğu gibi, cinayetlerimiz de sendendir." mi diyeceklerdir?
2) Eğer Cebriyecilerin iddia ettiği gibi, insanın cüz’î iradesi ve mükellefiyeti olmazsa, o takdirde kitapların indirilmesi ve peygamberlerin gönderilmesi hikmetsiz ve manasız olur. Diğer taraftan, bu itikada göre, Kur’ân-ı Kerîm’deki emir ve yasaklar da abesiyete, manasızlığa inkılâb eder. Mesela, namaz kılan bir kimsenin bu fiilinde cüz’î iradesinin hiçbir hissesi yoksa ve o insan namazı bir cebir altında kılıyorsa, o takdirde Cenâb-ı Hakk’ın namaz kılan kullarını Kur’ân-ı Kerîm’de methetmesi -haşa- abes olur. Bu medih, bir çocuğa gücü yetmeyeceği bir işi yapmasını emreden bir adamın, o çocuğun elinden tutup işi bizzat yaptıktan sonra başarısı için onu tebrik etmesine benzer. Aynı hâl Kur’ân-ı Kerîm’deki yasaklar için de geçerlidir. Cenâb-ı Hakk’ın bazı fiilleri yasaklaması ve bunları işleyenleri cezalandıracağını bildirmesi, misaldeki adamın çocuğunu bir işten men ettiği halde, o işi ona zorla yaptırıp, daha sonra cezalandırması gibi manasız ve abes olur.
Hakîm-i Âdil olan Allah-u Azimüşşân’a böyle hakikatsiz ve abes şeyleri isnad eden bu fikir mensupları elbette dalalet ehli hükmünü alacaklardır.
Hz. Ali (ra.), Sıffın muharebesinden dönerken yanında bulunan ihtiyar bir zatın kaderle ilgili çeşitli suallerine verdiği cevapların bir bölümünde özetle şöyle buyurmaktadır:
“Galiba sen kaza ve kaderi, insanları fiil ve hareketlerinde zorlayıcı ve mecbur kılıcı zannettin, öyle mi? Öyle olsaydı, sevap ve azab, vaad ve tehdit, emir ve yasak batıl olurdu. Ve Cenâb-ı Hak tarafından, hiçbir günahkârı kınama ve kötüleme, hiçbir muhsin ve itaat edeni de medih ve beğenmek varit olmazdı. İyilik eden fenalık edenden ziyade beğenilmeye, fenalık eden de iyilik edenden ziyade kötülenmeye ve tahkire layık bulunmazdı. Böyle bir inanç, putperestlerin, şeytanın yardımcılarının, müşriklerin, hakkı batıldan, hatayı doğrudan ayıramayan cahil ve basiretsizlerin sözüdür. Onlar bu ümmetin Kaderiyecileri ve Mecusileridir.”(1)
3) Böyle bir itikad, yaratılıştaki hikmetleri karanlık ve abes göstermektir. Zira bu dünya, bir müsabaka ve imtihan meydanıdır. Kulların dünya ve ahiretteki makam ve mevkileri, cennet ve cehennemdeki derece ve derekeleri onların irade, ihtiyâr, şuur ve idrak sahibi olmalarına bağlıdır. Kulların irade sahibi olmadıkları kabul edilince, onların âhiretteki derecelerinin ölçüsü ne olacaktır? Hâlbuki elmas mesabesindeki Hz. Ebu Bekir’in (ra.) ruhu ile kömür gibi Ebu Cehil’in ruhunu birbirinden ayıran ölçü, iradenin kullanılmasıdır.
4) Akıl ve mantık açısından batıl olan bu itikad, vicdan ve müşahedelere de aykırıdır. Çünkü her insanın vicdanı, kendisinde bir irade ve ihtiyarın, bir kuvvet ve kudretin bulunduğunu kesinlikle bilir. Mesela, ben şu saatte hangi kitabı okumayı arzu ediyorsam, onu elime alabiliyorum. Bu arzuma ve hareketime hiçbir mani görmüyorum. Daha sonra, fikrimi, lisanımı, gözümü o kitaba çeviriyor ve istediğim bir bölümü okumaya başlıyorum. Bu işleri yaparken bütün hissiyatımın, cüz’î irademin hükmü altında olduğunu vicdanen biliyorum ve şehadet ediyorum.
5) Cenâb-ı Hakk’ın insanların bütün fiillerini ezelde takdir etmesi, bunların işlenmesinde bir cebir ve baskı kaynağı değildir. Yani, insanların cüz’î iradeleriyle işlediği fiilleri Allah’ın ezelde bilmesi onun ilminin kemalindendir; yoksa bu ilim, Cebriyecilerin iddia ettiği gibi, insanın iradesini ortadan kaldırmamaktadır.
Bu hakikat, “İlim, maluma tabidir.” kaidesiyle daha önce izah edilmişti.
Mutezile Mezhebi
Sahabe devrinden sonra, tefrika meydana getirerek Ehl-i Sünnet itikadından ayrılan fırkalardan biri de Mutezile’dir.
Tabiinin büyüklerinden fakih ve müfessir Hasan-ı Basri Hazretleri’nin, Vasıl İbn-i Ata isimli bir talebesi vardı. Bir gün Hasan-ı Basrî Hazretlerinin huzuruna gelen bir zat, Haricileri kastederek, “Zamanımızda bir cemaat ortaya çıktı ki, onlar günah-ı kebairi işleyenlere kâfir hükmü veriyorlar. Bu hususta kanaatiniz nedir?” diye sorduğunda, Hasan-ı Basrî Hazretleri daha cevap vermeden, Vasıl İbn-i Atâ şöyle cevap verir; “Bana göre günah-ı kebâiri işleyen ne mümindir, ne de kâfirdir. Çünkü mümin olsa günah-ı kebâir işlemez. İman hakikatlerine inanan kimseye de kâfir denilmez.” Bunun üzerine, Hasan-ı Basrî Hazretleri, “Bu bizim itikadımızdan i’tizal etti (ayrıldı).” buyurdular. Bu olaydan sonra, Vasıl İbn-i Atâ’nın fikrinde olanlara, "i’tizal edenler" manasına gelen "Mutezile" lakabı verildi.
Vasıl b.Ata’nın; “Büyük günah işleyen ne mümindir, ne de kâfirdir, o ancak fasıktır.” demesine mukabil Hariciler, özellikle de onun Ezarika kolundan olanlar, daha da ileri giderek büyük günah işleyen müminleri tekfirle itham etmektedirler. Mutezile mezhebi, Emeviler döneminde fikri bir hareket olarak kendini göstermiş, Abbasiler döneminde ise, devletin resmî ideolojisi haline gelmiştir.
Bu fırkanın Ehl-i Sünnet inancından ayrıldıkları hususlar:
1. Cenab- Hakk’ın sıfatlarını kabul etmezler.
2. Kaderi inkâr ile küfür, şer, zulüm ve sair isyanları Allah’ın yaratmadığını iddia ederek, “Kul fiilinin hâlikıdır (yaratıcısıdır),” derler.
3. Küfür ile iman ortasında üçüncü bir mertebenin daha bulunduğuna inanırlar. Onlara göre, büyük günahları işleyen bir kimse, iman ile küfür arasında kalır, ne mümin ne de kâfir olur.
4. Rüyetullahı reddederler.
5. "Kur’an mahluktur" derler.
Bu fikre mensup olanlar; "Kur'an mahluktur" iddialarını reddedenlere akıl almaz işkenceler etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel on sekiz ay hapis yatmış, Yusuf b. Yahya, Nuaym b. Hammad, Ahmed b. Nasr gibi bazı büyük zatlar işkence sonucu vefat etmişlerdir.
Mutezile fırkasının ef’al-i ibâd konusundaki itikadlarının esası şöyle özetlenebilir:
Cenab-ı Hak, insanları kendi fiillerini icat edebilecek bir irade ve ihtiyara sahip kılmıştır. İnsanların böyle yaratılması, o Hakîm-i Zülkemâl’in adaletinin muktezasıdır. İnsanlar ancak kendi ihtiyarî fiillerinin yaratıcısı olmakla, fiillerinden mesul olabilir veya mükâfat görebilirler. Hayır ve şer kulun isteğine bağlıdır. Cenab- Hakk’ın mülkünde, dilemediği şeyler de olur.
Mutezile mezhebine mensup olan kimseler, Allah-u Zülcelâl Hazretleri’ni şerri yaratmaktan tenzih etmek fikrinden hareket ettikleri halde, kulu fiillerinin yaratıcısı olarak kabul etmekle o Hâlıkk-ı Vahid’e insanlar adedince şerikler koştuklarının farkına varamamışlar ve gafletten kurtulamayarak dalalette kalmışlardır. Kısaca, bunlar yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır.
Cebriyeciler gibi ehl-i i’tizâlin de ortaya attıkları fikirleri çürüten ve batıl olduğunu açıkça gösteren yüzlerce ayet-i kerime mevcuttur. Bunlardan birkaçını aşağıda sunuyoruz.
Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Hazretleri, kaderi inkâr edenlere şu ayet-i kerime ile cevap vermemizi emir buyuruyor:
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. Şunun için ki kaybettiğinize gam yemeyesiniz ve size verdiğine de güvenmeyesiniz. Allah çok övünen, kurulanların hiçbirini sevmez.” (Hadîd, 57/22-23)
Bu ayet-i kerime, Mutezilenin kaderi inkârına karşı en kuvvetli bir delil olduğu gibi, şu ayeti de Mutezilenin “Kul fiilinin yaratıcısıdır.” fikrini kesinlikle çürütmektedir:
“Hâlbuki Allah, sizi de yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.” (Saffat, 37/96)
Yine başka bir ayette de şöyle buyrulmaktadır:
“Biz Levh-i Mahfûz’da hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Bundan sonra onların hepsi Rablerinin huzuruna çıkacaklardır.” (En’am, 6/ 38)
Bu ayet kaza ve kaderi inkâr ederek kulun ihtiyari fiillerini irade ve kudretiyle yarattığını iddia eden Mutezile’ye dehşetli bir tokat vurmakta ve Levh-i Mahfûz’da her şeyin tesbit edildiğini beyan etmekle, her şeyin ilm-i İlahi’de bir kadere bağlandığını açıkça ifade etmektedir.
Kaderi inkâr eden ehl-i i’tizâlin bu batıl fikrini çürüten naklî delillerden son olarak şu iki ayet-i kerimeyi de kaydedelim.
“Hiçbir şey yoktur ki bizim yanımızda hazineleri olmasın. Fakat biz onu ancak malûm bir miktar ile indiririz.” (Hicr, 15/21)
“Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kader ile yaratmışızdır.” (Kamer, 54/4)
Bu iki ayet-i celileden de anlaşıldığı gibi, her şey daha yaratılmadan evvel, ezelde Allah Teâlâ Hazretleri’nin ilminde mukadder (takdir edilen) olan bir kaderi ve bilinen bir haysiyeti vardır ve yaratması da o kadere göredir.
Ehl-i i’tizâl, insanların işledikleri fiillerle mesuliyetin kendilerine ait olduğunu kabul etmekle birlikte, vazifesi sadece tercih etme, kesbetme olan insanın cüz’î iradesinde, ihtiyari fiilleri yaratabilecek bir kudret olduğunu tevehhüm etmişler ve Cenab- Hakk’ı şer fiilleri yaratmaktan tenzihe çalışırken, ona şerik koşma dalaletine sapmışlardır. Kulun, fiilini yarattığını kabul etmekle, ihtiyari fiillerde insanın kader ve kazaya tabi olmadığına itikad etmişlerdir. Böylece Cebriyeciler ifrat edip cüz’î iradeyi, ehl-i i’tizâl ise tefrit ile kaderi inkâr etmişlerdir.
1) bk. E. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 8/5.836-5.841.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"Ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı" Sözler(152) ve "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Sözler ( 467 ) arasında bir çelişki mi var?
"O maktul eceli geldiği için herhalde dünyada daha fazla kalmayacaktı"
Ölen birisi hakkında böyle bir cümle kullanmak caizdir zira maktul olduğu için meçhul olma durumu ortadan kalkmıştır. Yani ecelin tahakkuk etmesi ile gizlilik durumu ortadan kalktığı için dünyada daha fazla kalmayacaktı denilmesi normal ve makul bir ifade oluyor. Şayet ölüm durumu olmasa idi olmamış bir hadise üzerinden ölecekti ölmeyecekti şeklinde bir yorum yapmak yanlış olurdu.
"Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul"
Bu cümlede ise olmamış bir olay üzerinden kader ve irade tartışması yapılmaktadır. Yani bir taraf sebep olmasa idi ölüm olmazdı diğer taraf sebep olmasa da ölüm muhakkak olurdu gibi bilinmeyen bir durum üzerinden fikir yürütüyorlar. Oysa sebep olmasa ölüm olmazdı demek kaderi inkar etmek iken sebep olmasa da ölüm yine olurdu demekte iradeyi inkar etmek anlamına geliyor.
Ehlisünnet tahakkuk etmemiş bir olay üzerinden böyle bir tartışmaya girmeyi mahzurlu görerek bizce meçhul kaidesini getirmiştir bu durumda ne kaderi ne de iradeyi inkar meydana çıkar. Tahakkuk edip meydana çıkan bir ölüm üzerinden sulhu sağlamak amacı ile maktulün yakınlarına herhalde dünyada daha fazla kalmayacaktı diye teselli vermekte bir beis yoktur.
Özetle her iki cümlenin de konumu farklıdır. Birincisi yaşanmış bir olaydan, ikincisi ise yaşanması muhtemel bir olaydan bahsediyor. Birincisi vakıadan, ikincisi mümkinattan bahsediyor. Vakıa gerçekleşmiş olaya denir. Mümkinat ise gerçekleşmemiştir; nasıl gerçekleşeceğini bilemeyiz.
"Cebir ve İ'tizalde birer dane-i hakikat bulunur." başlığı altındaki cümleleri açıklar mısınız?
Peki gerçekleşmiş bir olay için "o olmasaydı şöyle olurdu yani esbab cihetinden böyle olurdu"cümlesi doğrumu yoksa yine bizce meçhulmu dememiz lazım,
Vuku bulmuş bir olay için "Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden, daha dünyada kalmayacaktı." deniyor. Yine başka bir gerçekleşmiş olay için,"Ben anladım ki ,bunların hücümundan kurtulmak çaremiz yoktu,ne yapsaydık onlar bu hücumu yapacak idiler" deniyor ama 26.sözde bir tüfek atan adam olmasaydı maktulün ölmesi bizce meçhul diyoruz. dolayısıyla kaderin o kısmının yokluğunu farz ettiğimizde netice bizce meçhul olmasının lazım olduğu söyleniyor. ama üstad ölmüş bir kişi için o maktul herhalde(herhalukarda) ölücekti yani malum ölüm sebebi olmasaydı yine ölücekti manası verilmiş. 2. meselede ise zülüme uğramışlar ve biz başka bişey yapsaydıkda bu zülümden kurtulamıcaktık manası veriliyor. bu 2 hususu ele aldığımızda 26.sözdeki hususa ters gözüküyor. ve bunların bağlamında benim teyzemin oğlu trafik kazasında vefat etti doktor eğer emniyet kemerini taksaydı yaşardı dedi bu sözün hakikati varmıdır yoksa bizce meçhulmu dememiz lazım.
"Tüfek atmasaydı da yine ölecekti" ifadesi yanlış; ancak Ali İmran 154'te ""Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı, burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: Evlerinizde olsaydınız, haklarında ölüm yazılı olan kimseler, yine de devrilecekleri yere varırlardı," diye bir açıklama var. Yani kaderlerinde ölüm olanların, evde kalmak ile ölümden kurtulamayacaklarını söylüyor. Bu ifade, Üstad'ın yukarıdaki açıklamasına zıd görünüyor. Bunu nasıl anlamak lazım?
“De ki: İşin tamamı Allah’a aittir” buyurarak emir ve iradenin kendisine mahsus olduğunu, galibiyet veya mağlûbiyetin ezelde takdir ettiği ilâhî kanunlarına uygun olarak meydana geldiğini ve geleceğini vurgulamakta; ölenlerin de yine Allah tarafından takdir edilmiş ecelleriyle öldüklerini, eceli gelenlerin evlerinden çıkmasalar bile ölümden kurtulamayacaklarını, her insanın ölümü nerede takdir edilmişse gidip orada öleceğini bildirmektedir.
Bu ayette genel anlamda herkes için ölümün takdir edildiğini bundan kurtulmanın mümkün olmadığı bunun bir adetullah olduğu tedbir ve kaçmak ile ölümden kurtulamayacağı ifade ediliyor. İnsan bütün tedbirleri de alsa nihayetinde ölecektir ölüm Allah’ın bir emridir.
Cebriyenin “tüfek atmasaydı yine de ölecekti” ifadesi sebepleri ve iradeyi inkar anlamına geliyor. İnsan iradesi diye bir şey yok Allah her şeyi takdir etmiştir insan ise bu takdiri zoraki olarak yaşamaktadır diye bir iddianın içindedir Cebriye mezhebi.
Mesela birisi bir cinayet işlemişse bu kaderin takdiri iledir insan kendi iradesi ile o kimseyi öldürmemiştir diyerek insan iradesini inkar ediyorlar. Bu durumda katilde failde Allah’tır. O zaman haklı olarak kul bunda benim suçum ne kader böyle takdir etmiş diye itiraz ediyor.
Ehli sünnet bu batıl iddia ve inanca karşı kader ile irade arasında bir denge kurmuş sebebin olmadığını düşündüğümüzde sonuç hakkında bir hükme gitmenin mümkün olmadığını ifade etmiştir. Şayet ölmeyecekti dense bu kezde irade ve sebep kabul edilip kader inkar edilmiş olacaktı. Hem kaderi hem insan iradesini inkar etmemenin yolu “Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." ifadesidir.