"Bir hadise, eğer imkân-ı aklî dairesinde olmazsa reddedilir; imkân-ı örfî dairesinde olmazsa dahi mucize olur, fakat kolayca keramet olamaz." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
İmkân-ı aklî: Bir şeyin aklen mümkün olmasıdır. Bunun zıddı ise, olmasının aklen caiz olmadığı, muhal olduğu hâllerdir. Aklın mümkün görmediği bir şey kabul edilmez. Mesela, Ay'ın Güneş'ten büyük, insanın karıncadan küçük olduğunu iddia etmek gibi.
İmkân-ı âdî: Zatında daima mümkün olan. Her zaman olabilen. Olmasında bir mânia bulunmayan. İnsanların normal kabul ettiği şeylerdir.
İmkân-ı örfî: İnsanlığın alışageldiği sistemin adıdır. Yani insanlık tarihinde olağan olarak kabul edilen şeylere denir. Mucize ve keramet ise, bu örfün ve âdetin haricinde vuku bulan olağanüstü ve harika hadiselerdir. Ama insanlık mucize ve kerameti de katiyetinden dolayı inkâr edemiyor.
Mesela, Habib-i Kibriya Efendimiz (asm)'in parmaklarından suyun akması, ondan başka insanlık tarihinde görülen ve bilinen bir şey değildir. Ama bu hadise tek de olsa artık insanlığın örfünde ve geleneğinde bulunuyor.
Lügatte "iyi, ahlaklı, üstün, değerli ve cömert olmak" manasına gelen keramet, kerem gibi masdar olup "iyilik, cömertlik" manasında isim şeklinde de kullanılır. Istılahta ise; "Allah'ın salih ve veli kullarından zuhur eden harikulade hâller” demektir.
"Bir yetkiye dayanarak iş yapmak" manasındaki tasarruf kelimesi de tasavvufta kerametle eş manada kullanılmıştır. Keramet, Cenab-ı Hakk’ın sevgili kullarına bir ikramı ve kalplerine ilka ettiği bir ilhamıdır.
Taftazani şöyle der:
“Keramet, evliyalarda nübüvvet dava etmeksizin zuhur eden harikulâde hallerdir. Bu caizdir. Çünkü mucize cinsindendir. Bunun hem sahabeden, hem tabiinden, hem de birçok salih kimselerden zuhur ettiği tevatür derecesine varmıştır.” (Sa’di Taftazani, Şerh-i Makasıd, Âlemü’l-Kütüb, Beyrut,1989, 5/72)
Cenab-ı Hak, peygamberlerine davalarını ispat etmeleri için “mucize” verdiği gibi, veli kullarına da “keramet” dediğimiz bazı harika hâller ihsan etmiştir. Velilerin gösterdikleri kerametler, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)’in davasının hak olduğunun bir alametidir. Velinin gösterdiği keramet, tabi olduğu peygamberin bir mucizesi sayılmaktadır.
“Her bir davasını, mucizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” (Sözler, On Dokuzuncu Söz)
Bir hadise imkân-ı örfi dairesinde olmazsa harikulade olur. Yukarıda verdiğimiz bilgiler muvacehesinde bir hadisenin mucize olarak tespitinde katiyyen bir şüphe yoktur, zira bizatihi peygamberler elinden zuhur eden harikuladelikler olması ile katiyeti tahakkuk etmiş vakıalardır.
Burada kolayca keramet olmaması demek, kerametin gelenek ve örfi olarak mucizeden daha çok olmasıdır. Mucizeler keramete nisbetle daha olağanüstü ve daha az bulunur. Keramet ise daha çok ve daha yaygındır. Birisi kalkıp; "Ben parmaklarından su akıtan bir evliya gördüm" dese, bu iddia ancak katii ispat edilirse kabul edilir, yoksa reddedilir.
Üstad Hazretleri burada kerameti imkân-ı örfiye daha yakın olarak değerlendirirken, mucizeyi ise daha uzak görüyor. Bu sebeple mucize örfi imkânın dışında, keramet ise içindedir; öyleyse mucize keramete dönüşemez demektir.
Bu hususu temyiz ve tefrik etmek için Üstad Hazretleri şu misali veriyor:
"İşte, bu sırra binaen, kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin harikulâde halleri imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem harikulâde bir âdeti de olabilir. Evet, Seyyid Ahmed-i Bedevînin (k.s.) acip ve istiğrakkarane hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor. Kırk günde bir defa yemek yemesi vaki olmuştur. Fakat her vakit öyle değil; keramet nevinden bazı defa olmuştur. Bir ihtimal var ki, hâlet-i istiğrakiyesi yemeye ihtiyaç görmediği için, ona nisbeten âdet hükmüne girmiştir."
"Seyyid Ahmed-i Bedevî (k.s.) nevinden çok evliyalardan bu tarz harikalar mevsukan rivayet edilmiş. Madem Birinci Nokta'da ispat ettiğimiz gibi, müddehar rızık kırk günden fazla devam eder ve o miktar yememek âdeten mümkündür ve mevsukan harika adamlardan o hâl rivayet edilmiştir; elbette inkâr edilmeyecektir."(Lem'alar, On İkinci Lem'aa, İkinci Nokta)
Harika, lügatte “delmek, yırtmak; aşmak” manalarına gelen hark kelimesinden sıfat olan hâriḳ ile “alışılmış olan şey” demek olan âdet kelimesinden meydana gelen bir tamlama olup “alışılmışı ve normal telakki edileni aşan, olağanüstü” manasına gelir.
Seyyid Ahmed-i Bedevî (k.s.)’in bu harika ve kerametli halini Üstad Hazretleri örfi imkândan saydığı için, rızkın müddetine delil getiriyor. Yani bu zat, bu kadar uzun süre aç kalabiliyor ise, demek hakiki manada rızıksızlıktan ölen yoktur, manası kuvvet kazanıyor.
İşte mucize ile keramet arasındaki en büyük fark, birisini örfi imkân içinde olması, diğerinin olmamasıdır. Mesela Hazreti Davud (as)’in çıplak eli ile demire şekil vermesi, örfi imkân içinde bilinen ve görülen bir şey değildir. Demek mucize daha çok olağanüstü, keramet ise ona nispetle daha az olağanüstü denilebilir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Mucize ve keramet ise, bu örfün ve âdetin haricinde vuku bulan olağanüstü ve harika hadiselerdir.diye İ.ÖRFİYİ TARİF EDİLMİŞ.Halbuki Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin harikulâde halleri imkân-ı örfî dairesindedir,olarak ifede ediyor.avVechi tevfiki nasıldır
Aslında Seyyid Ahmed Bedevi hazretlerinin hali, özel bir durumdur. Onun vaziyeti hem insanların vücudunda olan iç yağı v.s gibi gıdalardan dolayı, kendisini alıştıran kişilerce örf dairesinde olup imkan-ı örfidir. Bazı hindli fakirlerin 40 gün yemek yemeden durabildikleri vakidir. Hatta Üstadımız Londra mahpushanesinde 70 gün yemek yemeyen bir şahıstan bahsediyor. Bu da Hindli meşhur Gandi'dir.
Diğer taraftan normal ve her zaman adiyat ile muhatab olan kişiler açısından harikulade bir durumdur. Ayrıca Bedevi hazretlerinin bu hali her zaman için geçerli olmadığı ve bazı istiğrak vakitlerine münhasır olduğu için de keramet sayılabilir. Üstadımız buna şöyle açıklık getirmiştir:
"İşte, bu sırra binaen, kırk gün ekmek yemeyen Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin harikulâde halleri imkân-ı örfî dairesindedir. Hem keramet olur, hem harikulâde bir âdeti de olabilir. Evet, Seyyid Ahmed-i Bedevî’nin (k.s.) acip ve istiğrakkârâne hallerde bulunduğu, tevatür derecesinde naklediliyor."