"Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sânii onun içindedir veya o olmuş..." Zeval bulan tavus kuşunun güzellikleri ise, kişi ona nasıl Sani'ini ittisal eder?
Değerli Kardeşimiz;
Vahdet-i Vücud: Allah'ın varlığı dışında bütün varlıkların vücudunu inkâr ederek sadece Allah'ın varlığına nazarı teksif etmektir. Vahdet namına kesreti, Allah namına kâinatı inkâr etme mesleğidir.
Bu meslekte gidenleri böyle bir tarza iten sebep ise, kesret ve eşyanın Allah'a olan huzura mani olmasıdır. Huzuru kazanmak için eşyanın ve kâinatın varlıklarını yok sayıyorlar, nazarlarını sadece Allah'ın varlığına teksif ediyorlar. Hatta Allah’ın varlığında öyle fani oluyorlar ki, Allah’ın diğer isim ve sıfatlarını bile akıllarına getirmiyorlar. Tabiî bu tarz meslek kalbî ve hissîdir, aklî ve muhakeme tarzında değildir; şayet aklen ve muhakeme ederek bu tarzı müdafaa etse mes’ul olur. Zira Ehl-i sünnet Allah’ın dışında eşyanın ve mahlûkatın da varlığını kabul etmiştir.
Bu vahdet-i vücud mesleği, manevî yol kat’ etme esnasında bir cezbe bir sarhoşluk halidir ve muhakeme ve aklın iptal olmasıdır. Allah’ın varlığının şiddetinden diğer varlıkların zayıf vücudlarını fark edemiyor ve "yoktur" diyor.
Mesela denize bir kap su dökülse, onun içinde tamamen kaybolur gider. Denize hasr-ı nazar eden birisi, onun dalgalarına dalmış bir adam; "Denizden başka su yok" dese hakkıdır. Veya elimizde fener ile güneşe yaklaşsak, güneşin şiddetli ışığında o fenerin sönük ışığı kaybolur gider, fenerin ışığını güneşin şiddetli ışığı içinde seçemeyiz, o zaman güneşin ışığının gözünü almasından dolayı "Fenerin ışığı yok" desek mazur sayılırız.
İşte bu iki misal gibi, Allah'ın varlığında fani olmuş bir veli, diğer mahlûkatın varlıklarını fark edemiyor, ya “eşya yoktur” diyor ya da “eşya O’dur” diyor. Allah'ın varlığında sarhoş oluyor, muhakeme kalmıyor, ondan mazur sayılmışlar. Yalnız bu meslekte gidebilmek için mahlûkatı ve eşyayı geriye atıp yalnız Allah'a hasr-ı nazar etmek lazımdır. Kalbinde eşyanın sevgisi yerleşmiş birisi eşyayı inkâr edemez, belki tersi olur. Allah için eşyayı değil, eşya için Allah’ı inkâr etme tehlikesine düşebilir. Zaten herkes bu tehlikesi çok olan yolda yürüyemez.
Allah’ın her bir isminin kâinat aynasında tecellileri farklı farklıdır. Bir ismin berrak olarak görünmesi ve kendini nazarlarda sarih olarak ilan etmesi, ancak eşya aynasının üzerinde parlak bir şekilde nakışlarını işlemek ile olur. Mesela Rezzak ismi en güzel, midenin çok yiyecek ve içeceklere muhtaç olması ile anlaşılır. Muhyi ismi hayatın eşya üzerinde görünmesi ile tebarüz eder. Mümit ismi canlıların ölümü ile tebeyyün eder. Musavvir ismi eşyanın güzel şekillere bürünmesi ile zahir olur...
Ama Allah’ın bazı isimleri vardır ki, eşyanın vücudları ve varlıkları o isimlerin görünmesini ve okunmasını gizleyebiliyor ya da okunmasına mani olabiliyor. Bu yüzden, bu isimler dairesinde eşya ne kadar sönük olursa, Allah’ın isimleri de o kadar parlak hale gelir.
Meselâ; Allah’ın Mevcud ve Vahid isimleri eşyanın yok sayılmasında ve varlık rengi verilmemesinde daha parlak ve daha bariz olarak tebarüz ve tezahür eder. Zira eşyanın varlığı ve çokluğu Allah’ın varlığı önünde kalın bir perde olarak durduğu için, okunmasında ve anlaşılmasında bir sebep hükmüne geçiyor. İnsanların ekserisinin nazarında eşya Allah’ın Mevcud ve Vahdet isimlerini gölgeliyor ve parlak bir şekilde görünmesini engelliyor. Onun için bazı evliyalar o isimler dairesine girdikleri ve o dairede fani oldukları vakit, eşyanın vücudlarını fark edemeyip ya inkâr etmişler ya da evham derecesine indirmişler. Ancak bu şekil huzur-u İlahiyeyi kazanabilmişler.
Yani Allah’ın Mevcud ve Vahid gibi isimleri dairesinde eşyanın hayalî ve vehmî zannedilmesi pek zararlı bir yol değildir. Belki o isimlerin parlak olarak idrak edilmesinde faydalı bir yoldur; ama aynı tavrı diğer isimlere de tatbike kalkarsa o zaman yanlış ve tehlikeli bir yola girilmiş olur. Zira diğer isimler ancak eşyanın gerçek ve hakikatli yüzünde tebarüz ve tezahür edebilirler, yoksa hayalî ve vehmî eşya üzerinde tecelli etmeleri mümkün değildir. Siyah tahta üstünde beyaz tebeşir parlak olarak görünür, ama tahta beyaz olsa o zaman beyaz tebeşir görünmez olur. Aynen bunun gibi, eşyanın varlık tahtası üstünde Allah’ın varlığı haşmetli ve parlak olarak tebarüz etmiyor. Ama eşyanın yokluk tahtası üstünde Allah’ın varlık rengi çok parlak ve mükemmelen tezahür eder. İşte bu sırdan dolayı İbn-i Arabi gibi evliyalar, Allah’ın varlık rengini iyi idrak etmek ve parlak olarak görmek için eşyayı yokluk perdesi ile sarmalamışlar.
Belki bu tarz, Allah’ın mevcud ve vahid isimleri için iyi olabilir, ama diğer isimleri için nakıs ve arızalı bir yoldur. Zira diğer isimler ancak eşyada tecelli ile tebarüz ediyor. Şurası unutulmamalı, Allah’ın mevcud ve vahdet sıfatları, ancak ve ancak eşyanın yok farz edilmesi ile anlaşılır, hükmü yanlış bir hükümdür. Zira inkâr ve mevhum kabul edilmeden o isimlerin tecellileri eşyada da okunabilir. Bu yüzden, asfiya ve cadde-i kübra yolunda vahdet-i vücud mesleği görülmez, zira ne kadar zevkli ve parlak gibi de dursa eksik ve hususî bir yoldur.
Tavus kuşu misali, yukarıda izah etmeye çalıştığımız vahdet-i vücud mesleğinin ortaya çıkış nedenlerinden birisi olan, mecazî aşkın hakiki aşka inkılab etmesinden hâsıl olan ruh halini akla yaklaştırmak için verilen bir temsildir.
"Meselâ, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla tezyin edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gayet dâhiyâne san'atlar derc edilmiş bir tavus kuşu farz ediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar."
"Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde herbir tüyündeki kudret nakışlarına bakar ve gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, hergün o sevimli nakışlar tahavvül ve tebeddül eder. Sevdiği ve perestiş ettiği o mahbublar kaybolur, zeval buluyor. O adam kendine tesellî vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikî ile rubûbiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtî ile hallâkıyet-i külliyeye mâlik bir nakkâşın bir nakş-ı san'atıdır demek lâzım gelirken, o itikad yerine, 'Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sânii onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, vücudu ise sûret-i zâhiriye ile mümteziç olduğundan, o rûhun kemâli ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhâr eder. Hakikî ihtiyar ile bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür.' der."
"Diğer adam der ki: Bu mîzanlı ve nizamlı, gayet san'atkârâne nakışlar, kat'î bir surette, bir irâde ve ihtiyar ve kasd ve meşîeti iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fâili ile hiçbir cihette ittihâd edemez. Rûhu güzel ve âlîdir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medardır. Çünkü her bir tüyünde, bilbedâhe, nihâyetsiz bir hikmetle bir san'at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise irâdesiz, ihtiyarsız olamaz. Bu kemâl-i kudret içinde kemâl-i hikmeti ve kemâl-i ihtiyar içinde kemâl-i rubûbiyeti ve merhameti gösteren san'atlar, cilve milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla temâsı var. Öyle ise, o kâinat denilen misâlî tavusun hârikulâde ziynetleri, o tavus Hâlikının yaldızlı bir mektubudur."(1)
Kâinat, Allah’ın sonsuz kemal ve cemaline işaret eden bir levha ve alamettir. Kâinatın bu yönünü unutup, bizzat ona gönül bağlayan bir âşık, kâinatın üstündeki güzelliklerin kaybolmasından müthiş bir ızdıraba düşüyor. Hem bu ızdırabını teskin etmek için hem de kâinat üzerindeki o fani güzelliklere beka verebilmek için onları Allah ile ittisal etmeye çalışıyor, ta ki bekaya mazhar olsun. Bu aşk penceresinden makul olabilir, ama akıl ve madde penceresinden bakılırsa o zaman büyük bir tehlike içine girer. Kalbi Allah’a yönelmiş bir zat için şu mecazî aşk, hakiki aşka inkılab edebilir, ama kalbi maddeye bakan birisini aynı şekilde götürmez, madde bataklığına sevk edebilir.
Hâlbuki eşya üstünde görünen bütün güzellikler Allah’ın sonsuz cemalinden süzülüp gelen zayıf gölgelerdir. Bu gölgeler sadece yön levhalarıdır, yani sonsuz güzelliğe işaret eden birer ipuçlarıdır. İpuçlarını takip ederek asıl kaynağa gitmek varken, ipuçlarını asıl ile ittisal edip onlara bir çeşit beka rengi verip de neden tehlikeli bir yola girelim ki? Kalbinde Allah sevgisi tam yerleşmemiş birisi için bu yolda gitmek büyük bir tehlikedir, madde ve mecazî aşk içinde boğulup kalma ihtimali yüksektir. Bu sebeple vahdet-i vücud yolunda gidenlerden çok azı kurtulabilmiş denilmiştir.
(1) bk. Lem'alar, Dokuzuncu Lem'a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü