Büyük günahları işleyen kâfir olur mu? Küfür ve tekfir kavramları hakkında bilgi verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
İşlediği günahlardan dolayı pişman olmayan hatta övünen kimselerin durumu ile nefsine mağlup olup günah işleyen, sonra da pişman olup tövbe ve istiğfar ederek Rabbine sığınan kimselerin durumu farklıdır.
Mutezile mezhebi ile Haricilerin bir kısmı, “büyük günah işleyenlerin kâfir olacağını veya imanla küfür ortasında kalacağını” söyler ve bunu şöyle izah etmeye çalışırlar:
“Büyük günahlardan birini işleyen bir müminin imanı gider. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a inanan ve cehennemi tasdik eden birinin büyük günah işlemesi mümkün değildir. Dünyada hapse düşme korkusuyla kendini kanun dışı yollardan koruyan birinin, ebedî bir cehennem azabını ve Cenâb-ı Hakk'ın gadabını düşünmeyerek büyük günahları işlemesi, elbette onun imansızlığına delalet eder.”
İlk bakışta doğru gibi görünen bu hüküm, insanın mahiyetini yeterince bilmeyen batıl bir düşüncenin mahsulüdür. Batıl mezhep olan Mutezilenin iddia ettiği gibi; günah işlemek ne küfürdür ne de şirktir. İnsanın hissiyatlarının aklına ve iradesine galebesinden çıkan arizi bir durumdur, tövbe ve istiğfar ile imha edilebilir.
Bir insan ne kadar günahkâr olursa olsun, inkâr etmediği müddetçe küfre girmez ve kalbi mühürlenmez. Bir müminin işlediği günahtan sonra tövbe ve nedameti vaciptir. Bu nedamet ise; inşallah lekeyi siler, günahı izale eder ve temizler. Yıkanan insan maddi kirlerden temizlendiği gibi, manen kirlenen insanlar da, tövbe ve istiğfarla temizleniyor ve inşallah affa mazhar oluyorlar.
Dolayısıyla günahlara giren bir müminin, imanından şüphe etmesi; yeistir, ümitsizliktir ve şeytanın dehşetli bir vesvesesidir.
Bediüzzaman Hazretleri, bu sorunun cevabını şu şekilde vermektedir:
“... İnsanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı, ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor; belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalp ve akıl susarlar, mağlup oluyorlar."
"Şu halde; kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle, akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir." (Lem'alar, On Üçüncü Lem'a.)
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, insanın yaratılışında cennetin akıl almaz lezzetlerini çok ötelerde görmesi ve bu yüzden onları ikinci plana atıp, hemen eli altındaki hazır lezzetlere meyletmesi gibi bir özellik vardır.
Yine Bediüzzaman'ın dediği gibi, insan bir ay sonra gireceği bir hücre hapsinden çok, hemen yemek üzere olduğu bir tokattan korkar. Yani bu hissiyata göre cehennem azabı, onun için çok uzaktır ve Allah da zaten affedicidir.
İşte insan, bu mülahazalarla imanlı olmasına rağmen, nefsinin de aldatmasıyla günahların içine düşebiliyor.
Evet, büyük günahları işlemek, imansızlıktan gelmez. Fakat o günahlar, tövbe ile hemen imha edilmezse, insanı adım adım imansızlığa götürebilir. Bu konuda yine Bediüzzaman'ı dinleyelim:
"Günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı (iman nurunu) çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor..." (bk. age., İkinci Lem'a.)
Dinimize göre, günah-ı kebairi işleyen kâfir olmaz. Zaten bu mesele Ehlisünnet âlimleri ile Haricîler ve Mutezile arasında asırlarca sürmüştür. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mutezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savunmuşlardır. Bu iki görüş de İslam düşüncesine zıttır ve şeriata muhaliftir.
Diğer bir husus, insan mutlak manada bilmediği ve muttali olamadığı bir konuda mesul olmaz. Ancak konuya vakıf ve hâkim olduğu halde yanlışta ısrar ederse o zaman mesul olur. Yani kişinin mürtet olup olmadığı ancak sorgu ve tahkik ile bilinebilir. Bu yüzden, kişilerin lafız ve davranışlarına bakarak hemen tekfir yoluna gitmek caiz değildir.
Ehl-i sünnet âlimleri iman lehine işaret eden delilleri küfür lehine işaret eden delillerden daha evla görmektedirler. Yani bir kişinin hem imanına hem de küfrüne işaret eden durumlar varsa, iman lehine hükmetmeyi tercih ediyorlar. Çünkü kişi mümin olduğu hâlde ona kâfir demenin büyük bir vebali varken, kâfir olduğu hâlde ona yanlışlıkla mümin demenin bir vebali bulunmuyor.
İşin hakikatini ise Allah bilir. Bu yüzden tekfir konusunda aceleci ve peşin hükümlü olmamak gerekir.
Lügat manasıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmektir. Istılahta ise; “Hiçbir zorlama olmaksızın kişinin kendi iradesiyle iman hakikatlerini veya onun bir cüzünü inkâr etmek yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” manasındadır.
Bediüzzaman Hazretleri küfrü şöyle tarif eder:
"Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri, dinsiz ve münkir-i sani’ demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeğe hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslamiyeti münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lakin örfen evvelki mananın tebadüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur." (bk. Münazarat)
Bir mümini tekfir etmek son derece tehlikelidir. Bu konuda her müminin çok dikkatli olmasını gerektiren, tüyler ürperten bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 26)
Öyle ise herhangi bir kimsenin İslam’a muhalif bir iki fiiline veya günahına bakıp da onu hemen tekfir etmek büyük bir tehlikedir ve hiç kimsenin buna hakkı yoktur.
Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretleri de şöyle buyurur:
“Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün (fetva veren kişinin) onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsnüzan esastır.”
Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “suizan”, yani kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de müftünün görevini herkesin yüklenmesi; fetvanın cahiller eline düşmesi...
Gümüşhanevî Hazretleri devamla şöyle buyuruyor:
“Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslüman’dır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.” (G. Ahmet Ziyaeddin, Ehlisünnet İtikadı, s.68)
Yahya bin Muaz’ın buyurduğu gibi; “Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”
Şunu da ifade edelim ki; kişinin imanını muhafaza etmesi için, günahlardan kaçınıp emir dairesinde hareket etmesi gerekir. Çünkü günah işleyen bir kimse iman dairesinden çıkmasa bile, küfre giden yola bir adım atmış olur. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi; "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır."
Evet, insanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu vazifeyi terk eden insan, ahlaken sukut eder, hayvani hislerinin mahkûmu olur. İçtimai hayatta hak ve hukuk dinlemez, mütecaviz olur. Ruhen tedenni eder, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez. İşlediği günahlar onu adım adım inkâra doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idraki mefluç olur. Muhakeme kabiliyetini kaybeder. Neticede hayra kabiliyeti kalmaz.
Malumdur ki, amirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terk eder. Aynen bu misal gibi insan da Mabûd-u Bilhak olan Allah u Azîmüşşân'ın emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, kalbinden Allah u Teâlâ'ya karşı muhabbet ve havf silinir, yerini isyana terk eder. İsyanda ısrar ettikçe ibadetten hoşlanmamaya ve nefret etmeye başlar. Kaderi tenkit eder, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini ittiham eder, yaptığı isyanları, işlediği günahları müdafaa halet-i ruhiyesine girer. Artık böyle bir insan, din ve mukaddesat aleyhindeki iğfal, ifsat ve propagandalara kapılmaya hazır hâle gelmiştir. Böyle bir insan, uluhiyet, ahiret, kader, haşir gibi imani meselelerde küçük bir vesveseyi, âdi bir vehmi kuvvetli bir delil telakki eder. Bu zan ile güya, mesuliyetten kurtulup selâmete çıkacağını vehmeder. İfsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine ram ederler.
Bu bakımdan, kişi günahını asla küçük görmemeli ve elinden geldiğince kaçınmalı, eğer günah işledi ise hemen tövbe ve istiğfar etmelidir. Çünkü insanın hangi günahından dolayı cehenneme gideceği belli olmaz. Günahlardan kendini muhafaza edip, amel-i salih işleyen bir insan, imanını tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur.
Kâmil bir müminin, akıbeti hakkında endişe içinde olması, ubudiyet vazifelerini layıkıyla ifa edemeyeceğinin mesuliyetinden dolayı titremesi iktiza eder. Sahabeler, hatta cennetle müjdelenen aşere-i mübeşşire ve bütün kâmil insanlar, akıbetlerinden daima endişe edip, hüsn-ü akıbet için her an Allah’a sığınmış ve ona niyazda bulunmuşlardır. Onların bu hassasiyetleri ve davranışları bize örnek olmalıdır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü