"Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Cenâb-ı Hakkın vücub-u vücûdunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve ulûhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak sofestâîler gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir." (1)
Üstadımızın mezkûr beyanına göre, Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek, ancak üç şeyi kabul etmek ile mümkündür.
1. Hadsiz varlıklara hatta zerrelere dahi vücub-u vücudu vermek,
2. Ezeliyeti vermek,
3. Ulûhiyyet sıfatlarını vermek.
Vücub-u vücudu vermek:
Vücud mertebeleri üç kısımdır. Malum olan bir hakikat ya vaciptir ya mümkündür ya da mümtenidir.
Varlık hususunda şöyle bir sınıflandırma yapılıyor: Vacib, mümkün ve mümtenidir.
Vacib: Allah, Vâcibü’l- Vücûddur. O’nun varlığı zatındandır, ezelî ve ebedîdir, olmaması muhaldir.
Her eserin, bir ustasının olması gerekir. Zira eser sanisiz, harf kâtipsiz, nakış nakkaşsız ve iğne ustasız olmaz ve olamaz.
Ustasının vücudu “vacib”, eserin vücudu “mümkün” ve eserin ustasının olmaması ise “mümteni”dir.
Bir kitabın kâtibinin olması vacib, kitabın kendisi mümkün, kâtibinin olmaması ise mümtenidir.
Kâinat nice mânalarla dolu, bir kitap veya eşsiz bir eserdir. Bir eserin, müessirsiz olamaması gibi, kâinat da müessirsiz, failsiz ve mûcidsiz olamaz. Bu mûcidin vücud mertebesi vacibtir. Bu mûcid ise, ezel ve ebed sultanı olan Allah Teâla’dır. Demek bu âlem varlığı ile vacibu-l vücud olan Allah Teâla’yı bizlere tanıttırır.
Mümkün: Olup olmaması müsavi olan demektir. Bütün mahlûkat mümkinü’l-vücûddur. Varlıkları kendi zatlarından değildir. Allah’ın yaratmasıyla var olurlar, yok etmesiyle de varlık âleminden göç ederler.
Allah varlığı ve yokluğu müsavi olan bir mevcudun, var olmasını irade etti mi ona “ol” der, o da hemen oluverir. Eğer Allah yokluğunu irade etseydi, asla var olamazdı. Bir mümkünün var olup vücud sahasına çıkması için Allah’ın irade etmesi ve sonsuz kudretiyle yaratması lazım. O halde, bu âlemi dolduran bütün mümkin varlıkları yokluk karanlıklarından kurtaran bir Vacibü’l- Vücûd vardır.
Bizler de bir zamanlar yoktuk, O’nun lütfuyle var olduk, yarın ise bu dünyadan ahiret âlemine göçeceğiz. Daire-i ilminden daire-i kudrete geldik. Daire-i kudretten yine daire-i ilmine geçeceğiz. Biz ezelî değiliz, ama Allah’ın Bâki ismine mazhariyetle ebedîyiz. Bizim vücudumuz Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının, cemal ve kemalinin bir aynasıdır. Bir nehrin yüzündeki kabarcıkların daimî olarak değişmesi gibi, biz de her an değişmekteyiz. Bir zamanlar dedelerimiz ve babalarımız Allah u Teâlâ Hazretlerinin isimlerinin aynası idiler, şimdi ise onların bedeline o ayinedarlık vazifesini bizler yapıyoruz. Bu hal kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Mümteni’: Olması ezelî ve ebedî olarak imkânsız olan şeylerdir. Mümteni’ olan bir şey imkân dâhilinde değildir.
Allah’ın şeriki, mümteni-ül vücuddur, yani olması imkânsızdır. Keza, ne tek, ne de çift olmayan bir sayı bulunması da mümtenidir.
Bu kâinatın bir san’atkârının olmaması da mümteni, yani imkânsızdır. Bir iğne bile ustasız olamazsa, şu uçsuz bucaksız kâinat nasıl ustasız olabilir?
"Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu… azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere o vücub-u vücudu… vermekle küfrünü itikad edebilir."
Allah’ı inkâr edebilmek için, varlıklara “mümkün” demek yerine, “vacib” dememiz gerekiyor. Zira “mümkün” dersek, her mümkün, var olabilmek için bir sebebe ihtiyaç duyduğundan, “Bu mümkünlerin varlığını yokluğuna tercih eden vacib kim?” sualine muhatab oluruz. Bu sualden kurtulmanın tek yolu ise, ahmakçasına, mümkün-ü vücud olan mahlûklara, vacib-ül vücud mertebesini vermektir.
Nasıl ki heykelin ustasını inkâr edebilmek için, heykeli usta kabul etmek; kitabın kâtibini inkâr edebilmek için, kitabı kâtip kabul etmek; resmin ressamını inkâr edebilmek için de, resmi ressam kabul etmek, yani “mümkün-ü vücud” olan bu eşyaları, “vacibü'l-vücud” bilmek gerekir.
Aynen bunun gibi, “hâşâ- Cenab-ı Hakk’ı inkâr edebilmek için de, mümkün-ü vücud olan şu kâinatı, içindeki eşyayı ve hatta zerreleri dahi, vacib-ül vücud kabul etmek gerekir. Bunu kabul edemeyen, kâinata “mümkün” demek mecburiyetinde kalır.
Bütün aynalarda, şeffaf şeylerde, kar’ın tanelerinde, denizin yüzündeki kabarcıklarda güneşin parlak birer in’ikâsı vardır. Her bir ayna içinde Güneş’in küçük bir misali bulunuyor.
Bütün ışıkların tek bir güneş’ten geldiğini kabul etmeyen biri, aynalar ve kabarcıklar adedince hakiki güneşleri kabul etmek durumunda kalır ve her bir aynaya güneş demek gibi bir ahmaklığa düşer.
İşte kâinat ve içindeki her bir eşya birer aynadır. Bunlar üzerinde görünen sayısız hikmet, güzellik ve nakışlar ise Allah’ın isim ve sıfatlarının birer yansıması ve tecellisidir. Tek bir ilahın varlığını kabul etmeyen kişi, eşya adedince ilahları kabul etmek zorunda kalır.
Ezeliyeti vermek: Bazıları ezeliyeti, “varlığının başı olmamak” diye tarif etmişlerdir ki, bu tarif eksik olmakla birlikte doğrudur. Eksiktir, çünkü ezelde zaman yoktur ki, başlangıçtan, sondan, önceden, ahirden bahis edilebilsin. Doğrudur, zira Allah ezelî ve ebedîdir, bizatihi kayyumdur.
Kâinata ve mahlûkata baktığımız zaman, her şeyin müteğayyir ve kararsız olduğunu görüyoruz. Yani, hiçbir şey kararında sabit olarak durmuyor, değişiyor. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Daimî bir faaliyet, gözümüzün önünde işliyor. Bu da mahlûkatta değişmeyen hiçbir şeyin olmadığını ispat ediyor.
Değişen her şey ise, sonradan meydana gelmiş; sonradan vücud bulmuş demektir. Zira yoktu, var oldu. Ezelî olan şeyde, zaten tebeddül ve tağayyür söz konusu olamaz. Ezeliyet ona müsaade etmez. Mahlûkatı yokluk karanlığından, varlık sahasına çıkaran Allah’ın varlığının ezelî, ebedî ve vacib olması zarurîdir. Aksi halde her hangi bir varlığı yaratması imkânsızdır. Yok, yoka vücut veremez.
Madem her şey hâdisdir, yani sonradan meydana gelmiştir. Öyle ise her hâdisin bir muhdisi, yani onu varlık sahasına çıkaran ve yaratan bir Zâtın var olduğu sabit olur.
Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermek, kendi kendine olmuştur” demek gerekir. Zira bir şey ezelî değilse, hâdisdir (sonradan olmuştur). Hâdis olan ise, bir muhdise (yaratıcıya) muhtaçtır. Maddenin ezeliyeti kabul edilmezse, hâdis ve mümkün olduğuna hükmedilecektir. Bu ise bir muhdisi, yani Allah’ı kabul ve tasdik ettirecektir. İşte bu sırdan dolayı kelam âlimleri, maddenin ezelî olmadığını ispat ile Cenabı Hakk’ın varlığını ispat etmeye çalışmışlardır.
Elimize bir kalem alıp, bir kâğıda “A” harfi yazalım. Yazdığımız bu “A” harfi hâdisdir, yani sonradan olmuştur. Az önce yoktu, şimdi ise var oldu. Yani ezelî değildir, hâdisdir. Madem “A” harfi bir kaç dakika önce yoktu, o halde onu yazan bir muhdis (sonradan yazan) olmalıdır. Muhdis olmadan, “A” harfinin vücud bulması mümkün değildir.
“A” harfinin muhdisini inkâr eden adam, iki şeyden birini yapmak mecburiyetindedir:
1. “A” harfini inkâr edecek. Zira harfi inkâr ettiği takdirde, kâtibi de inkâr eder ve diyebilir ki: “‘A’ harfi yok ki, kâtibe ihtiyaç olsun.”
İşte felsefecilerin Sofestai denilen kısmı bunu yapmış ve harf hükmünde olan kâinatı, kendi vücutlarını inkâr etmiş, her şeyin hayal olduğunu kabul etmişlerdir. Kâinatı inkâr ettikleri için de; “Hâdis olan bu kâinatı kim yarattı?” sualine muhatap olmamışlardır. Zira onlara göre kâinat yoktur ki, bir ustaya ihtiyaç olsun.
2. Eğer Sofestailerin yaptığını yapamaz ve sayfadaki “A” harfini inkâr edemezseniz, ustasını inkâr etmek için tek yol kalır, o da: “A” harfinin yazılmamış, ezelden beri var olduğunu kabul etmek.
İşte şu kâinat bir sayfa; eşya ise, bu sayfada yazılan harfler hükmündedir. Bu sayfanın kâtibi olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr edebilmek için, sayfanın ve içindeki harflerin hâdis olmadığını, ezelî olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer eşyaya ezeliyet verilemezse, hâdis olduğu bi-l mecburiye kabul edilecektir. Hâdis olduğu kabul edildiğinde de, “Bu hâdisin muhdisi kim?” suali sorulacaktır. Zira bir hâdisin, muhdis olmadan vücud bulması mümkün değildir.
İşte bu sebepten dolayı kâfirler, maddeye ezeliyet vermek zorunda kalmışlardır. Yani Allah’ın ezeliyetini akıllarına sığıştıramayanlar, maddenin ezeliyetini ahmakçasına kabul etmek zorunda kalmışlardır.
"Cenab-ı Hakk’ın ezeliyetini… kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere o ezeliyeti vermekle küfrünü itikad edebilir."
Üstadımız, kâfirlerin Allah’ı inkâr edebilmek için maddenin ezeliyetini kabul etmek zorunda olduklarını da şöyle ifade ediyor:
“Dalâlet ne kadar aciptir. Zât-ı Zülcelâlin lâzım-ı zarurîsi olan ezeliyeti ve hassası olan icadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki gayr-ı mütenâhî zerrâta ve aciz şeylere veriyor?”(2)
Nevilerin yâni canlı türlerinin teşekkülünü maddenin ezelî olmasıyla ve atomların hareketiyle açıklamaya çalışanlar, hakikatten uzaklaşmışlar ve aklın kabul etmeyeceği batıl ihtimallere sarılmışlardır. İman yolunun dışında kalan yolları tebeî bir nazarla, yâni kasdî olarak incelemek yerine üstünkörü düşünmüşler, o yolun altında ne gibi imkânsızlıklar, akıl dışı haller olacağına hiç kafa yormamışlardır. Zira onların maksadı hakikati bulmak değil, kendilerini herhangi bir şekilde aldatmak, oyalamak, zevk ve sefalarına bir engelin çıkmasını istememektir.
Maddenin ezelî olması ve farklı türlerin de maddenin hareketiyle açıklanması aklın kabul edemeyeceği bir sapık düşünce olduğu halde, bazılarının bu yola girmelerinin sebebi de yine kişinin kendini, bilerek aldatmak istemesidir. Kendini aldatmak isteyen, bu işi çok kolay başarır. Tıpkı, güreş tutarken bir kimsenin yıkılmak istemesi halinde sırtının çok kolayca yere gelmesi gibi.
Allah ezelî ve ebedîdir. Mahlûkat O’nun irade ve kudretiyle yaratılmakta, vazife yapmakta ve yine O’nun iradesiyle bu dünyadan göçmektedir. Madde, bu kâinat kitabının mürekkebi hükmündedir. Farklı canlı türlerinin yaratılması madde ile izah edilemez, ancak o maddeyi dilediği varlıkta tavzif eden İlâhî irade ve kudret ile izah edilir. Her türün yaratılmasında ayrı bir İlâhî san’at sergilenmektedir. İlâhî isimlerin tecellileri her farklı varlıkta ayrı bir şekilde kendini gösterir. Aynı mürekkeple “insan, koyun, ağaç, dağ, güneş” kelimelerini yazmak nasıl bir kâtibin iradesini gösteriyorsa, element mürekkebiyle farklı canlı türleri yaratmak da Allah’ın kudretini, iradesini, ilmini, hikmetini gösterir ve ilan eder.
Hakikat böylece tesbit edilmediği takdirde, farklı canlı türlerinin tamamını maddenin ezeliyetiyle izah etmek aklen mümkün değildir. Zira bu halde maddenin her bir tür canlıyı önceden bilmesi, onun bütün hususiyetlerini ilminde tayin ve tespit etmesi, sonra ilmindeki bu planlara göre farklı canlıları yapması gerekir. Bu ise çok büyük bir dalalettir.
Kâtibin kabul edilmeyip, yazıların meydana gelmesinin mürekkebin hareketiyle açıklanmaya kalkışılması halinde şöyle bir muhal kendini gösterir: Aynı mürekkeple, fizik, kimya, edebiyat, matematik gibi birbirinden farklı ilim dallarında kitaplar yazılabildiğine göre o mürekkep zerrelerinin bütün bu ilimleri bilmeleri ve ona göre hareket ederek o ilmî yazıları ortaya koymaları gerekir.
Allah’ın ezeliyetini aklına sığıştıramayanların maddeye ezeliyet isnad etmeleri ve icadı aklına sığdıramayanların bu sıfatı cansız, şuursuz, iradesiz maddeye vermeleri ve farklı türlerin yaratılışını da yine maddenin farklı hareketleriyle açıklamaya çalışmaları tam bir fikrî dalalettir.
Bir şey hâdis ise yâni sonradan yaratılmışsa, sıfatları da hâdistir, onlar da sonradan yaratılmışlardır. Maddenin sürekli sıfat değiştirdiğini görüyoruz, Hareket halinden sükun haline, sükûndan hareket haline geçebiliyor. Bu sonradan kazanılan sıfatlar kesinlikle ispat eder ki, madde de hâdistir, sonradan yaratılmıştır. Çünkü, hâdis sıfatların sahibi ezeli olamaz.
Maddenin enerjiye dönüşmesinden hareketle aslının enerji olduğu bugün ispat edilmiş bulunmaktadır. Maddenin kaynağı enerji, onun esası da Allah’ın kudret sıfatıdır. O halde ezelî olan madde değil, onun kaynağı olan enerjiyi yaratan Allah’ın kudretidir.
Buraya kadar, Allah’ı inkâr edenin, niçin maddenin ezeliyetini kabul etmek zorunda olduğunu anlattık. Şimdi ise, niçin maddeye ezeliyet verilemeyeceğinden bir parça bahis edeceğiz.
Maddeye ezeliyet verilemez. Çünkü:
1. Madde denilen şeyin cismani suretlerden, cisme arız olan ahval ve heyetlerden hâli olması imkânsızdır. Evvela madde muhakkak bir mekânda bulunacaktır. Zira mekândan münezzeh bir madde düşünülemez. Ayrıca hareket, sükûn, büyüklük, küçüklük, uzunluk, kısalık, sıvılık gibi hallerin bir kaçından hali olmayacaktır. Bunun aksini düşünmek, yani ne büyük, ne küçük, ne uzun, ne kısa… bir madde düşünmek, maddenin varlığını ortadan kaldırmak olacaktır. Çünkü şu bir kaidedir: “Cevher (üzerinde sıfat ve arazların gözüktüğü asıl) veya madde, araz için şart ise de cevherin veya maddenin varlığı ve bekası araz ile mevcuttur.” Yani sonradan takılan sıfatlar için, ilk önce asıl maddeye ihtiyaç vardır. Bir başka ifadeyle, ilk önce sayfa olacak, sonra kalem ile süslenecek. Sayfa olmazsa, nakış ve süs de olmaz. İlk önce madde ve cevher olacak, sonra muhtelif sıfatlar ve arazlar olabilir.
Bunun ile birlikte, madde ve cevherin varlığı da arazlar ile mümkündür. Yani sıfatları olmadan bir maddeyi düşünmek de mümkün değildir. Daha geniş bir ifade ile maddenin kendini ayakta tutan suret ve ahvallerden hali olması mümkün değildir.
O hâlde ezeliyeti dava olunan madde, hâdisdir yani sonradan yaratılmıştır, kendine sonradan takılan suretler ile kaim olan arazdır. Buna göre, kadimin (ezeli olanın) hâdis olması veya hâdisin kadim olması lazım gelir. Bu ise muhaldir. Bu anlaşılması zor meseleyi biraz daha açarsak, madde ezelî ise, sıfatlarının da ezelî olması gerekir. Ezelî olan madde, ezelî olmayan ve sonradan yaratılan sıfat ve haller ile var olamaz.
2. Şu âlem daima tazelenmektedir. Her gelen gitmekte ve onun yerine başkası yaratılmaktadır. Bu hale göre ezelî olduğu iddia edilen maddenin, ahval ve sıfatları hâdis olmuş oluyor. Demek madde de hâdisdir. Zira bir şeyin kendisi ezelî olup, sıfatı hâdis olamaz.
3. Eğer maddenin sıfatları ezelî olsaydı, bu takdirde tebeddül (başkalaşmak) ve tegayyürü (değişmek) kabul etmeyecekti. Üstad Hazretlerinin buyurduğu gibi; “Bir şey zatî olsa, onun zıddı ona arız olamaz. Çünkü ictima-i zıddeyn olur. Bu ise muhaldir.”
4. Cenab-ı Hakk’ın “eşyayı halk etme” fiilinin tecellisi için, eşyanın yokluktan icadı lazım geldiği gibi, musavviriyetin (suret ve şekil vermenin) tecellisi için de suretlerin hâdis (sonradan yaratılmış) olması icab eder. Madde de sureti de ezelî kabul edilince, halk (yaratma) ve tasvir (şekil verme) fiillerinin tecellisi nasıl olacaktır?
Uluhiyyet sıfatlarını vermek: İsim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. Yani ortada bir isim varsa, muhakkak o isim ile isimlenmiş bir zat olacaktır. Ve yine ortada bir sıfat varsa, muhakkak o sıfatın bir sahibi olmalıdır.
Mesela, yine kalem ile bir kâğıda bir harf çizdiğimizi düşünelim. Bu fiilde ve sayfadaki “A” harfinde şunlar gözükür:
1. Sayfadaki “A” harfinin varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Zira biraz önce o sayfada “A” harfi yok iken, şimdi bir “A” harfi vardır. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkabilmesi, yani varlığının yokluğuna tercih edilebilmesi için ise kâtibinin ve failinin irade sahibi olması gerekir. İrade sahibi olmalıdır ki, varlığını yokluğuna tercih edebilsin. İradesi ve ihtiyarı olmayan bir sanatkârın, sayfadaki “A” harfine kâtip olması ve kâtiplik iddiasında bulunması mümkün değildir. O halde “A” harfinin yoktan icadı, irade sahibi bir kâtibi gerektirir.
2. Sayfadaki “A” harfi, alelade bir çizgi değildir. Manası olan sanatlı bir çizgidir. O halde sanatkârı ve kâtibi olan zatın “ilim” sıfatının olması, yani “âlim” olması gerekir. İlmi olmayanın ve okuma yazma bilmeyenin, mana ifade eden bu “A” harfini yazması mümkün değildir. O halde “A” harfinin yoktan icadı, ilim sahibi bir kâtibi gerektirir.
3. Ayrıca bu sanatkârın “kudret sahibi” olması da gerekir. İradesi ve ilmi olsa ama kudreti ve kuvveti olmasa, mesela felçli olsa ve elini hareket ettiremese, bu “A” harfini yazamazdı. İşte “A” harfi, mevcudiyeti ile kâtibinin “kudret” sahibi bir “kadir” olduğuna da işaret eder.
4. Yine kâtibinin “hayat sahibi” olması gerekir. Zira hayatı olmayanın ilmi, iradesi ve kudreti olamaz. Hayat sahibi olmayan bir taşın yanına bir kalem ve kâğıt koysak ve bir milyon sene onları baş başa bıraksak, sayfada bir “A” harfini göremezsiniz. Demek “A” harfi, varlığı ile kâtibinin “Hayy” (hayat sahibi) olduğuna işaret eder.
Bu misalleri ve “A” harfinin kâtibine yaptığı delaletleri çoğaltabilirsiniz.
Şimdi “A” harfine bir kâtip arayacağız. Eğer biz kâtip olarak, onu çizen insanı inkâr eder ve “Bu A harfini bu kalem yaptı” dersek, o zaman kâtipte bulunması gereken irade, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları kaleme vermek ve “Bu kalem âlimdir, irade sahibidir, kudret sahibidir, hayatı vardır…” gibi bir hezeyanı kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada gözüken isim ve sıfatlar vardır. İsim müsemmasız, sıfat mevsufsuz olamaz. İşte bu yüzden, harfin kâtibi olarak kim kabul edilirse, kâtipte olması gereken ilim, irade, kudret ve hayat gibi sıfatların da o zatta varlığını kabul etmemiz gerekecektir.
Aynen bunun gibi, kâinat da bir harf ve bir kitaptır. Kâtibi olarak Allah kabul edilmezse, bu kitapta gözüken bütün isim ve sıfatları atomlara, sebeplere, tesadüfe, tabiata… vermek, adeta onları ulûhiyyet makamına çıkarmak gerekecektir. Bir Allah’ı aklına sığıştıramadığı için kabul etmeyen adam, zerreler ve atomlar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalacaktır.
Dilerseniz bu meseleyi bir misal ile izah ederek noktayı koyalım:
"Kalkık kuyruk" adıyla bilinen bir böcekten bahsedeceğim. Bu böceğin de sadece imal ettiği iki ilaca bakacağız. Bu böcek bu ilaçları karınca yuvasına girmek için imal eder. Niyeti yuvaya girip beslenmektir.
Fakat karınca yuvasına girmek o kadar da kolay değildir. Girebilmek için yuvanın kapısındaki nöbetçiyi atlatmak zorundadır. Kalkık kuyruk yuva girişine yaklaşır, daha nöbetçi karınca kendisine hücum etmeden, karnının ucundan salgıladığı bir damla ilacı yere bırakır. Nöbetçi karınca, bu bir damla ilacın tadına bakar bakmaz devranı değişir. Düşman iken dost olur. Evet, bu bir damla ilaç ile kalkık kuyruk, nöbetçi karıncayı kendisine dost yapmıştır. Bundan sonra böcek, karıncaya ikinci ilacı verir. Ona karnını yalatır. Bu ilacın özelliği ise hipnoz etmesidir. İlacı alan karınca, böceğe sadece dost olmakla kalmaz, artık onun hizmetkârı da olur. Kalkık kuyruk karıncanın sırtına biner ve karınca onu yuvanın içine götürür. Böcek de bu arada taşınmakta kolaylık olsun diye yuvarlanıp top haline gelmeyi ihmal etmez.
Şimdi bu hâdisede gözüken isim ve sıfatlara bakalım:
1. Kalkık kuyruğun bu ilacı yapabilmesi için kimyager olması gerekir.
2. Sadece kimyager olması da yetmez. Bu ilacı yapabileceği fabrikayı vücuduna yerleştirebilecek bir ilmi, zenginliği, kudreti… olmalıdır.
3. İlacın karıncaya tesir etmesi için karıncanın vücut yapısını da bilmelidir ki, ona tesir edecek ilacı üretilebilsin. Demek ilacı yapan zatın entomolojist, yani böcek bilimcisi olması gerekir.
4. Karıncanın yuvasında ihtiyacını karşılayabileceğini bilmesi için ilminin olması gerekir.
5. Bu ilacı böyle tesirli yapabilmek için hikmetinin olması gerekir.
6. Bu ilacı karıncaya tattırmadan yuvaya yanaşırsa, karıncanın kendisini öldüreceğini bilmesi için de karıncaların hayat şartlarına vakıf olması ve yıllarca karıncaları araştırması gerekir.
Yani bu ilacı yapan zatın kimyager, âlim, zengin, kadir, hakim… gibi birçok isim ve sıfatlarının bulunması gerekir. Bu sıfatlara sahip olamayan mezkûr ilacı yapamaz.
Acaba bu isimler ve sıfatlar kimindir? Biz “Allah’ındır” diyor ve ilaç yapma fiilinin, Allah’ın bir fiili olduğunu ve O’ndan başka kimsenin bu hikmetli fiile fail olamayacağını kabul ediyoruz.
Eğer biri çıkar ve tersini söylererek Allah’ı inkâr ederse, o halde “ilaç yapmak” fiiline bir fail göstermelidir. Zira ortada bir fiil vardır ve fiill de failsiz olamaz. Ve gösterdiği failde, mezkûr isim ve sıfatların varlığını da kabul etmek zorundadır. Zira bu isim ve sıfatlara sahip olamayanın, bu fiili gerçekleştirmesi ve bu ilacı imal etmesi de mümkün değildir.
O halde yol ikidir: Ya Allah kabul edilerek, “ilaç yapma” fiili ona isnat edilecek ve “ilaç yapmak” hâdisesinde gözüken isim ve sıfatların müsemması ve mevsufu olduğu tasdik edilecek; ya da fail olarak gösterilen şeyde mezkûr isim ve sıfatların varlığı kabul edilecektir. Yani mevhum fail, ulûhiyyet makamına çıkartılacaktır. Adeta ona ilahlık makamı verilecektir.
Sözün özü: Ayağı ile bastığı böceğe, Allah’ın ilmi kadar bir ilmi, Allah’ın kudreti kadar bir kudreti, Allah’ın hikmeti kadar bir hikmeti, Allah’ın zenginliği kadar bir zenginliği… verecek ve sonra küfrüne itikad edebilecektir. Bu itikad ile de adeta böceği kendisine bir ilah yapacaktır.
Biz, bir böceğe bile değil, sadece bir böceğin yaptığı ilaçta tecelli eden isim ve sıfatlardan bazılarına baktık. Bir de kâinata bakın ve onda tecelli eden isim ve sıfatları görün, sonra o isim ve sıfatlara sahip olabilecek bir fail ve sanatkâr bulmaya çalışın. Semalara çıkın, denizlerin dibine dalın, sahralarda gezin, âlemde bakmadığınız hiçbir taşın altı kalmasın.
Acaba kâinatta gözüken bu kadar isim ve sıfatlara sahip olabilecek Allah’tan başkasını bulabilir misiniz?
Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Nokta.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Sadece mükemmel bir izahtır diyorum ve Allah razı olsun sizden.Sadece bu bile ateistleri çöketmek için yeter.