"Ezeliyet-i madde ve harekât-ı zerrattan teşekkül-ü envâ gibi umur-u bâtılaya neden ihtimal veriliyor?" soru ve cevabı izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"S: Ezeliyet-i madde ve harekât-ı zerrattan teşekkül-ü envâ gibi umur-u bâtılaya neden ihtimal veriliyor?"
"C: Sırf başka şey ile nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umurun esas- ı fâsidesini tebeî bir nazarla derk etmediğinden neş’et ediyor. Eğer nefsini iknâ etmek sûretinde, kasten ve bizzat ona müteveccih olursa, muhâliyetine ve mâkul olmadığına hükmedecektir.Faraza kabul etse de, tegâfül-ü ani’s-Sâni sebebiyle hasıl olan ıztırar ile kabul edilebilir."
"Dalâlet ne kadar acibtir. Zât-ı Zülcelâlin lâzım-ı zarurîsi olan ezeliyeti ve hassası olan îcadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki, gayr-ı mütenahi zerrata ve aciz şeylere veriyor?"(1)
Nevilerin yani canlı türlerinin teşekkülünü maddenin ezelî olmasıyla ve atomların hareketiyle açıklamaya çalışanlar, hakikatten uzaklaşmışlar ve aklın kabul etmeyeceği batıl ihtimallere sarılmışlardır. Bu yanlışın altında, psikolojik bir sebep yatmaktadır. Üstad'ın tespitiyle bunlar nefislerini başka bir şey ile yani iman yolunun dışında herhangi bir şık ile aldatma yoluna girmişlerdir. İman yolunun dışında kalan yolları tebei bir nazarla, yani kasdi olarak incelemek yerine, üstünkörü düşünmüşler, o yolun altında ne gibi imkânsızlıklar, akıl dışı haller olacağına hiç kafa yormamışlardır. Zira onların maksadı hakikati bulmak değil, kendilerini herhangi bir şekilde aldatmak, oyalamak, zevk ve sefalarına bir engelin çıkmasını istememektir. Batıl yolların hiçbirinde bu engeller bulunmadığından onlar için bu yollar aralarında pek fark yoktur.
Şayet bu kimse, tuttuğu yolun doğru olup olmadığı konusunda kendisini gerçekten ikna etmek istese ve o batıl yolu bu nazarla incelese “muhaliyetine ve mâkul olmadığına hükmedecektir.”
“Faraza kabul etse de tegâfül-ü ani’s-Sâni sebebiyle hasıl olan ıztırar ile kabul edilebilir.”
Bir şeyi bilmemek cehalet, bildiği halde kendini bilmezliğe vermek ise tecahüldür. Aynı şekilde, bir hakikatin farkında olmamak gaflet, bildiği halde kendini gaflete vermek ise tegafüldür.
O yolun batıl olduğunu gördüğü halde yine de kabul etse, bu kabul, “tegâfül-ü ani’s-Sâni sebebiyle hasıl olan ıztırar ile”dir. Yani, eşyanın gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Allah’tan gaflet ettiğinden, kendini batıl bir yol ile tatmin etmek için âdeta zorlanmaktadır. Zira Allah’a iman etmek salih ameli ve takvayı da beraberinde getirmektedir. Bunlara hiç yanaşmak istemeyen nefis, aklın zıddı olan bir yola, bir ızdırar ile girer ve her türlü isyanını engelsiz olarak işleme imkânı bulur.
Maddenin ezelî olması ve farklı türlerin de maddenin hareketiyle açıklanması aklın kabul edemeyeceği bir sapık düşünce olduğu halde, bazılarının bu yola girmelerinin sebebi de yine kişinin kendini, bilerek aldatmak istemesidir. Kendini aldatmak isteyen, bu işi çok kolay başarır. Tıpkı, güreş tutarken bir kimsenin yıkılmak istemesi halinde sırtının çok kolayca yere gelmesi gibi.
“Dalâlet ne kadar acibtir. Zât-ı Zülcelâlin lâzım-ı zarurîsi olan ezeliyeti ve hassası olan îcadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki, gayr-ı mütenahi zerrata ve aciz şeylere veriyor?”
Aklı ikna ve kalbi tatmin eden yegâne gerçek şudur:
Allah ezelî ve ebedîdir. Mahlûkat onun irade ve kudretiyle yaratılmakta, görev yapmakta ve yine onun iradesiyle bu dünyadan göçmektedir. Madde, bu kâinat kitabının mürekkebi hükmündedir. Farklı canlı türlerinin yaratılması madde ile izah edilemez, ancak o maddeyi dilediği varlıkta görevlendiren İlâhî irade ve kudret ile izah edilir. Her türün yaratılmasında ayrı bir ilâhî sanat sergilenmektedir. İlâhî isimlerin tecellileri her farklı varlıkta ayrı bir şekilde kendini gösterir. Aynı mürekkeple “insan, koyun, ağaç, dağ, güneş” kelimelerini yazmak nasıl bir kâtibin iradesini gösteriyorsa, element mürekkebiyle farklı canlı türleri yaratmak da Allah’ın kudretini, iradesini, ilmini, hikmetini gösterir ve ilan eder.
Hakikat böylece belirlenmediği takdirde, farklı canlı türlerinin tamamını maddenin ezeliyetiyle izah etmek aklen mümkün değildir. Zira bu halde maddenin her bir tür canlıyı önceden bilmesi, onun bütün özelliklerini ilminde tayin ve tespit etmesi, sonra ilmindeki bu planlara göre farklı canlıları yapması gerekir. Bu ise çok büyük bir dalalet örneğidir.
Kâtibin kabul edilmeyip, yazıların meydana gelmesinin mürekkebin hareketiyle açıklanmaya kalkışılması halinde şöyle bir muhal kendini gösterir:
Aynı mürekkeple, fizik, kimya, edebiyat, matematik gibi birbirinden farklı bilim dallarında kitaplar yazılabildiğine göre, o mürekkep zerrelerinin bütün bu ilimleri bilmeleri ve ona göre hareket ederek o ilmî yazıları ortaya koymaları gerekir.
Allah’ın ezeliyetini aklına sığıştıramayanların maddeye ezeliyet isnat etmeleri ve icadı aklına sığdıramayanların bu sıfatı cansız, şuursuz, iradesiz maddeye vermeleri ve farklı türlerin yaratılışını da yine maddenin farklı hareketleriyle açıklamaya çalışmaları tam bir fikir sapıklığıdır.
Üstad Hazretleri Mektubat’taki Hakikat Çekirdeklerinin birinde şöyle buyurur:
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.”(2)
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın şu dört ismi birlikte zikredilir: Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın.
Evvel ismi Allah’ın ezeli olduğunu, her şeyden önce var olduğunu ifade eder. Madem her varlığın bir evveli vardır, o noktadan önce henüz varlık sahasına çıkmamıştır, o halde her şeyden evvel var olan ezelî bir yaratıcı lazım ki, onu yokluktan varlığa çıkarsın.
Âhir ismi, Allah’ın ebediyetini ders verir. Evveli olanın ahiri de olacağından, her mahlûk bir gün ölümü tadacaktır. Ölenlerin yerine yenilerin yaratılması gösteriyor ki, Allah Baki'dir, fâni varlıkları terhis ettikten sonra yerlerine başkalarını yaratır.
Zâhir ismi, Allah’ın varlığının her şeyden daha açık olduğunu ifade eder.
Batın ismi ise onun kutsî mahiyetinin bilinemeyeceğini ifade eder.
Bir kaide vardır: Bir şey hadis ise yani sonradan yaratılmışsa, sıfatları da hadistir, onlar da sonradan yaratılmışlardır. Maddenin sürekli sıfat değiştirdiğini görüyoruz. Hareket halinden sükûn haline, sükûndan hareket haline geçebiliyor. Bu sonradan kazanılan sıfatlar kesinlikle ispat eder ki, madde de hadistir, sonradan yaratılmıştır. Çünkü hadis sıfatların sahibi ezelî olamaz.
Maddenin enerjiye dönüşmesinden hareketle, aslının enerji olduğu bugün ispat edilmiş bulunmaktadır. Maddenin kaynağı enerji, onun esası da Allah’ın kudret sıfatıdır. O halde ezelî olan madde değil, onun kaynağı olan enerjiyi yaratan Allah’ın kudretidir.
“Evet, meşhurdur ki: Hilâl-i îde bakarlardı. Kimse bir şey görmedi. İhtiyar bir zât yemin etti: 'Hilâli gördüm.' Halbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. Kıl nerede, kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede, sebeb-i teşkil-i envâ nerede?"
"İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalâlet başına düşer; hakikat zannederek başına giydiriyor."(3)
Hilâl-i îd; bayram hilali demektir. Bayram olup olmadığını tespit için bir grup insan, Ay’ı gözetlerken, ihtiyar bir adam kirpiğinin kavislenmiş beyaz kılını hilal zannederek “hilali gördüm” diyor. İşte türlerin meydana gelmesini atomların hareketiyle izah etmek, o beyaz kılın Ay olması kadar akıldan uzaktır.
O ihtiyar adamın kılı hilal zannetmesi gibi, insanlar bazen hakkı ararken ellerine batıl geçiyor, onlar da o yanlışı doğru kabul edebiliyorlar. Bunun en bariz misali, putlara tapmada görülüyor. İnsan mükerrem bir varlık. Kendisinin bir yaratıcısı olması gerektiğini vicdanen biliyor. O yaratıcıya şükür ve ibadet etmesi gerektiğini de akıl ve vicdanı emrediyor. Ancak, bir peygambere yahut peygamber varisi büyük bir mürşide rastlamıyorsa, ya kendi aklını yanlış kullanarak yahut bu konuda kendisine yapılan yanlış telkinlere kapılarak putlara tapabiliyor, şükür ve ibadetini onlara yapıyor. Böylece “hakikati kazarken ihtiyarsız” olarak başına dalalet düşmüş oluyor.
Burada geçen “ihtiyarsız” kelimesi, iradesi dışında olan bu yanlış tercihinden dolayı kendisinin sorumlu olmayacağı manasına gelmez. İhtiyarsız denmesi, o adamın maksadının dalaleti arayıp bulmak olmadığı, böyle bir şeyi irade etmediği, iradesini hakkı kullanmaya sarf ederken, bazı yanlış fikirlerle yahut batıl inançlarla meşgul olması ve “Sohbette insibağ (boyanma) vardır” fetvâsınca, o yanlış meşguliyetler sonunda başına dalaletin düştüğü manasınadır.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Nokta.
(2) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 55.
(3) bk. Mesnevi-i Nuriye, Nokta.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü