"Çok mühim ve hikmetli hakikatlere fenni bir nam takmak" ile "Fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca" etmekle ilgili misâl verir misiniz? Ebu Cehil'den daha ziyade muzaaf bir echeliyet nasıl gösterilir?
a. Bu paragraftaki “çok mühim ve hikmetli hakikatlere fenni bir nam takmak” ve "… fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca'” etmekle ilgili birkaç misâl verir misiniz?
b. Ebu Cehil'den daha ziyade muzaaf bir echeliyet nasıl gösterilir? Zira Ebu Cehil bazı hakikatleri gözüyle müşahede ederek inkâr etmişti.Değerli Kardeşimiz;
“Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki: Esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir:"
"'İşte bu ağaç bundan çıkmış.' diye Sâni'inin o çamdaki gösterdiği bin mu'cizatı inkâr eder misillü bazı zahirî sebebleri irae eder. Hâlık'ın ihtiyar ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir."
"Bazen gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikata fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı."
"İşte gel! Belâhet ve hamakatın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-ı meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi: 'Bu budur.' der. Meselâ: 'Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.
"Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve 'âdetullah' namıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rububiyeti irca' eder."
"O irca' ile onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebu Cehil'den ziyade muzaaf bir eçheliyet gösterir."(1)
a. Gerek bedenimiz, gerek onu ihata eden ve her taraftan onun yardımına koşan şu muhteşem âlem, sayısız kanunların birlikte çalışmasıyla varlığını sürdürüyor. İnsan aklını hayretlere düşüren ve kalbini şükür ve minnettarlıkla dolduran bu kanunlara “fennî bir nam takarak” konuyu basite irca etmek aklın dalâletine yol açar. Bir misâl olarak mütemadiyen muhatap olduğumuz “yerçekimi kanunu” üzerinde kısaca duralım:
Terziler dikiş makinelerinin yanına bir mıknatıs bırakırlar. Bütün iğneler o mıknatısta toplanır ve dağılmazlar. Aynı kanunun bir büyük kardeşiyle de Rabbimiz bizi ve bütün canlıları yerküreye bağlamış. Böylece insanlar fezaya dağılmaktan korunmuş oluyorlar. Demek ki, sadece mıknatıs iğneleri çekmezmiş, toprak da insanı çekebilirmiş.
Benzer kanunlarla ayı dünyaya, dünyayı güneşe bağlayan bir ilâhî kudretin bu azametli ve rahmetli icraatını hiç düşünmeyip sadece yerçekimi, güneş cazibesi,.., diyerek, bu mu’cize icraatları basit görmek ve düşünmemek insana şükür kapısını kapatır. Bunun neticesi ise, düşünmeden yaşamak ve hayvan gibi, belki ondan daha aşağı bir hayat sürmektir.
“Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar (daha sapık ve aşağıdırlar).” (Furkan, 25/44)
“Âdetullah" namıyla yâdedilen fıtrî kanunlara gelince bunlar saymakla bitmez.
Adetullah üzere, insanlar nutfelerden, kuşlar yumurtalardan, meyveler ağaçlardan doğarlar. Bunun her zaman böyle olması, “tesadüfle” değil, ancak “kanun” kelimesiyle ifade edilir. Tesadüf; nadiren vuku bulan hâdiseler için kullanılsa bile, devamlılık arz eden hâdiseler ancak kanunla ifade edilirler. Çekirdeğin içinden kuş veya nutfeden bir ağaç çıksaydı bunlara belki tesadüf denilebilirdi. Ama nutfeler, yumurtalar ve çekirdekler âleminde gördüğümüz bu harika nizam ancak kanunla ifade edilebilir.
Bir insanın sadece bir gözü olsa, o da koltuğunun altında yer alsaydı, buna belki tesadüf denilebilirdi. Ama bütün insanların iki tane gözü olması ve bunların simetrik olarak yüzde yer alması ancak “kanun” kelimesiyle ifade edilebilir.
b. Nur Külliyatı'nda defalarca nazara verildiği gibi, bu kâinat kudret kalemiyle yazılmış bir İlâhî kitaptır. Her bir varlık, taşıdığı hârika sanat ve ince hikmetlerle “tekvinî birer âyettir”, yani Allah’ın varlığına delildir. Ve yine bu âlemde her eser bir kudret mu’cizesidir.
Ebu Cehil ve benzeri kişiler Kur’ân-ı Kerîm'e ve Allah Resulüne (asm.) inatlarından iman etmemişler ve mu’cizeleri ise sihir diyerek geçiştirmiş, üzerinde düşünmemişlerdi. Kâinat kitabındaki ince mana ve hikmetlerden ise bu asra göre çok uzakta kalmışlardı.
Bu gün, fenlerin her birinin kâinat kitabındaki bir kelimenin ne kadar mânâlar ve hikmetler taşıdığını kör gözlere de gösterecek kadar açıkça ortaya koymalarına rağmen, halâ bu kudret mu’cizelerini tabiata ve tesadüfe verenler elbette Ebu Cehil'den daha ziyade cahil olurlar.
Meselenin bir başka yönü ise, Ebu Cehil’in inançsızlığının çok dar bir daireyi tesir sahasına almasına mukabil, bugünün münkirleri hem kitle haberleşme vasıtalarını kullanarak, hem de ferdî çalışma yerine dernek, kulüp, loca, örgüt gibi şahs-ı maneviler halinde çalışmakla, çok insanların küfür ve dalâletlerine sebep olmaktadırlar. Bu yönleriyle bu asrın din düşmanları, Ebu Cehilleri de Firavunları da Nemrutları da çok gerilerde bırakırlar.
1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz'ün Zeyli.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü