"Daire-i Rubûbiyet" ve "Daire-i Ubûdiyet" ne demektir?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

“Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:"

"Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet ve gayet musanna, murassa bir levha-i san'at..."

"Diğeri: Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi’, câmi' bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve îmân vardır ki, ikinci daire bütün kuvvetiyle birinci dairenin nâmına hareket eder.”(1)

Daire-i Rubûbiyet, Cenab-ı Hakk’ın; “Zât’ını, şuunâtını, isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini ifade etmektedir.

Daire-i ubûdiyet ise bir kul olarak daire-i Rubûbiyete karşı yapmamız gereken vazifelerin tümünü içine alır.

Meselâ, Allah’ın zatı konusunda kulun ubudiyet vazifesi, O’nu “ezelî, ebedî, varlığı vacip, zamandan ve mekândan münezzeh, hiçbir varlığa hiçbir cihetle benzemez” olarak bilmektir.

Allah’ın irade sıfatına karşı kulun ubudiyet vazifesi, kendi cüz’i iradesinin sınırlı olduğunu ve bir anda ancak bir şeye taalluk ettiğini düşünerek bu İlâhî sıfatın akıl almaz icraatları karşısında hayrete düşüp tekbir getirmektir.

Nur Risalelerinde geçen şu cümle, bu noktada bize bir ufuk açmaktadır:

“Kur’anın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemâlât ve şuunatını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini talim etmektir.”(2)

"Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir." (20. Söz)

Rububiyet; Allah’ın kâinatta ve her mahlûk üzerindeki tedbir ve tasarrufudur. Zerrelerden yıldızlara kadar, canlı- cansız her şeyin dizgini ve tasarrufu, terbiye ve idaresi Allah’ın kudret elindedir.

Rububiyet yani terbiye edicilik; “Bir şeyi ilk noktasından itibaren tekâmül ettirerek son noktasına ulaştırmaktır.” Çekirdeği ağaç, nutfenin insan, yumurtanın civciv olması gibi.

Bu terbiye fiili, bütün âlemlerin her birinde mükemmel bir şekilde kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Suresini okurken, âlemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilân etmiş oluyoruz. Bütün âlemleri insanın menfaatine en uygun bir şekilde terbiye eden Allah’ın bu rububiyetine karşı mümin kullar da “Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek ubudiyet vazifesini üslendiklerini ilan etmiş oluyorlar.

İnsan, nimetin şükrü iktiza ettiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifesini yerine getirsin. İnsan, bu kâinatı dolduran İlâhî mu’cizelerin tefekkür ve hayret gerektirdiğini bilecektir ki, tesbih ve tekbir vazifesini ifa etsin. Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve O’nu tanımanın meyveleridir.

Hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar da Allah’ı tanıyor ve kendilerine mahsus lisanlarıyla O’nu tesbih ediyorlar. Ama onlar tefekkür, temaşa, takdir, hayret, tekbir gibi manalardan çok uzaktırlar. Bu vazifeleri en mükemmel şekilde melekler, cinler özellikle de insanlar yapıyorlar. “Tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniye” ifadesi bize bu dersi verir.

Önce bu kâinat insan meyvesi verecek şekilde terbiye görmüş, daha sonra insan kâinatı okuyup istifade edecek bir fıtratta yaratılmış, ona göre terbiye edilmişti.

Ubudiyet, kulluk demektir ve manası ibadetten daha şümullüdür. Yani, ubudiyet insanın bir kul olarak yapması gereken her şeyi içine alır. Bunların yapılması da bir nevi ibadettir, ancak ibadet denilince öncelikle akla gelen mana, Allah’ın emrettiği vazifeleri yerine getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmaktır.

Semayı yıldızlarla süslemek, o büyük cirimleri gayet muntazam olarak çalıştırmak, semayı direksiz durdurmak Rububiyetin haşmetli bir tecellisidir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi, bu muhteşem tabloyu hayretle tefekkür etmektir.

Suyu, toprağı ve diğer unsurları bir araya getirerek onlardan bir meyve ağacı yapmak ve onu meyve verecek şekilde planlamak, şifrelemek, terbiye etmektir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi ise, o şuursuz, ilimsiz ve merhamet nedir bilmeyen ağaçlardan süzülen meyveleri tefekkürle yemek ve Allah’a şükür ve hamd etmektir.

Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak şekilde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiriyoruz.

Bütün nimetler yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluyoruz.

Kısacası, hikmetle yaratmak rububiyet, bu hikmet ve faydaları düşünmek ubudiyettir. Rahmetle yaratmak rububiyet, bu rahmete şükür ve minnettarlıkla mukabele etmek ubudiyettir. Hastalıkları, ölümü takdir etmek rububiyet, bunlara karşı sabır ve rıza ile mukabele etmek ubudiyettir.

Allah’ın izzet tecellilerine karşı zilletini bilmek, O’nun zenginliğini gösteren nimetlere karşı fakrını idrak etmek ubudiyettir.

Ubudiyetle ibadet arasındaki fark:

Ubudiyet kulluk demektir, insanın sonsuz “aczini, fakrını ve naksını (kusurunu, noksanlığını)” idrak etmesini ve kalbinin Allah’a karşı “tesbih, şükür ve tekbir” mânalarıyla dolmasını ifade eder.

Ubudiyet devamlıdır, zira insan daima kuldur.

İbadet ise, Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesidir; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi. Bu ibadetler sürekli değildir. Ancak, bir mümin günlük işlerini Kur’âna ve sünnete göre tanzim ettiğinde bunlar da ibadet hükmüne geçerler ve bir bakıma devamlılık arz ederler.

"Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.”(3)

Nur Külliyatı’nda, şu varlık âlemine “kitab-ı Samedanî”, onda yazılan varlıklara ise “kelimat-ı kudret” denilmektedir. İşte bu kitabın yazılması daire-i Rubûbiyetten haber verdiği gibi, bu kâinat kitabını yazan kudrete ve o kudreti icraata sevk eden İlâhî ilim ve iradeye iman etmek de daire-i ubudiyetin en mühim vazifesidir. Yani, bu âlemi yaratmak Rubûbiyetten haber verdiği gibi, onun yaratıcısı olan Allah’a iman etmek de en büyük ubudiyettir, yani kulun en birinci vazifesidir.

Biz sınırlı ilmimizle Allah’ın ne zatının, ne sıfatlarının, ne de fiillerinin hakikatini idrak edemeyiz. Bizler daire-i rububiyetin kemâlâtını ancak kâinatta sergilenen İlâhî eserlerde, mucize fiillerde ve akıl almaz ihsanlarda ve nimetlerde seyrederiz.

Cenâb-ı Hak, güneşi yarattığı gibi onu görecek gözleri de yaratmış, rızkı yarattığı gibi rızka muhtaçları da yaratmıştır. Keza hikmetli varlıklar yarattığı gibi, hikmettten anlayan akıl sahibi insanları da yaratmıştır.

Biz, Müzeyyin (tezyin eden süsleyen) isminin tecellisiyle güzelleşen bu âlemi seyrettiğimizde, ondaki bu akıl almaz güzelliğe hayran oluruz. İşte bu hayranlığımız bir ubûdiyettir, yani bir kul olarak yapmamız gereken bir vazifedir.

Yeryüzünde Rezzak isminin tecellisiyle sergilenen ve istifademize sunulan çeşitli nimetleri büyük bir memnuniyet ve şükranla yer ve Rabbimize şükrederiz. İşte bu şükrümüzle, elementleri terbiye ederek rızık haline getiren daire-i Rubûbiyete karşı ubûdiyet görevimizi yerine getirmiş oluruz.

Yine biz, gözümüze nice manalar ve hikmetler yerleştirildiğini düşünür, Allah’ın Âlim ve Hakîm isimlerinin o küçük varlıktaki bu büyük tecellilerini hayretle seyrederiz. Gözdeki ilim ve hikmet cilvelerini düşünmemiz bizim için yine bir ubudiyet görevidir. Yani, gözün terbiye edilmesi daire-i Rubûbiyete aittir, onun tefekkür edilmesi ve o büyük nimete karşı şükredilmesi ise daire-i ubudiyete ait bir vecibedir.

İnsanın ubûdiyet görevi “tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve îmân” olmak üzere dört maddede özetlenmiştir.

Yani, insan öncelikle bu âlemi kuşatan harika ve güzel sanatları tefekkür edecektir. Bu tefekkür onu istihsana, yani onlardaki güzellikleri görüp takdir etmeye götürecek, sonra bu varlık âleminin sadece bir sanat eseri değil, aynı zamanda insan için büyük bir nimet olduğunu dikkate alacak ve bu sanatlı varlıkları onun imdadına koşturan Rabbinin varlığına iman ve O’nun sonsuz nimetlerine şükür edecektir.

Rububiyete karşı ubudiyet görevini en mükemmel yapan varlık insandır. İnsanlar içerisinde de peygamberler ve onlar içerisinde de bütün enbiyanın serveri, ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed (asm.)'dir. Bundan dolayıdır ki, Üstat Hazretleri Allah Resulünü (asm.) ubudiyet dairesinin reisi olarak vasıflandırmaktadır. Yani, hem iman, hem ibadet, hem takva, hem tefekkür, hem de ahlâk sahasında ondan daha ileri bir kul, daha büyük bir peygamber yoktur.

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Sekizinci Söz.
(2) bk. age., Yirminci Söz, İkinci Makam.
(3) bk. age., Dördüncü Söz.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
D
Okunma sayısı : 2.959
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...