"Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemâlât-ı İlâhiyeye beş vecih ile hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır." cümlesini izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemâlât-ı İlâhiyeye (Yirmi Dördüncü Mektupta beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır. Ve böyle faydaları ve neticeleri vermekle beraber, kendi yerinde, bu âlem-i şehadette zîruh ise ruhunu ve hadsiz hafızalarda ve sâir elvâh-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını ve âlem-i gaybda ve daire-i esmâda aynadarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp, mesrurâne terhis mânâsında bir zâhirî mevt ile bir zeval perdesi altına girer, yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm; 'Oh, elhamdü lillâh.' dedim."(1)

“Tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemâlât-ı İlâhiyeye”

Rububiyet; Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ını, şuûnatını, isimlerini, sıfatlarını ve fiilleri ifade eder.

Rububiyet; Allah’ın kâinatta ve her mahlûk üzerindeki tedbir ve tasarrufudur. Zerrelerden yıldızlara kadar, canlı- cansız her şeyin dizgini ve tasarrufu, terbiye ve idaresi Allah’ın kudret elindedir.

"Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir." (20. Söz)

Rububiyet yani terbiye edicilik; “Bir şeyi ilk noktasından itibaren tekâmül ettirerek son noktasına ulaştırmaktır.” Çekirdeğin ağaç, nutfenin insan, yumurtanın civciv olması gibi.

Bu terbiye fiili, bütün âlemlerin her birinde mükemmel bir şekilde kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Suresini okurken, âlemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilân etmiş oluyoruz. Bütün âlemleri insanın menfaatine en uygun bir şekilde terbiye eden Allah’ın bu rububiyetine karşı mü’min kullar da “Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek ubudiyet vazifesini deruhte ettiklerini ilan etmiş oluyorlar.

İnsan, nimetin şükrü iktiza ettiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifesini yerine getirsin. İnsan, bu kâinatı dolduran İlâhî mu’cizelerin tefekkür ve hayret gerektirdiğini bilecektir ki, tesbih ve tekbir vazifesini ifa etsin. Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve O’nu tanımanın meyveleridir.

Hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar da Allah’ı tanıyor ve kendilerine mahsus lisanlarıyla O’nu tesbih ediyorlar. Ama onlar tefekkür, temaşa, takdir, hayret, tekbir gibi mânalardan çok uzaktırlar. Bu vazifeleri en mükemmel şekilde melekler, cinler bilhassa insanlar yapıyorlar. “Tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniye” ifadesi bize bu dersi verir.

Önce bu kâinat insan meyvesi verecek şekilde terbiye görmüş, daha sonra insan kâinatı okuyup istifade edecek bir fıtratta yaratılmış, ona göre terbiye edilmişti.

Semayı yıldızlarla süslemek, o büyük cirimleri gayet muntazam olarak çalıştırmak, semayı direksiz durdurmak Rububiyetin haşmetli bir tecellisidir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi, bu muhteşem tabloyu hayretle tefekkür etmektir.

Suyu, toprağı ve diğer unsurları bir araya getirerek onlardan bir meyve ağacı yapmak ve onu meyve verecek şekilde planlamak, şifrelemek, terbiye etmektir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi ise, o şuursuz, ilimsiz ve merhamet nedir bilmeyen ağaçlardan süzülen meyveleri tefekkürle yemek ve Allah’a şükür ve hamd etmektir.

Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak şekilde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiriyoruz.

Zaman ve mekân nehrinde akıp giden mahlûkatın bir an göründükten sonra kaybolmalarının hikmeti, o zavallıların nereye ve niçin gittikleri izah ediliyor.

Evet, kâinat büyük bir nehir gibidir; bütün eşya bu nehir içinde bir yerden gelip bir yere akıp gidiyorlar. Allah, sonsuz kemal ve cemalini hem kendi nazarına hem de başka şuur sahibi mahlûkların nazarlarına izhar ve ilan etmek için, bu kâinatı durmadan akan büyük bir nehir şeklinde yaratmıştır. Her mahlûk ve her eşya Allah’ın isim ve sıfatlarının cevelan ve tecelli ettiği bir merkezdir. Bu merkez, bu izhar ve ilan vazifesini gördükten sonra arkasında bekleyenlere yer açmak ona da varlık ve izhar lezzetini tattırmak için terhis ediliyor ve başka bir âleme gönderiliyorlar. Levh-i Mahv-İsbat bu hakikate güzel bir takvimdir şöyle ki:

Üstad’ın ifadesiyle,

“Levh-i Mahv-İsbat ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur.” (Sözler, Otuzuncu Söz)

Üstad Hazretleri, zamanın, varlıkların yaratılmasında ve ifnasında esas olan ve tahtaya benzetilebilen Levh-i Mahv ve İsbat'ta eşyanın yazılmasında bir mürekkep vazifesi gördüğünü ve misalî bir sayfa hükmünde olduğunu beyan etmektedir.

Üstad Hazretleri kâinatın ölmesinin mümkün oluğunu izah ederken, kanun-u tekâmüle dâhil olan eşyanın neşvünema bulduklarını, büyüyerek kemale erdiklerini, onların fıtrî bir ömür sonunda mevtin pençesinden kurtulamayarak varlıklarının son bulduğunu ifade ediyor. İşte zaman bu tekâmül yolculuğunun adımları hükmündedir. Ahirette her şey son haliyle bir anda yaratıldığı için, o kudret âleminde tekâmül yolculuğu yoktur, dolayısıyla orada zamanın da hükmü ortadan kalkar.

Cenab-ı Hak, ilmindeki mânalardan bir kısmını zamanın sayfasında yazmakta, daha sonra ölüm kanunuyla bunları silip yenilerini göstermektedir. Zaman sayfasında yazılan mahlûkat vazifesini bitirdikten, Allah’ın kemal ve cemalini ilan ettikten sonra ukba âlemlerine intikal ediyor. Yoksa yokluk ve hiçlik kuyusuna düşmüyorlar. Tıpkı bir askerin askerlik vazifesini bitirip asıl vatanına dönmesi gibi, mahlûkat da şu kâinat kışlasında Allah’ın isim ve sıfatlarını talim ve ilan ettikten sonra, asıl vatan olan ahiret yurduna intikal ediyorlar. Dünya gözünde kaybolup ahiret gözünün dairesine giriyorlar.

Eşyanın Allah’ın ilmindeki halinde zaman söz konusu değildir; ezel- ebed beraberdir. Bunların vücuda gelmeleri belli bir tertip ve sıra iledir, böylece zaman ortaya çıkmaktadır.

Ezbere bildiğimiz bir şiirin başı ve sonu ilmimizde beraberce bulunur. Ama bunu söylemeye veya yazmaya başladığımızda belli bir sıra ortaya çıkar.

Bir insanın ömrü boyunca geçireceği devreler, nutfede mevcuttur; ama Kitab-ı Mübin dediğimiz bu âlemde daha geniş ve tafsilatlı görüntüler var. Ayrıca Levh-i Mahv ve İsbat dediğimiz levhada, şartların yerine gelip gelmediği de kontrol edilmektedir; yani bir adamın başına gelecek şeylerin tayin ve tespiti Levh-i Mahv ve İsbat'ta tahakkuk eder.

İlm-i İlâhî'nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler sabit ve derin olan Levh-i Mahfûz'un daire-i mümkinatta bir defteri ve yazar bozar tahtası hükmündeki Levh-i Mahv ve isbat'ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile affedilmekte, Levh-i Mahv ve İsbat'tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadir:

"Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfuz vardır."(Ra'd Suresi, 13/39)

(1) bk. Şualar, İkinci Şua, Birinci Makam.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Okunma sayısı : 3.862
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...