"Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulum ve kemalâtla yetişmektir." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Terbiye “bir şeyi ilk noktasından itibaren tekâmül ettirerek son noktasına ulaştırmak” şeklinde tarif ediliyor; çekirdeği ağaç, nutfeyi insan yapmak gibi.

Bütün âlemlerin her birinde bu terbiye fiili bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha suresini okurken, âlemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluyoruz.

"Daire-i rububiyet" denilince, Cenab-ı Hakk’ın zatı, şuûnatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri anlaşılır. Allah, kendini insanlara, en büyük lütuf olarak, en mükemmel manada Kur’an ile anlatmıştır.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

ayetindeki “ibadet” lafzını, müfessirlerimiz “marifet” olarak izah ederler. Marifet, yani Allah’ı tanıma, ona hakkıyla iman etme ve bu iman şuuruyla ömür sürme.

İlahi marifet dersini en ileri seviyesiyle Kur’an vermiştir. Bu mücerret bir dava değildir. İlk nazil oluşundaki tazelik ve berraklığıyla Kur’an da ortadadır, tahrif olmuş semavi kitaplar ve beşerî nazariyeler de. Aradaki sonsuz farkı görebilmek için ince bir basiret gerekmiyor. Sadece insaflı bir bakış kâfidir.

Gelelim Kur’an’ın ikinci maksadına:

“Daire-i ubudiyyetin vezaif ve ahvâlini tâlim...”

İnsan, Rabbine nasıl kulluk edecektir? Ona nasıl ve ne şekilde ibadet edecek ve bir kul olarak hayatını nasıl düzenleyecektir?

İnsan, nimetin şükrü iktiza ettiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifesini yerine getirsin. İnsan, bu kâinatı dolduran ilahi mu’cizelerin tefekkür ve hayret gerektirdiğini bilecektir ki, tesbih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etme şuuruna erecektir ki, zekât ve sadaka verme yolunu tutsun. Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Soru cümlesi, bize şu hadis-i kudsiyi hatırlatır:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim de mahlûkatı yarattım.” (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132)

Bilinmeye muhabbetten, öncelikle, Cenab-ı Hakk’ın kendi cemal ve kemalini bizzat müşahede etmek istemesi anlaşılır. Buna âlimlerimiz ilm-i zuhur diyorlar. Yani Allah, Güneşi yaratmadan da Güneşi ve güneş yaratmayı biliyordu; onu yaratmakla güneşi ilm-i zuhurla bildi.

İkinci olarak, “müştak seyircilerin, mütefekkir dellalların müşahedisiyle müşahade etmek istemesi” maddesi geliyor. Bu vazifeyi melekler, insanlar ve cinler yapıyorlar. Hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar da Allah’ı tesbih etmekte ve onu kendi kabiliyetleri nisbetinde bilmektedirler, ancak tefekkür, temaşa, takdir, hayret, tekbir gibi manalardan bu varlıklar çok uzaktırlar. Bu vazifeleri en mükemmel şekilde insan gördüğü için, Üstad Hazretleri insanın yaratılışı hakkında “kâinatın yaratılışının maksad-ı âlâsı” olarak söz etmektedir.

İnsanın bu vazifeyi yerine getirmesi kâinatla birlikte, yani onun yardımıyla oluyor. “Tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniye” ifadesi bize bu dersi verir. Tezahür-ü rububiyet, Allah’ın, Rab ismini tecelli ettirmekle, terbiye ediciliğini göstermesi, ilim dairesindeki bir varlığı zahire çıkarması, başka varlıkların da temaşasına ve tefekkürüne açması demektir. Bu terbiye, öncelikle, kâinatta kendini göstermiştir. Yani, önce bu kâinat insan meyvesi verecek şekilde terbiye görmüş, daha sonra insan o kâinata muhatab olacak ve ondan istifade edip onu temaşa edecek bir fıtratta yaratılmıştır.

Ubudiyet, kulluk demektir ve manası ibadetten daha şümullüdür. Yani, ubudiyet insanın bir kul olarak yapması gereken her şeyi içine alır. Bunların yapılması da bir nevi ibadettir, ancak ibadet denilince öncelikle akla gelen mana, Allah’ın emrettiği vazifeleri yerine getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmaktır.

Rububiyete karşı küllî ubudiyetle mukabeleyi birkaç misalle izah etmeye çalışalım:

Semayı yıldızlarla süslemek, o büyük cirimleri gayet muntazam olarak çalıştırmak, semayı direksiz durdurmak rububiyetin haşmetli bir tecellisidir. Buna karşı insanın ubudiyet vazifesi, bu muhteşem tabloyu hayretle tefekkür etmektir.

Rububiyetin bir başka tecellisi, suyu, toprağı ve diğer unsurları bir araya getirerek onlardan bir meyve ağacı yapmak ve onu meyve verecek şekilde planlamak, şifrelemek, terbiye etmektir. Buna karşı insanın ubûdiyet vazifesi ise, o şuursuz, ilimsiz ve merhamet nedir bilmeyen ağaçlardan süzülen meyveleri tefekkürle yemek ve Allah’a şükür ve hamd etmektir.

Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, Güneş'in ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak şekilde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak, Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kısacası, hikmetle yaratmak rububiyet, bu hikmet ve faydaları düşünmek ubudiyettir. Rahmetle yaratmak rububiyet, bu rahmete şükür ve minnettarlıkla mukabele etmek ubûdiyettir. Hastalıkları, ölümü takdir etmek rububiyet, bunlara karşı sabır ve rıza ile mukabele etmek ubûdiyettir.

Allah’ın izzet tecellilerine karşı zilletini bilmek, onun zenginliğini gösteren nimetlere karşı fakrını idrak etmek ubudiyettir. Misaller çoğaltılabilir...

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet-i külliye içindir. Ubudiyet görevini küllî olarak yapabilmesi için insana bambaşka bir istidat verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri, hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkânına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürünü daha da küllîleştirir.

Bütün ilahi isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir. Nur Küllîyatı'nda, “İyyakena’büdü” (Biz ancak sana ibadet ederiz) ayetinin tefsiri yapılırken, ayet-i kerimede niçin "ben" değil de "biz" denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki, insan, bütün varlık âlemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan, küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün unsurlarını şuurlu farz etseniz, en küllî tefekkürü meyveler yaparlar. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için, o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil ve tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar, kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve bilhassa Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir (asm).

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...