"Ruhun mahlûkiyyeti inkişafından ibarettir." İzah eder misiniz? Bunu Üstad'ın ayna ve fotoğraf makinası misaline nasıl tatbik edebiliriz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Muhyiddin İbn-i Arabi'nin bu ifadesi, Dokuzuncu Lem’a ve Barla Lahikası'nda ele alınmıştır. Oralardan anladığımızı şöyle hülasa edebiliriz:

1. Hz. Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanabilir.

2. Kendisi hidayet ehlidir, fakat her kitabında mühdi (hidayete vesile) olamıyor.

3. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir.

4. Bu mevzuda sadece ruhun mahiyetini düşünerek “mahlûk değildir” demiş. Yani ruh, şu gördüğümüz eşya gibi halk âleminden olmayıp emir âlemindendir.

5. Âyâtın sarahatını incittiğinden dolayı Ehl-i sünnet ve'l-cemaat onun gibi düşünmüyor.

6. Kendisi makbul olsa da düşüncesi ve kanaatleri hudutları aşmış.

7. Mühim bazı asfiya, onun eserlerini ve mesleğini tetkike dahi müsaade etmemişlerdir.

8. Ehl-i sünnet ile Muhyiddin-i Arabi'nin mesleği arasındaki fark, o kadar derin, dakik ve incedir ki, o mesleği derinlemesine inceleme yoluna gitme lüzumu duyulmamış. O meslek umuma mal olmamış, makbul ve hususî bir tarz olarak kalmıştır. Zaten kendisi de kendi makamına gelmeyenlere kitabını okumayı yasaklamıştır.

Ruh, mahiyeti itibariyle âlem-i emirden olduğundan sebeb ve madde ile alakası yoktur. Allah’ın zât, sıfat ve esmasına; en güzel, en bariz bir ayine olması sebebiyle ruh, diğer maddî âlemin arızalarla dolu ahvalinden çok uzak ve beri olduğundan, Muhyiddin-i Arabi onun mahiyetini mahlûk kabul etmiyor.

Sorunun ikinci kısmına gelince:

İbn-i Arabi Hazretleri, kâinat aynasında tecellî eden isim ve sıfatların nakışları olan mevcudata varlık unvanı vermiyor. Bu varlıkları, yani fotoğrafa yansımış olan şeyleri yok sayıyor. Aynadaki misali olan tecellileri de Allah’ın isim ve sıfatları ile aynı görüyor.

Yani üç varlık vardır; birisi Allah’ın isim ve sıfatları ki, bunlar ezelî ve ebedidir. Diğeri bu isim ve sıfatların mahlûkat ve eşya üstündeki tecellileridir. Sıfatlar burada çok parlak tecellî ettiği için sıfatların aynı zannedilmiş. Üçüncüsü ise Üstad'ın, fotoğrafa geçmiş dediği varlığın en muşahhas ve maddî olan cihetidir ki, İbn-i Arabi bunu inkâr ediyor.

Elmanın aynadaki görüntüsü, bir de kâğıda çizilmiş resmi var. Elma asıldır, aynadaki görüntüsü ise onun yansımasıdır. Aynadaki yansıma elmanın bazı vasıflarına işaret etmesinden dolayı İbn-i Arabi bu yansımayı sıfatların aynı zannetmiş; elmanın kâğıda çizilmiş şeklini ise inkâr etmiştir.

Halbuki elmanın da, aynadaki görüntüsünün de, resmedilmiş şeklinin de vücutları vardır. Yalnız bu varlıkların kuvvet ve sağlamlık dereceleri farklıdır. En sağlam ve kuvvetli olanı elmanın kendisidir. İkinci derecede sağlam ve kuvvetli olan ise elmanın aynadaki yansımasıdır. Üçüncü derecede olan ise, elmanın resmedilmiş şeklidir.

Güneşin ayna içinde olması demek, onun bütün vasıfları ile tecelli edip zahir olması demektir. Yoksa güneş hakiki zâtı ile aynaya yerleşmiş değildir. Cenab-ı Hak da bütün isim ve sıfatlarıyla her varlığın yanındadır. Her varlık O’nun isim ve sıfatlarına aynadır. Bu sebeple O, ilmiyle kudretiyle, sair sıfatlarıyla her yerde hazır ve nazırdır.

Güneşin aynaya sıfat olması; ondaki tecellisi ve yansımasıdır. Şayet güneş aynaya tecellî etmese, onun içindeki bütün kemal ve hususiyetler kaybolur. Ayna işe yaramaz bir nesne durumuna düşer. Demek aynayı renkli ve güzel yapan şey, güneşin onda tecelli eden sıfatlarıdır.

Evet, kâinat aynasındaki bütün cemal ve kemaller, Şems-i Ezelî olan Allah’ın sıfatlarının bir yansıması ve tecellisidir. Bu sıfatlar kâinat aynasından elini çekse, her şey mahv ve heba olur.

“Eşyanın varlığı sabittir.” hükmü, bütün Ehl-i sünnet alimlerince kabul edilmiş bir hakikattir. İbn-i Arabi ise bu hükme ve kaideye zıt olarak, Lâ mevcuda illâ hû” yani Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur” diyerek eşyanın varlığını inkâr ediyor.

Kuvvetli bir ışığın yanında, zayıf ışığın varlığı fark edilmez. İşte İbn-i Arabi de Allah’ın vacib olan vücut mertebesinin ışığında gözleri kamaştığı için, zaif ve hâdis olan eşyanın varlık ışığını fark edememiş ve inkâr etmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri de O’nu, Allah’ın varlığında gark olmasından dolayı mazur saymışlar ve ilişmemişler.

Allah’ın bütün isim ve sıfatları, kâinat ve mevcudat aynasında tecellî ile görünürler. Bu görünmek ise, hayali ve vehmi olmayı kabul etmez. Zira, hakiki olan isim ve sıfatlar, hakiki bir aynada, hakiki olarak görünmek isterler.

Kâinat ve mevcudat aynasında tecellî ile görünen isim ve sıfatların, kendileri ile tecellileri farklıdır. Ayna, bir zarf, içindeki güneşin görüntüsü ise, bir tecellisi ve yansımasıdır, onun zâtı değildir. Zira aynada yansıyan güneşin görüntüsü, ayna içinde bir varlık kazanıyor, zarfın içine giriyor. Güneşten ayrı olarak, farklı bir varlık oluyor. Ayna içindeki görüntüyü de resme aktarsak, o da ikinci bir varlık oluyor. Yani, ortada üç ayrı varlık vardır. Biri, Güneşin varlığı, ikincisi aynadaki aksinin varlığı, diğeri de o aksin resminin varlığı.

Allah’ın isim ve sıfatları, kâinat ve mevcudat aynasında parlak bir şekilde tecellî ile görünürler. Aynada görünen tecellî ile isim ve sıfatları ayrıdırlar. İkisini aynı kabul etmek olmaz. İsim ve sıfatların mevcudat aynasındaki tecellileri, arızidir, hâdisdir ve çok gölgelerden geçmiş zaif birer görüntüdürler. İsim ve sıfatlar ise ezelidir, ebedîdir ve hakikîdir.

İşte İbn-i Arabi'nin inkâr ettiği, aynada görünen varlık mertebeleridir. İbni Arabî, mevcudat aynasında görünen, Allah’tan başkası değildir, demiş; arızi ve hâdis olan eşyanın hakikatini inkâr etmiştir.

İbn-i Arabi gibi zâtlar, bu kuvvetli işarete binaen, mahlûkatı, “O” diye tarif etmişler. Yani, “Heme ost”, her şey odur demişler. Zaif ve hâdis olan mevcudatın varlık mertebesini yok saymış ve hata etmişler.

"Ruh mahlûk değildir." derken, bu şiddetli tecellî ve yansımaya işaret etmiş. Yani aksi aynı mün’akis kabul ediyor ve ruha “O” diyor. Tabii bunlar sekir halinin yansımaları olup, ilmi bir değer taşımıyor. Ruhun mahlûk olduğunu, aslında “inkişaf” ibaresi ile kabul etmiş oluyor. Zira inkişaf mahlûkata ait bir sıfattır. Mutlak kemalde olan Allah’ın inkişafı caiz olmayacağına göre, ruhun inkişafa kabil olması onun mahlûk olmasını kabul etmek manasını taşıyor.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

keceli2
Bismillah.. Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamına illet-i tamme denir.. Bu sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza eder. Böylece Cenab-ı Hak onu halk eder. İşte sizinde makalenizde geçtiği üzere Muhyiddin-i Arabi Hazretleri Ruhta illet-i Tammeyi bulamadığından, sadece mahiyetini nazar-ı itibara alarak mahluk değildir demiştir. Çünkü İllet-i Tamme o şeyin mahiyetini içerir. Yoksa Şeyhin ona kutsiyet vermesinden değildir. Diye tefekkür edildi. Vallahu A'lem bissavab Eğer yanılmışsak tashihini sizden rica ediyorum. Maasselam.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
alidenizo
Ruh bilgisayarlardaki isletim sistemleri gibidir.Var oldugunu ancak onun uzerinden ortaya cikan amellerden anlayabiliriz.Yercekimi kanununda oldugu gibi ruhu da mucerret olarak anlamak muskildir.Yukaridan birakilan tasin yere dusme meyli bize yercekimi kanununu ihsas ettirir aynen oyle de iradi isler yapmamiz,dusunmemiz,sevmemiz,nefretimiz,tercih etmemiz ila ahir... ruhun var oldugunu bize anlatir.Yani ruh bir beden uzerinden varligini farkettirir.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
arifavci
bu aciklamayi üstad icin mi muhyiddini arabi hazretleri icin mi yapiyorsunuz? Ruh, mahiyeti itibariyle alem-i emirden olduğundan sebeb ve madde ile alakası yoktur. Allah’ın zat, sıfat ve esmasına; en güzel, en net bir ayine olması sebebiyle ruh, diğer maddi alemin arızalarla dolu ahvalinden çok uzak ve beri olduğundan, mahiyetini mahluk kabul etmiyor. Ancak o mahiyetin madde ve sebeple alakalı kısmı inkişafa ve müşahedeye layık ve açık olduğundan, bu müşahade edilen kısmı mahluk kabul ediyor. Mesela güzellik bir mahiyet ise, bu mahiyet mücerret olarak temiz ve safi olduğundan Allah’a isnad edilip bir nevi kudsiyet telakki edilerek, "bu kısım mahlûk değildir" deniliyor. Ancak gülde, çiçekde ve ceylanda maddi hale gelmiş ve esbabla bağlı inkişaf etmiş kısmı ve müşahade edilen ciheti mahluk telakki ediliyor. İşte ruhun mahiyeti temiz, saf, pak ve nezih olduğundan, Vacib-ul Vücud'a isnad edilerek onun mahiyetine yakıştırılıyor. Bu ruhun bedendeki irtibatı, münasebeti, alaka ve tezahüratı inkişaf telakki edilip, müşahade edilen bu kısım mahluk olarak nazara veriliyor.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)
Üstad İbn-i Arabinin sözünü tevil ediyor bizde bu tevili izah ediyoruz.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Traveller
Esselamu aleykum; Sayın Editör; Ruhu alem-i emirden kabul etmemiz durumunda -ki alemi emiri, teşbihen bilgisayar programı gibi addedildiğinde 'yazılım-kodifikasyon' makamında tasvir etmişsiniz- alemi emrin sınırı nedir? Yani latif olan her varlık alemi emirden midir? Melekler, ruhaniler... Bir fiziki bedenle mücessem olmayanlar... Mesela bu perspektiften bakıldığında elektrik te alemi emirden olmalı, diye geçiyor insanın aklından... Gözükmüyor, hulul ediyor, hızlı... lambada görebiliyoruz onu.. O onun cesedi oluyor o vakit... hakeza.. Demek istemem odur ki; biz mahiyetini bilemiyoruz diye, ruha alemi emirdendir yaftasını takarsak, benzeri birçok latif varlıklara da öyle dememiz gerekiyor (mu)... Ve sanki mahluk kategorisinden çıkartmış gibi oluyoruz.. (çünkü alemi emirde olanlara mahluk olarak değil bir yansıma olarak bakıyorduk).. Ayanı sabitelerinden hariç ezeli vücutları da olduğu hükmünü intac etmez mi bu durum? Kafam cidden çok karıştı. Measselam veddua...
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Editor (Muaz)
Kesafet ve letafet açısından mahlukatın muhtelif'ül aksam olması latifleri alem-i emirden kılmaz. En nurani en latif bir mahluk bile alem-i mahlukattandır. Ruh ve kanunlar bu konuda özel bir yere sahip olup direk İlahi İradenin arşı olan alem-i emir ile merbutturlar. Mesela suyun kaldırma kuvveti değimiz şey emri direk alem-i emirden alıyor bu emrin keyfiyeti mahlukat ile izah edilemez. Ya da determinist bir yaklaşım ile bu emrin zahiri illeti şu mahluk denilemez. Elmanın zahiri illeti ağaçtır ama kanunların böyle zahiri bir illeti bulunmuyor. Çünkü emri doğrudan alem-i emirden alıyor. Ayan-ı sabit İlahi ve ezeli ilmin bilme keyfiyetidir ilimden bağımsız düşünülemez.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.

BENZER SORULAR

Yükleniyor...