"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur." Fetret ehli kimlerdir; mükellefiyetleri nasıl olacaktır? "Usul-u imani" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
"Usul-u imanî" İslam’ın kaidelerine göre iman etme şeklidir. Yani imanın altı esasını kalp ile tasdik edip dil ile ikrar etmek usul-u iman oluyor. Bu kaidelere göre iman edilmezse, iman sahih ve geçerli olmaz.
Mesela, birisi derse ki "Ben imanın altı şartından beşini kabul ederim, ama birisi kafama yatmıyor, onu kabul etmem.", bu kişinin imanı geçerli ve sahih olmuyor.
Fetret döneminde peygamber gönderilmediği ve daha önceki hak dinde unutulduğu ya da perdelendiği için, bu dönemde imanın altı şartını tamamı ile tasdik etme mesuliyeti kalkıyor. Bu yüzden fetret dönemindeki insanlar "usul-u imani"den mesul olmuyorlar. Yani kaidelere göre iman etme mükellefiyetleri bulunmuyor.
Fetret: “kesilme” manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, ilahi vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa (as) ile son Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına “ehl-i fetret” denilir. Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya gelen, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşayan ve kendilerine İslam’ın sesi ulaşmayan kimseler de fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.
Fetret döneminde yaşayan insanlar ise, mesul olmadıkları için ehl-i necattırlar. Yani cennet ehlidirler. Bu dönemde yaşayan insanların mesuliyet sınırları hakkında itikadî mezhepler arasında az da olsa farklılık görülüyor. Matüridî ve Eş’arî imamları,
"Peygamber göndermedikçe biz kimseye azab etmeyiz."(İsrâ, 17/15)
ayetini delil gösterirler.
Matüridî mezhebine göre, akıl da bir elçidir. Akıl doğru ile yanlışı tefrik ve temyiz edecek bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın olması gerektiğini bilmekten mesuldür. Ama ibadete ait hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir mükellefiyet terettüb etmez. Yani fetret, iman için değil, amel için geçerlidir. Eş’arîler ise, “resul”ü doğrudan doğruya “peygamber” olarak anlamışlar ve peygamber gelmeyen bir kavim için mesuliyet de olamayacağını savunmuşlardır.
Bazı âlimlerimiz de ayet-i kerimede geçen “resul” ifadesine farklı izahlar getirmişler. Bütün İslam âlimleri fetret döneminde yaşayan insanların teferruata ait günah ve hatalardan mesul olmadıklarında ittifak içindedirler. Teferruata ait hata ve günahlar ise, Allah’ın emir ve yasaklarını terk etmektir. Zira emir ve yasaklar imana nisbetle teferruattır. İman esastır, ameldir. Bu esas üstüne çıkan emir ve yasaklar ise teferruattır ve fetret insanları ittifakla bu teferruattan mesul değildirler.
Yanlış anlaşılmasın; teferruat demek, lüzumsuz ayrıntı demek değildir. Temelin üzerinde çıkan bina kastediliyor. Temelsiz bir bina bir mâna ifade etmediği için teferruat olarak kabul edilmiştir.
Bazı âlimlerimiz ayet-i kerimede geçen azabın dünyevi azap ve felaketler olduğunu ifade etmişlerse de büyük ekseriyet; “Dünyanın ahiret tarlası olduğu” (bk. Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I, 412). hadsinden hareketle, bu azabın cehennem azabını ihtar ettiğini, ayetin hem dünya hem de ahiret azabını ifade ettiğini beyan etmişlerdir.
Şu ayet-i kerime bize bu hususta ışık tutar:
“O kâfirler bölükler hâlinde cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman (cehennemin) kapıları açılır. (Cehennem) bekçileri onlara derler: 'Size içinizden Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?' Evet geldi, derler. Ama azab sözü kafirler üzerine hak olmuştur.” (Zümer, 39/71)
İslam âlimlerinin ihtilafa, düştüğü husus ise, iman konusudur. Yani fetret dönemi insanları acaba iman noktasında mes’ul mü değil mi? İşte burada iki görüş ortaya çıkıyor.
İki hak mezhepten olan Eş’arî ve İmam-ı Şafiî’ye (r.a) göre; fetret döneminde yaşayan insanlara dinî bir teklif gelmediği için, yani peygamber gönderilmediği için, iman noktasında da mazurdur ve mesul değillerdir. Geçmiş hak dinler de mürur-u zamana uğrayıp, gizlenip, yok olduğu için, o dönem insanlarını bağlamaz. Fetret dönemi insanları, hükmü kalmamış eski dine itaat ederlerse sevap alırlar, itaat etmezlerse azap görmezler. Dinin insanlara mükellefiyet yükleyebilmesi, açık ve kati olmasına bakar. Hâlbuki fetret döneminde eski hak dinlerin hiçbir açıklığı ve katiyeti bulunmuyor. Bu yüzden bağlayıcılığı kalmıyor.
İmam-ı Matüridi’ye göre, fetret döneminde bulunan insanların, belki amel ve diğer itikadlar noktasında mesuliyeti yoktur, ama Allah’ın varlığı ve birliğini bilmek ile mükelleftirler. Çünkü imanın diğer şartlarını akıl ile bulmaları mümkün değildir. İmam-ı Eşarî’den bu noktada ayrılıyor. İmam Matüridî’ye göre insan, aklı ile Allah’ın varlığını ve birliğini bilebilir. O zaman insan bu noktada mes’uldür. Şayet Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr etse azap görür. İmam-ı Eş’arî ile bu noktada ihtilafa düşer.
İmam-ı Eş’arî ve İmam-ı Şafiî, İmam-ı Matüridî'den farklı olarak, fetret dönemindeki insanlar mesul değillerdir, demektedir. Yani fetret dönemindeki insanların Allah’a iman etmeleri de gerekmiyor.
Üstad, o günün bütün İslâm âlimlerince takdirle karşılanan fakat günümüzde bazı çevrelerin itirazına maruz kalan II. Dünya savaşıyla alakalı bir mektubunda şöyle der:
"On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü ahir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (asm.) bir lakaydlık perdesi gelmiş ve madem ahir zamanda Hazret-i İsa'nın din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya mensub Hristiyanların mazlumlarının çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir." (Kastamonu Lâhikası, 76. Mektup: Gayet Emmiyetlidir)
İtiraza maruz kalan son cümle iyice bir tahlil edilirse hiç de tenkid edilecek bir yanı olmadığı açıkça görülür. Cümle, fetret gibi karanlıkta kalan, dolayısıyla İslâm’dan haberdar olma hususunda bir nevi fetret devri yaşayan Hıristiyanlar hakkındadır. Bu Hıristiyanların mazlumları ayrıca tahsis edilmiş. Bu tahsis, “bir nevi şehadet” hükmü içindir. Buna göre söz konusu cümle şu şekilde anlaşılmalı: "Fetret devrinde, zulme maruz kalan ve şiddetli felaket çeken insanlar bir nevi şehid hükmündedirler."
Üstad bir sual münasebetiyle şöyle der:
“Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولاً sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eşarîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektûbat, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale.)
Bil’ittifak (ittifakla) ifadesi üzerinde durmak gerekir. Her iki mezhebe göre de ehl-i fetret amelî hükümlerden yani emir ve yasaklardan mes’ul değildir. Bu hususta ittifak var. İman edip etmeme hususunda ise iki mezhep farklılık arz ediyor.
İmam-ı Gazzalî bu konuda şöyle der:
“Peygamberin gönderildiğini bilmeyenler; bunlar ehl-i necattır. Bilip de inkâr edenler; bunlar ehl-i cehennemdir. Duyan fakat tahkik etmeyen, yanlış işitenler; bunların da necat ehli olması ümit edilir.” (bk. Faysal el-Tefrika beyn el-İslam ve el-Zındıka, Paris, 1983, s. 38-39)
İmam-ı Eş’arî ve Şafiî’nin dayandığı ayetler şunlardır:
“Kim hidayet yolunu seçerse, ancak kendi lehine seçmiş olur ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Ve biz bir kavme resul göndermedikçe azab etmeyiz.” (İsra, 17/15)
“Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara, 2/286)
“Uyarıcılar (Peygamberler) olmadan biz hiçbir beldeyi helak etmedik.” (Şuara, 26/208)
“Rabbin (beldelerin) merkezinde ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe, beldeleri helâk edici değildir.” (Kasas, 28/59)
“İtikad imamları, fetret dönemiyle niçin bu kadar alakadar olmuşlar?” diye bir sual hatıra gelebilir. Benzer sebepler benzer neticeleri doğurur. Fetret bir temsildir. Her ne kadar belli bir dönem için kullanılmışsa da benzer durumların vuku bulması hâlinde yine fetret hükümlerinin geçerli olacağında şüphe yoktur. Kâfirun Suresi'nde “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize.” buyrulur.
Bazı zatlar, cihad ayetiyle bu hükmün nesh edildiğini söylemişlerse de nice âlimler diğer bazı ayet-i kerimeler gibi, bu ayetin de belli şartların tahakkuk etmesi hâlinde yine geçerli olacağı görüşünde ittifak etmişlerdir. Şimdi şöyle düşünemez miyiz? Bugün Amerika’da yahut Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, cihad ayetiyle amel etseler, bir anda yeryüzünden silinmezler mi? Hâlbuki maksat onların ortadan kalkmaları değil çoğalmaları değil mi? O hâlde ne yapacaklar? Kâfirun suresiyle amel edip, başkalarının dinlerine karışmadan kendi dinlerini yaşamaya, yaşatmaya ve imkânları ölçüsünde yaymaya çalışacaklar. Demek ki, Kâfirun suresindeki hüküm, hâlen birçok ülke için geçerli, yani mensuh değildir.
Bu misalimizde olduğu gibi, günümüzde hâlen fetret karanlıklarında yaşayan insanlar varsa, onlara tatbik edilecek hüküm de fetret hükmü olacaktır. Bu hakikati görmezlikten gelen birtakım kimselerin Bediüzzaman Hazretlerinin fetretle alakalı bazı ifadelerine karşı çıktıklarını ve bunu nezaket sınırlarını aşarak yaptıklarını görüyoruz.
Mühim olan şahıslar değil, fikirlerdir. Onun için meseleyi isim zikretmeksizin tahlil etmekte fayda görüyoruz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Hristiyan bir adama tebliğ yanlış ulaşmış Allah üçleme yapıyor. Bunların durumu ne olur? Çinliler Japonlar bunların durumu ne olur
Ölçü belli tebliğ ulaşmış ise mesul ulaşmamış ise mesul değildir. Bu herkes her millet ve her toplum için geçerlidir. Çinli ve Japonlarda buna dahildir.
“Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” İsra, 15
Peygamberleri gönderip bahanelerini ortadan kaldırmadan, ayetlerimizle onlara karşı hüccetlerimizi göstermeden hiç kimseye ceza vermeyiz, azap etmeyiz. Nitekim Katade de bu ayeti yorumlarken şunları söylemiştir: Daha önce -elçiler vasıtasıyla- Allah’tan bir haber almadan, O’ndan kendilerine -uyarıcı veya müjdeleyici- bir açıklama gelmeden hiç kimseye azap etmez. Çünkü o, ancak suçları sebebiyle insanları cezalandırır (peygamberler gelmeden bir emir ve yasak söz konusu değil ki, ona muhalefet etmekten bir suç söz konusu olsun). (Taberî, 17/15. ayetin tefsiri).
"Peygamber (sav)'in ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?"
Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
"İnancıma göre, inşâallah Allah Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir.
Bunlar üç kısımdır:
a. Hazret-i Muhammed'in (sav) ismini hiç duymamış olanlar.
b. Hz. Peygamber (sav)'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.
c. Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hz. Peygamber (sav)'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygambe (sav)r'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur." şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asv)'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."[İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.]
Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.
biz sevap veya günah kazanır mıyız eğer tebliğ yapmazsak bu ehli fetrete çünkü zaten ehli necattirlar.
Müslümanlar tebliğ yapmakla mükelleftir buna rağmen bir şekilde tebliğ ulaşmamış ise bu kimselere ehl-i fetret deniliyor. Yoksa bu durumda ki insanlar zaten ehl-i necat öyleyse onlara tebliğ yapmak gerekmez diye bir hüküm bir sonuç çıkarmak yanlış olur.
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/104) âyeti inanan insanlara bir vazife, bir sorumluluk yüklemektir. Yüklenen bu sorumluluk, tespitini bizzat Cenâb-ı Hakk'ın ya da O'nun vahyi doğrultusunda Peygamberin (asm) veya bu iki ana kaynaktan istifade ile belli vasıflara haiz insanların yaptığı iyi ve kötü değerlerin, mutlaka ama mutlaka insanlara anlatılmasıdır.