"Ehl-i Fetret" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
- Merhum Ömer Nasuhî Bilmen’in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını takdim edelim:
“Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk’a iman etmekle mükelleftirler. Çünkü onların akılları ve bozulmamış fıtratları kendilerini Allah’ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.
Fetret, “kesilme” mânâsınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (sav.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına “ehl-i fetret” denilir. Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya gelen, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın sesi ulaşmayan kimseler de fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.
Dolayısıyla, bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç ve zekât gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk’a iman etmenin bunlara farz olup olmadığı konusunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah’a imanın kişiye vâcib olması, peygamberler ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem’e konulmazlar. İmam Eş’ari bu hükmüne, ‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz”, (İsra Suresi 17/15) âyetini delil gösterir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk’a iman etmek yaratılışın gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ın varlığını anlayabilir. Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eseri görüp dururken, bunların Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması câiz görülemez. Âyette, azab etmeyiz”, ifadesinden maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyetin ifâde ettiği azap etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerini yerine getirilmemesine aittir. Yoksa Allah’ı bilmenin terki mânâsına gelmez.”
- Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacak?
Bu soruya cevap olarak, İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
“İnancıma göre, inşâallah Allah-u Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:
1- Hazret-i Muhammed’in (sav.) ismini hiç duymamış olanlar. Bunlar ehl-i necattır ve cennete gireceklerdir.
2- Hz. Peygamber’in ismini, onun güzel vasıflarını ve gösterdiği mucizeleri duymuş olanlar. Bunlar, buna rağmen ona iman etmezlerse kâfir sayılırlar ve cehenneme girerler.
3- Bu kimseler, tâ küçüklüklerinden beri Hz. Peygamber’i "İsmi Muhammed olan ve peygamberlik iddiasında bulunmuş biri” şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın “ Müseylemetül Kezzap ’ olan yalancı birinin peygamberlik iddia ettiğini” duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.”(İmam-ı Gazalî, İslâm’da Müsamaha, s, 60-61 (Terc. Süleyman Uludağ)
Bugün de çeşitli ülkelerde İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Dünyanın ücra bir köşesinde içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk’ı bulma imkânından mahrum kimseler olabileceği gibi, esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile Din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allah-u Azimüşşân’ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.
Bunun içindir ki, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre; dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelip de bir peygamber ismi duymayan bir insan, sadece aklı ile bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilirse ehl-i necat olur.
Eş’ariler ise, resulü doğrudan doğruya peygamber olarak anlamışlar ve peygamber gelmeyen bir kavim için sorumluluk da olamayacağını söylemişlerdir.
“Her ümmet için bir resul vardır.” “Her kavim için bir yol gösterici vardır” gibi ayetler, bütün ümmetlere, kavimlere peygamber gönderildiğini ifade eder. (Yunus, 47 ve Ra’d, 7) Bununla beraber, Hz. İsa’dan Peygamberimize gelinceye kadarki dönemde olduğu gibi, peygambersiz dönemler de olmuştur. Fetret denilince öncelikle bu dönem akla gelir. Ama fetret ehli bunlarla sınırlı değildir.
“…Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektûbat)
Benzer sebepler benzer sonuçları doğurur. Fetret bir semboldür. Her ne kadar belli bir dönem için kullanılmışsa da benzer durumların vuku bulması halinde yine fetret hükümlerinin geçerli olacağında şüphe yoktur.
Peygamberin davetinin ulaştığı kimseler eğer kabul etmezlerse küfre düştüklerinde hiçbir tereddüt yoktur. Fakat peygamberin davetinin ulaşmadığı yerlerde yaşayanlar, fetret ehli olabilirler. Zira Cenab-ı Hakk’ın insanları mükellef kılması, peygamberin davetinin ulaşma şartına bağlıdır.
Günümüz dünyasında da İslamiyeti ya hiç duymayan veya bir Müslümanın Budizmi duyması kadar duyan veya yanlış bilgilendirilen insanlar bulunabilir. Bunlar, “İslamı tanımaya güç yetirme” derecelerine göre muamele göreceklerdir. Gaybı Allah bilir. Biz ancak zahire hükmederiz.
Şu ayetler de bir yönüyle ehl-i fetretle ilgilidir:
“Allah hiçbir nefse kaldıramıyacağı yükü yüklemez.” (Bakara Suresi, 286)
“Uyarıcılar olmadan biz hiçbir beldeyi helak etmedik.” (Şuara Suresi, 208)
“Rabbin (beldelerin) merkezinde ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe, beldeleri helâk edici değildir.” (Kasas Suresi, 59)
İnsanın yaratılışından itibaren her zaman ve mekânda peygamberlere ihtiyaç olmuştur. Bir ayette meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Hiçbir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah’ın azabıyla) korkutan bir ( peygamber) gelip geçmiş olmasın.” (Fatır Suresi, 35/24)
Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:
“Her milletin bir peygamberi vardır.” (Yunus Suresi, 10/47)
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, her ümmet için bir peygamber gönderilmiştir. Onlar, ümmetlerine Allah’a imanı ve O’nun emir ve yasaklarını tebliğ etmişlerdir. İnsanların bir kısmı gönderilen peygamberi tasdik etmiş, ona ittiba ederek dünya ve ahiret saadetine mazhar olmuşlar, bir kısmı ise onları inkâr ederek ebedî bir azaba müstehak olmuşlardır.
Nübüvvet mühim bir vazifedir. İnsanları irşad ve onlara ulvi hakikatleri tebliğ için peygamberlerin gelmesi vücub derecesinde zaruridir. Cenab-ı Hak, nihayetsiz şefkat ve merhametinden dolayı kullarına doğru yolu göstermeleri için peygamberler göndermiştir. Zira insanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri, ancak “İsmet” sıfatıyla muttasıf olarak günahlardan arınmış peygamberlerin önderliğinde olabilir. Eğer kitap ve peygamber gönderilmese idi, insanlar Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını, neyin helal neyin haram olduğunu bilemez ve sırat-ı müstakimde gidemezlerdi.
“Karıncayı emîrsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.” (Sözler)
Bunun içindir ki, Hadis-i Şerifin ifadesiyle Hatem’ül Enbiya’ya kadar yüz yirmi dört bin peygamber gönderilmiş ve onlar kendilerine tevdi edilen risâlet vazifesini hakkıyla ifa etmişlerdir.
Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli, temiz, ince anlayışlı, ilim ve irfanda ileri olursa olsun yine de bir peygambere ihtiyacı vardır, ondan müstağni olamaz. Her insanın anlayış ve kabiliyeti farklıdır. Bu bakımdan herkes aynı derecede her hakikati anlayamaz, hayır ve şerri birbirinden ayıramaz. Birinin şer dediğine diğeri hayır diyebilir. Evet, insan, sadece aklını kullanarak varlıkları tanır ve vazifelerini bilir; fakat onların yaratılış gayelerini, tesbih ve ibadetlerini bilemez. Hem bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki âli maksatlar ve ilahi hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan başta Hz. Muhammed (sav.) olmak üzere diğer bütün peygamberle ile bilinir ve anlaşılır.
Peygambersiz akıl, her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da bir mahlûktur, idraki sınırlı ve mahdudtur. Nitekim Aristo ve Eflatun gibi üstün zekâ sahibi olan dahiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin de dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlardır.
İnsan, şu dünyada, şiddetli ve dehşetli dalgalara maruz kalan bir sefine gibidir. Onu o müthiş dalgaların tehlikesinden kurtarıp, sahil-i selamete çıkaracak kaptanlar ise peygamberlerdir.
Sadece akıl ile hareket eden felsefeciler, tarih boyunca bir noktada ittifak edememişler, birbirlerini tekzip ve birbirlerinin fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Çünkü felsefeciler her şeyi akıl ile halletmeye çalışmışlardır. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kâfi görmüştür. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, âlem-i ahirette olacak vukuatları bilemezler ve bilemediler de. Kur’an ve diğer semavî kitaplar, âlem-i ahirette olacak bütün hadiseleri bir harita gibi insan aklının önüne koymuşlardır. Vahy-i ilahide akıl ve mantığın kabul edemeyeceği veya inkâr edeceği hiçbir hakikat yoktur. Evet, gelen her peygamber aynı davayı anlatmış ve aynı hakikikatı ders vermiş ve aynı çizgide ittifak etmişlerdir. Her gelen peygamber, bir önceki peygamberi kabul ve tasdik edip, daha sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir.
Bediüzzaman Hazretleri nübüvvetin ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir:
“Bil ki: Nev'-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir.” (Lem’alar)
“Kâinatta bir hakikat varsa, nübüvvet vardır. Hilkatte nizam varsa, nübüvvet zaruridir.” İnsan, mücerred akıl ile Allahü Teâlâ 'nın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini bilemeyeceğinden Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar gönderdi. Zira bu hakikatlar, ancak vahyin ziyâsiyle görülebilir ve peygamberlerin tebliği ile bilinebilir. İnsan, bütün kemâlât ve faziletlere ancak vahyin ziyası altına girmekle mazhar olabilir; ibadet, tâat, hamd, zikir ve tefekkür ile terakki eder, istidadına göre marifetullahın hadsiz mertebelerinde tekâmül eder, kâinattaki garip san'atları, acib nakışları ve hakimane tezyinatı hayretle tefekkür eder, Rabb-i Rahîm'inin nihayetsiz ikram ve ihsanlarına şükür ve hamd ile mukabelede bulunur, Cenâb-ı Hakk'ı, vücudu vacip, ilmi muhît, kudreti nihayetsiz, irâdesi mutlak; mahlûkatı ise, vücudu sonradan var olan hâdis, sonsuz âciz, ilmi nakıs, irâdesi cüz'i olarak bilir.
Vahyin ziyası altına girmeyen ve ondan istifade etmeyenler, ya süfli arzularının peşinde koşar, sefahate giderler veya dünyanın aldatıcı ve geçici zevkleri ile kendilerini avutmaya çabalarlar. Yahut bir kurtuluş reçetesi olarak hayalî doktrinlere ve felsefenin vehmî düsturlarına yapışırlar. O'nun ulûhiyetinin şânına yakışmayan batıl itikatlarla kendilerini tatmin etmek isterler. Sırat-ı müstakimden gitgide uzaklaşır, hayır ve kemâlâta istidatları kalmayacak derecede tedenni ederler. Artık bu tip insanlar, teselliyi inkârda ve Allah'a düşmanlıkta aramaya başlarlar.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü