"Abd", "Abd-i Külli", "İbadet" ve "Ubudiyet-i Külliye" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Abd; ibadet ve ubudiyeti yapan ve yerine getirendir. Kısaca; ubudiyet kulluk, abd ise kuldur.
Abd-i külli: Ubudiyet ve ibadetleri en geniş, şümullü ve ihatalı olarak temsil eden kul manasınadır.
İbadet, Allah'ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden kaçmaktır.
Cenab-ı Hak, insanı iman ve ibadet için yaratmıştır. Bir ayette mealen şöyle buyurulur: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56) Bazı müfessirler liya’budun kelimesini liya’rifun olarak da tefsir etmişlerdir. Yani insanın yaratılmasından asıl maksat, Halık’ını bilmek, tanımak, O’na itaat ve ibadet etmektir.
Ubudiyet ise; kulluk ve itaat demektir. Ubudiyet, Allah’tan gelen her şeye ve O’nun yaptığına razı olmaktır.
Ubudiyet, kulun sonsuz aciz, fakir ve kusur sahibi olduğunun şuurunda olmasıdır.
Ubudiyet, kulun sonsuz nimetlere karşı ibadetiyle şükür vazifesini ifa etmesidir.
Ubudiyet; insanın, Rabbinin sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşılaması, o rububiyete karşı kullukla mukabele etmesidir.
Ubudiyet bir sahra ise, ibadet o sahrada yer yer yükselen dağ gibidir.
İbadet belli zaman dilimlerinde yapılır. Senede bir ay oruç tutmak, günde beş vakit namaz kılmak, ömürde bir defa hacca gitmek gibi. Ubudiyet ise devamlıdır. Cennette namaz ve oruç gibi ibadetler yoktur ama en büyük ubudiyet olan tefekkür orada da en ileri bir seviyede devam edecektir.
Askerlikte talim saatleri vardır ama askerlik tezkere alana kadar devam eder. Bir asker, askerlik süresince vazifesini yapmak, üstlerine itaat etmek ve kanunlara uymak zorundadır. Aksi halde çeşitli cezalara çarptırılır.
Bir Müslüman da hayatı boyunca istikamet üzere yaşayacak, hep doğru olacak, yalan söylemeyecek, asla kul hakkı yemeyecek, su-i zan etmeyecek, haksızlık yapmayacak, kimseyi aldatmayacak ve haramlardan sakınacaktır.
Kâinatın en son ve en cemiyetli meyvesi olan insanın yaratılış gayesi, en mühim vazifesi ve en harika meyvesi başta iman olmak üzere, ubudiyettir. Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir.
Ubudiyet-i külliye ise; en geniş, ihatalı ve şümullü olarak ibadet ve kulluk demektir.
Meselâ, askerlikte onbaşılıktan ta generalliğe kadar makamlar vardır. Her bir makam kendi çapında askerliği temsil eder ve üzerine düşeni yapar.
Bir erin askerliği onun ubudiyeti ise; kendisi, o ubudiyetin ya da askerliğin kulu demektir. Burada askerlik yapan neferin yaptığı iş, onun şahsını ilgilendirir; askerliğin en alt seviyesini ifa ettiğinden küçük ve parça manasına gelen cüzi askerlik yapıyor denir.
Neferden itibaren, onbaşılıktan ta genelkurmay başkanlığına kadar olan askerlik ve makamları; cüz’iyetten çıkar, küllileşir.
Gerek askerlik ve gerekse de temsil makamları, onbaşılıktan itibaren külli mertebelere girer. Ancak bunlar arasında da külliyet farkları vardır.
Askerlikte külliyet noktasında hakiki mertebe ve faaliyet; genelkurmay başkanlığında ve genelkurmay başkanının şahsında görünür ve temsil edilir. Misalleri çoğaltabiliriz.
Ubudiyet ve abd ile ilgili de cüz’i ve külli mertebeler mevcuttur. Maddî makamlar, nasıl ki mertebe mertebe olup, cüz’iyetten külliyete doğru gidiyor ise; manevî makamlar da bir şahıstan başlayıp ta peygamberlere, oradan da Resul-ü kibriyaya (asm) kadar mertebe mertebe olup, temsil edilir.
Askerlikte olduğu gibi, ubudiyette ve temsilinde de halifeler, mürşitler, âlimler, evliyalar, asfiyalar, kutuplar, imamlar, tabiinler, sahabeler, nebiler, resuller ve Peygamber Efendimize (asm) kadar daha bilemediğimiz manevi mertebeler, tezahürat ve makamlar mevcuttur.
Bir şahsın, yalnız başına ubudiyeti cüzi olduğu gibi, o ubudiyeti temsil eden makam itibariyle de mertebesi cüzidir. Fakat marifette, ubudiyette ve ibadette terakki ede ede; hizmeti, faaliyeti ve davası küllileşir. Ona göre o makamlarda temsil etme vasfı da küllileşmiş olur.
Meselâ, evvela kendini ve faaliyetleri temsil makamı, sonra kendisiyle alakalı şahıs, makam, zaman, marifet, ubudiyet ve ibadetleri temsil makamı gibi; külli ubudiyet ve makamlara namzet olur. Eğer istidadı var ise, yukarıda sayılan yüksek makamların bazılarına kadar teali ve terakki edebilir.
İşte hakikat noktasında, külli ubudiyetin ifası ve abdiyetin temsili, sadece Resul-ü Kibriya (asm)'a ve onun davasına hastır. Diğer bütün makamlar ve davalar, kendi çapında küllidir. Bu makamları ve davaları, Resul-ü Kibriyanın (asm) külliyetiyle mukayese edersek, yine de çok cüz’i kalırlar.
Fakat bütün ubudiyetlerin, ibadetlerin ve kulların; bu külliyetten istifade ve istifaze edebilmesi için, Cenab-ı Hak, (c.c) her bir Müslüman’ın ubudiyetinde ve kulluğunda, o külli ubudiyetin özünü, hulasasını, gölgesini ve cilvesini dercetmiştir.
İşte sualdeki ubudiyeti külliye ve abd-i külli; esas itibariyle kâinatı ve ondaki bütün faaliyet ve ibadetleri temsil eden ve bu manada Allah’a takdim eden tek insan ve en büyük peygamber, olan Resul-ü Kibriya'nın (asm) nübüvveti, davası ve kul olarak da şahsı anlaşılmalıdır.
“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi…”(Şualar).
Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz etseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için, o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil ve tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.
İşte, küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar, kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve hususen de Resul-i Ekrem Efendimiz(asm)’dır.
Resul-ü Kibriya (asm)'dan sonra, ta avam bir mümine kadar her bir müminin ubudiyeti takati nispetinde, külli ubudiyete ve abdiyete mazhariyet mümkündür.
İşte, kulun Allah indindeki kıymetinin ölçüsü, davasının, hizmetinin ve ubudiyetinin genişliği ve şümulü nisbetindedir. O, külli ubudiyete mazhariyeti ve kendisinin de külli bir abd olarak namzetliği ile bilinir, anlaşılır ve ona göre de takdir ve taltif görecektir.
Demek ki külli ubudiyet; umumi manada, Allah ile kul arasındaki geniş ve şümullü bir muamele olup, onu temsil eden ve ona namzet olan şahsa da abd-i külli denir.
Ubudiyet-i külliyenin bir vechesi de Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği nihayetsiz istidat ve kabiliyet ile O’na ayinedarlık etmesidir. Meselâ gözüyle Cenab-ı Hakk’ın kâinattaki asarına bakıp temaşa etmesi, kulağıyla ibretli şeyleri dinlemesi, dilinin taamlar için bir müfettiş olması ve aklıyla en büyük ibadet olan tefekkürü yapmasıdır.
İbadet; İlahî emirlere uymak, yasaklardan kaçmak ve kulluk vazifesini yerine getirmektir.
İbadet; Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini, azamet ve kibriyasını tasdik ederek O’na kulluk etmektir.
İbadet; İslâm dininin ruhu ve temelidir. İman edip hakkıyla ibadet eden insan, kâmil manada Müslüman olur ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanır.
Cenab-ı Hak, bütün âlemi birbirine raptedip insanın hizmetine verdiği gibi, insanı da kendisine ibadet için yaratmıştır. Ta ki insanın iman, ubudiyet ve tefekkür ile Allah’a olan irtibatı devam etmiş olsun. İbadet vesilesiyle halk ile Halık arasında ülfet ve ünsiyet olur. Allah onları sever, onlar da Allah’a karşı olan kulluk vazifelerini aşk ve muhabbetle yaparak O’na karşı itaatlerini bildirirler.
Cenab-ı Hakk’ın insana vermiş olduğu maddi ve manevî, enfusi ve afaki nimetlerin nihayeti yoktur. İnsan, o nimetleri veren Münim-i Kerimi düşünerek, muhabbet ve ibadetini O’na hasretmelidir. İbadet Allah’ın vermiş olduğu bu sayısız nimetlerine karşı bir şükürdür. Şükür ise, en mühim ibadetlerden biridir.
"İbadetin mânası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd kendi kusurunu ve âcz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhîyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir." (Sözler, 9. Söz)
Rububiyet: Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkatını terbiye etmesi, idare etmesi, yaşatması ve onlarda tasarruf etmesidir. Rububiyetin kemâli ise, bu fiillerin ve icraatların akılları hayrette bırakacak tarzda, hiçbir varlığın unutulmaması, birbiriyle karıştırılmaması, hiçbir kusur ve eksiğin görünmemesi ve mükemmel bir şekilde icra edilmesidir. Böyle bir rububiyete karşı hayretle secde edilmelidir.
İşte rububiyetin bu muhteşem saltanatı, kuldan bir ubudiyet istemektedir. Zira küçücük bir iyilik bile mukabilinde bir teşekkür ister. Elbette rububiyetin bu muhteşem tecellisi de kula yapılan bütün iyiliklere mukabil bir şükür isteyecektir. İşte bu şükür de ibadettir.
Kul evvela kendindeki âcziyeti ve zayıflığı görecek ve bunu derinden derine tefekkür edecek.
Sonra diğer mahlûkların da kendi gibi âciz ve zayıf olduğunu müşahede edecek. Onlar hakkında da aynı tefekkürü yapacak.
Daha sonra da kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârından olan; Galaksilerin yaratılışı, yıldızların gezdirilmesi, semanın direksiz durdurulması, bulut ordularının sevk ve idaresi, denizlerin yaratılışı, dağların şu dünyaya bir direk ve mahzen yapılması gibi ilahî icraatları tefekkür edecektir. Kendisi bir taşı kaldıramazken, Cenâb-ı Hakk’ın koca yıldızları bir tesbih tanesi gibi çevirdiğini hayretle temaşa edecektir.
Abd-i Küllî: Her varlık, yaratılışına terettüp eden görevleri yerine getirmek suretiyle Allah’a ibadetini takdim eder. Fakat bu takdim, cüz’idir ve hususidir. Yani, sadece o ferde mahsustur. İnsan ise, Cenab-ı Hakk’a ibadet ederken, hem kendi ibadetini, hem de bütün kâinatın ibadetini takdim edebilir. O zaman abd-i küllî mertebesini elde eder.
Mesela, Hz. Peygamber (a.s.m.) miraçta bütün mahlûkatın ibadetini Cenab-ı Hakk’a arz etmiştir. Her müminin namazı, onun bir nevi miracı olduğundan, her mümin namazda “iyyakenabudü” (yalnızca sana ibadet ederiz) veya “ettahiyyatulillahi” derken derecesine göre aynı sırra mazhar olabilir. Böylece, onun ibadeti, cüz’iyetten çıkar, külliyet kesbeder.
Abd-i küllînin bir diğer mânâsı da şudur: İnsan kendisine ihsan edilen maddî ve manevî sermaye hükmünde olan kabiliyetlerini Allah’ın rızasına uygun kullanırsa, bunların her birini kendine has bir ibadete sevk etmiş ve böylece küllî bir ibadet yapmış olur.
YARATILIŞ GAYEMİZ
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât Sûresi, 56)
Nur Külliyatı’nda ibadete ‘marifet’ mânası veriliyor. Çoğu tefsir alimlerimiz de bu mâna üzerinde ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetten hâsıl oluyor.
İnsan, nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifesini yerine getirsin.
İnsan, bu kâinatı dolduran İlâhî mucizelerin tefekkür ve hayret gerektirdiğini bilecektir ki, tesbih ve tekbir vazifesini ifa etsin.
İnsan, başka insanlara merhamet etme şuuruna erecektir ki, zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.
Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve O’nu tanımanın meyveleridir.
Nur Külliyatı’ndan bir marifet dersi:
“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler)
Rububiyet, terbiye edicilik mânasına geliyor. Ve biz her namazda âlemlerin Rabbine hamd ediyoruz.
Işıklar âlemini de Allah terbiye ediyor, gözler âlemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiriyoruz.
“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi…” (Şualar).
Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz etseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için, o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil ve tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.
İşte, küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar, kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve hususen de Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir(asm.).
Bizim görevimiz, o kudsi zatlara elden geldiğinde benzemeye çalışmaktır.
İBADET TERKEDİLİNCE...
“Nasılki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemâlâtını bir inkârdır.” (Lem’alar)
Bedenleri organlarla, ruhları akıl, kalp, hayal, hafıza gibi çok değerli latifelerle kaynaştıran ve kâinatı insanın imdadına gönderen Allah’a iman etmeyen bir insan, bu haliyle, bedenindeki hücrelerden kâinattaki sistemlere kadar bütün mevcudata hakaret etmiş olur. Bu tahkir Nur Külliyatı’nda değişik yönleriyle çok güzel işlenmiştir.
İbadeti terk etmenin “kâinatın kemâlâtını inkâr” olduğunu ise şöyle anlamak mümkün:
Ağaca değer kazandıran meyveleridir. Her tarafa dal budak salmış muhteşem bir meyve ağacı, meyve vermiyorsa onun mükemmelliğinden söz edilemez.
Harika bir sarayda, sultanı inkâr eden asiler yerleşmişlerse, bu hâl o sarayın değerini düşürür.
Bir fuarın bütün ziyaretçileri ticaretle ve sanatla hiç ilgisi olmayan kimselerse, o fuarın kuruluş gayesinin yerine geldiği nasıl söylenebilir?
İnsanların yaratılış gayesi, Allah’ı tanımak, O’na iman ve ibadet etmek, O’nun rıza çizgisinde yürümektir. Bütün varlıkların, kendilerine verilen görevleri aksatmadan yerine getirmekle yaptıkları ibadetler, insanda kemâlini bulmuş ve son noktasına varmıştır.
İbadetin zıddı isyandır. Allah’ın rızası yolunda yürümeyen insan, isyan yolunu tutuyor demektir. İsyan ise “kâinatın kemâlâtını inkâr”dır.
Çünkü, isyan eden insan da kâinat ağacının bir meyvesidir ve bütün bir ağacı, kendi isyanına hizmet ettirmektedir.
- İBADETE BİZ MUHTACIZ
“Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat, sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın...” (Lem’alar)
İnsan, tepeden tırnağa acz ile kaplı. Göze de muhtaç, güneşe de… Meyveye de muhtaç bahara da… Ve bunların hiç birini yapacak güce sahip değil…
İşte ibadet, insana aczini ve fakrını hatırlatan, kul olduğunu ve başıboş olmadığını ders veren en ulvî vazife.
İnsan ibadeti niçin yapar ve bu ibadet ona ne kazandırır? Bu iki sorunun cevabı şu âyette veriliyor:
“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine nâil olasınız.” (Bakara Sûresi, 21)
Âyet-i kerîme öncelikle bizim vicdanımıza hitap ediyor: “Rabbinize ibadet edin” diye emrediyor. Çünkü sizi o terbiye etmiştir. Nutfeyi O yarattığı gibi onu insan haline de O getirmiştir.
Bu âyet-i kerîmede ibadetin neticesi “İnsanın takva mertebesine erişmesi” olarak belirleniyor. Yani, ibadetin faydası insana ait.
Takva mertebesi, cehennemden ve ona götüren her türlü kötülükten kaçınma makamı. Cehennemden kaçınma ise insanı Cennete ulaştırır.
İhlâs sûresi, Allah’ın “Samed” olduğunu ders verir bize. Samed; “Her şey O’na muhtaç; O ise hiçbir şeye muhtaç değil” demektir.
Ana rahminde bize ayaklar takıldı, burada yürüyelim diye. Mide takıldı, gıdalarla beslenelim diye. Göz takıldı, eşyayı görelim diye... Bütün bunlara muhtaç olan biziz. Eğer bütün bu ikramlara karşı şükür vazifemizi yerine getirirsek, şükredenler diyarı olan Cennete gideceğiz. Orada maddî ve manevî nimetleri en ileri seviyede tadacağız.
Meselenin bir diğer yönü:
İşârât-ül İ’caz’da, “İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan ibadettir...” buyrulur.
Bozulmamış her akıl şüphesiz kabul eder ki, insan ruhunun bu inkişafı ve terakkisi insanın kendisi içindir.
Zira insan böylece, yarın varacağı cennetten daha fazla istifade edebilecektir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Genel olarak cevaplar cok güzel Allah razi olsun
Kainat birden yaratılmıştır.tüm insanlar da ve insanlık aleminin misal i musaggarı olduğu kainat da nur u Muhammedi ASM dan yaratılmıştır.Yani ser asker(Baş Komutan) O dur.
ENbiyalar Evliyalar O nun diğer zabitleridir.
124 bin peygamber ve 124 bin sahabe 124 milyon evliya ve kalan ehli iman muhtemelen toplamı kıyamete kladar 124 milyar olacak onların askeri gibidir.
Başka bir cihetten nasıl nebatat ve hayvanat isanların varlığıyla, insanlara hizmet noktasında ve insalığın i parçası olması noktasında bir değer kazanıp var oluyorlar başla vücut gibi.Ehli iman da Bu evliyların haytının bir parçası olmasıyla manalarını buluyor.
yani mahruti bir hiyerarşi bu tevhide birliğe gidiyor. Nasıl boşta kalan asker yok manevi alemde boşta kalan insan da yok.